Yağmur Telaşı / Yaramaz (ve Sevimli) çocuk yüzü...
Ağaçlar güzel, toprak güzel, bu güzel hava... Yağmurlu olunca unutuyorum hava kirliliğini, toprak yokluğunu, ağaçların tozunu, onca gürültüyü ve artık merak etmiyorum hayvanatın nerelere saklandığını Enkara’da.
Gök yıkamaya karar verince bütün kir ve günahları şehrin üzerinden, bir tadına doyum olmaz bir rayiha yola çıkıyor, akıyor kalbimden ve dolaşıyor tüm damarlarımı.
Hiç bir zaman rahatsız olmuyorum yağmurda ıslanmaktan, kitaplarımın hepsini en sevdiğim ceketin altına sığdırmaya çalışıyormuşum, ceketimin ıslaklık derecesi doygunluk noktasına yaklaşamış, banane! Ama merak ediyorum karşımdaki adamın elindeki dosyasını neden kafasının üzerine tuttuğunu. Yağmur damlalarıyla o kelinin tanışmasını istemiyor vaziyet. Belki gıdıklanıyordur canım, banane!
Şu karşıdaki bayana da bir bak hele! Öyle bir yürüyüşü var ki kaldırımda, şemsiyesinin tam gözlerinin hizasına geldiğini görüp de bu sivri uçların mazallah gözlerine saplanmasından endişe eden insanlar nasıl da sağa sola kaçışıyorlar. Ama nafile ve bence kısa boylu kadınlar kesinlikle uzun saplı şemsiye almalılar. Yoksa muhtemelen bu kadının akşam eve dönünce yapacağı gibi, beş-on biçarenin birer adet gözbebeklerini şemsiyenin sivri uçlarından teker teker çıkarmak zorunda kalırlar.
Başka oluyor Ankara’nın yağmur telaşı. Siz bakmayın Yılmaz Erdoğan’ın bu şehre karı yakıştırmasına... Asıl en çok yağmura ihtiyacı var bu şehrin. Pisliklerinin sadece üzerlerinin kaplanması değil, tamamen yıkanması gerekir. Mümkün mertebe... Belki bu İzlandada’ki Eyyafyallayöküll adlı yanardağın (ismi kopyala yapıştır yaptım, yoksa ezberden yazamıyorum:) gökyüzüne bıraktığı küller sabun niyetine geçer de, toplu bir şekilde sabunla yıkanmış oluruz.
Yağmur yağınca her şeyi hoş görüp boş verebiliyorum taşkentte. Yerler sel olmuş, olsun... Trafik felç, soğuk, telaş, koşuşturmalar...
Ankara’ya adamakıllı bir yağmur yağınca, çoktan suyun altında boğulmuş kaldırımın hortlayan kaldırım taşları gel diyerek beni kurtarmasa batıp gideceğimi düşünürken ve müteveffayı aferine boğarken saksağanlar gibi sektikçe bir kaldırım taşından diğerine, Mehmet Akif’i hatırmamamak mümkün mü canım! Çifte sandal böylece bir müddet yüzdük biz de kitaplarımla. Vakıa, hepimiz yorulduk ve ıslanmaktan kurtulamadık. Gerçi Seyfi Baba’ya da gitmiyordum ya... Kaldı mı azizim öyle abide-i hammiyet! Artık zor öyle yusuf insanlar bulmak.
Hiç bir şeye kızmıyorum, ama yine de hala kafamı kurcalamıyor değil o tenha kaldırımda yürürken yerde toplamış suyu üzerime aşk eden birinci arabanın şöförü. Doluya tutuldum sandım. Beni ıslatan ikinci arabanın etkisi ise daha sıradan bir yağmurdu. En azından bu sefer tadına bakmamıştım asfalt soslu rahmetin. Tamam, tamam size de hakkımı helal ettim, aceleniz vardı belki, aileniz bekliyordur yemeğe. Ne yapalım, bize de yeni ütülü pantolonla ceketi yıkamak kaldı.
Anladım ki geçinmek zor bu yaramaz çocukla, böylesine yağmurlu havalarda.
20.04.2010
T.A.
Not: İtalik kısım Mehmet Akif Ersoy’un Seyfi Baba adlı eserinden alınıp uyarlanmıştır.