ÇOK HOŞ VE TATLI BİR ŞEYDİR(*)
M.DEMİR
[email protected]
Ertesi gün komşuların ziyaretinden kitapçığı okumaya fırsatım olmadı. Çok geç bir saate paketi açtım. Kitabın asıl kapağını örten beyaz bir kağıt üzerine içi boş siyah harflerle yan yana ve alt alta sıralanmış “serseri şair” yazıları ile düzenlenmişti. Asıl kapak ise kırmızı fon kartondan yapılmıştı. İç sayfada “Serseri Şair, Şimal Yıldız, 1998-2002” yazıyordu. Daha sonraki sayfada “Çok Hoş ve Tatlı Bir Şeydir” başlıklı 9 sayfalık bir metin vardı. Engin Deniz olarak imzalanmıştı. İronik bir dilde yazılmıştı. Yazı bittikten sonra ise şiirler başlıyordu. Elimde tuttuğum 48 sayfalık bir kitapçıktı. Doğrusu baya özenilerek hazırlanmış bir kitapçıktı. Ki Engin’den de bu beklenirdi. Merak ettiniz ise birlikte okuyalım:
Tüm kutsal metinler insanı okumak ile yükümlü kılıyor. Kelimenin ilk elden düşündürdüğünden maada bir anlamı var olmalı. Bu metinde bir bakıma bunu yapmayı deneyeceğim. Bu yükümlülük; Dünyayı, yaşamı, yaşamımızı, varoluş nedenimizi sorgulamamıza dair bir emir yada bir diğer nitelemeyle yorumlamaya/eylemeye yönelmek anlamı taşıyor diyebilirim. Bu tanımlama ışığında iddia etmekten kendimi imtina etmeyeceğim bir gerçeklik var ise o da şudur; Bir insanı bir başka insanın gözüyle okumak kendi açımdan oldukça zor bir eylem olmaktadır. Ama ne var ki insanın zorlukların alevden çemberinin içinden tıpkı bir sirk aslanının geçtiği gibi geçmesi ve bu eyleminden dolayı hayretlerle karışık bir hayranlıkla karışık alkışlarla ödüllendirilmesi de gerekli değil midir. Ki bunu kim istemez. Neden mi? Çünkü... Çünküsü şu ki... Ama ben bunu açıklamaktan müsaadenizle şimdilik kendimi imtina etmek istiyorum. Dolayısıyla bu okuma eyleminin bir diğer zor ama asil olan yanı kendi konumum itibariyle bu kendisini okumaya çalıştığım kişi dolayımı ile o kişinin cinsel olarak karşı cinsi temsil etmesidir. Karşı cinsten bir kişinin okunmasının kendi açımdan zorluğu içinde bulunduğum ve karşı cins olarak adlandırdığım kişiye karşı olan diğer bir karşıt cins olarak “öteki” olmaktan kaynaklanan bir diğer olarak yabancı bir bakış ve yaklaşım dolayımı ile bakışta ve yaklaşımdaki zorluktan kaynaklanmaktadır. Ben de doğal olarak okumaya çalıştığım kişi için “öteki” olarak kalmanın zorluğunu yaşayacağım. Bu zorluğu düşünsel ve fiziki olarak bu kişiyle paylaşacağım. Bu paradoks bile olsa. Sanırım tam da burada siz okuyucuya “öteki” beriki” kavramlarına biçtiğim payeyi birazcık açımlamam gerekeceği tepkisini, hissini duyuyorum. Sizi fazlaca merak etmekten kurtarayım ve bu kavramlara verdiğim önemi açımlayacağım. Sıkı durun. Brecht tiyatrosunda (epik tiyatroda denilmektedir), yarattığı “Y-efekti”nden yararlandım. Buradaki büyük harfle “Y” Yabancılaşmanın “Y”sidir. Yabancılaşma kavramı Karl Mark’ın özellikle öne çıkarttığı ve kapitalizmin işleyiş mantığına ilişkin ve içkin bir somutluktur diyebilirim. Marksizm’den etkilenen ve yaralana bir kişi olarak tıpkı benim gibi Brecht’de bu Marksizm içinde içkin olan kapitalizme ilişkin olan temel belirlemeyi; Tiyatro gibi bire bir izleyici ile temas kurma ve onu oyunun içine çekip oyunun bir öznesi olma konumuna sokarak, tiyatroyla öğrenme ve tiyatro ile öğretme gibi kendi içinde spesifik ama teorinin geneline bakıldığında temel yapı taşı işlevi gören ve bu spesifik tartışmanın basit bir aktörü olma konumundan insanı çıkartarak, insanı bilfiil aktör konumuna , yerindeyse insanı teorinin griliğinden çıkartarak pratiğin yeşilliğine sokmakta ve orada sınamaktadır. Tıpkı Eosoup’un aktardığı gibi. İşte Deve İşte Hendek. Naçizane olarak bakışım ve çıkışım noktası olarak bu “Y-efekti”ni bu metne taşımaya çalıştım değerli okuyucu. Sırf bu metne özgü bir durum değil. Örneğin “Mümkündür/Mümkün değildir” metnini ele alırsak, bu metnin alıcısı olan kişiler bu metinde kendilerini bulduklarını hayretle itiraf etmektedirler. İşte bu metinde de bu zor görevle karşı karşıya olmanın tüm zor, sancılı ama bir o derecede de tatlı bir uğraşıya daha doğrusu çabaya giriştim. Ama siz hala şu soruyu sormakta haklı olmalısınız. Kardeşim zorun ne? Evet zorum nedir? Doğrusu bunu öğrenmek için vakit ayırıp tüm metni “bir zahmet” okumanız gerekecek. Ama yine de şunu belirtmek isterim. Uzun süredir usumda ve dilimde olduğunca bir tümceyle tüm süreci tanımlayabilirim. “Çok hoş ve tatlı bir şeydir” Evet çok hoş ve tatlı bir şeydir tümcesinden yola çıkan bir perspektif ana ekseni oluşturmaktadır. Acaba bu benim için nedir? Bu cümleyi ikili bir anlamda evirebilirim. İlki çok hoş ve tatlı bir şey başlı başına yaşamın kendisi olabilir. Ama yaşam başlı başına sırf kendisi olarak ele alınırsa yani tüm canlı bağıntılarından kopartılırsa oldukça soyut kalır. Dolayısıyla tüm soyutlamalar gibi soğuk kalır. Genel kanının aksine ben kişisel olarak bu ıssızlıktan ve soğukluktan hoşlanmam. Normal olan her birey de hoşlanmamalıdır. O halde bir ikinci anlamla taçlandırmak gereklidir. Doğrusu da bu olmalı. Çok hoş ve tatlı olan şey “o” kişi olmalıdır. Yukarıdaki tanımlama ile “öteki” olan. Ama sırf “öteki” yi temsil eden “o” kişi de yaşamdan ayrıksı olarak var olduğu sürece bir karşıt eğilim olarak oldukça somut ve adeta çıplak olarak kalacaktır. Ben bunu da etik olarak görmemeliydim. O halde bir bütünleşme gerekli. Ben bütünlük için bir önerme olarak şunu ortaya atma cüretinde bulunacağım. Yaşamla “öteki"”olan “o” kişiyi ve “o” kişinin karşısında bir başka “öteki” olan kendimi sürece dahil etmek ve dolayısıyla tüm süreci yeniden tanımlamak ve yeniden üretmekten geçiyordu. Bu bir önceki önermelerden temelde önemli bir aşkınlık ifade eder. Ama aynı zamanda insanla insan ve insanla doğa arasındaki somutta yaşanan yabancılaşmanın da ortadan kaldırılmasında önemli bir adım olmaktadır. Bu tüm insanlık tarihinin bir esriklik olarak var olageldiği sürece de müdahaledir. Özetle yaşamı kendimize göre “öteki olan “o” kişi ile çok hoş ve tatlı bir şey haline getirebilirdim. Getirmeliyim de. Yoksa kişisel tarihimizin kesiştiği bu momentte başka türlüsü tufan olurdu. Özetin özeti bu metinle yapmaya çalıştığım naçiz girişimimin pratik sonucu bu olmalı, buna hizmet etmeli. Doğal olarak metnin başlığı bu düşünsel pratikten çıkıyor. Geçerken şunları da aktarmakta fayda var. Bu süreci izlerken yani bu metne konu olan “o” kişiyi yani bana göre “öteki” yi yani “o”nu ve dolayısıyla “öteki”ne yani “o”ya göre bir başka “öteki” olan “sen” yani “ben”i. Yahu buda nereden çıktı dedirtecek bir alt metinde şu biçimde yazılabilirdi:
Yaklaşık altı aylık bir süre içerisinde yoğun olarak belli bir mesai ve mesafe kat ettik (iyi ki katletmedik). Şöyle bir geçici özetleme veya iç dökme ne kadar hoş kaçar bilemiyorum. Dostluklar paylaşıldıkça artan bir olgu değil miydi? Eğer karşılıklı olarak böyle olduğunu kabul edersek şöyle bir okumaya geçebiliriz. Ülkenin birinde ihtiyar-genç bir adam yaşarmış. Adamın çoktandır hayatında özel bir dostu yokmuş. Eskiden varolanların tümünü şu ya da bir biçimde hayatının ana ekseninden uzaklaştırmışmış. Ancak gerçekten ve “o”nun kendisine, ikisinin birlikte karşılıklı olarak gelişmelerine açık, ufku geniş, evrensel bir dayanışma ve paylaşma eksenli özel bir dostluğu var etmenin karşılıklı faydasına daha bir sıkı sıkıya inanır olmuş. Gel zaman git zaman hayatta daha bir çok insanla tanışmış, tartışmış onlarla uzunca mesailer harcamış ama hala umduğu, umut ettiği, ummaktan vazgeçemediği yeni yeni arayışlarla yeniden ve yeniden arayışlara yönelmiş. Ta ki “o”nunla karşılaşana kadar. Evet umudunu kestiği günlerden birinde tatlı bir kızla karşılaşmış. Aslında bu kızı dolayımlı olarak tanıyormuş. Ama o güne kadar karşılaşma fırsatları olmamış. Onun oldukça kötü şeyler yaşadığını duyduğunda mecburi bir durumu olmasa hemen o anda yardımcı olmayı istemişti. Ama o gün günübirlik geldiği şehirden o günün akşamında zorunlulukların çemberinde olması gerektiği şehre dönmesi gerektiği için bir şey yapamamıştı. Ama zorunlulukların çemberinden kurtulduğu günlere nihayet kavuşmuştu. Karşılaştıklarında “O”nun usunda canlandırdığı “O”ya şaşırtıcı derecede benzediğinin farkına vardı. Ve bir kez de “O”nunla denemeye karar verdi. Ama bu süreç oldukça sancılı olacağa benziyordu. Çünkü bir insan olarak ciddi hayal kırıklıkları yaşamıştı ve “O”nu hayata kazandırmak gerçekten emek istiyordu. Ama kendi değil miydi emekten ve emek harcamanın insanlaşma için bir nosyon olduğundan bahseden. O halde kavgaya atılmalıydı...
Bir garip monolog:
-- İkimizin arasında süre giden bir tarz dostluk/arkadaşlık/sırdaşlık ilişkisinin artık tanımlanması gerekmiyor mu? Bu ilişkinin anlamlı bir geleceği ve gelişmesi olmamalı mı? İkimizin ilişkisinin her şeye rağman hala o ilk saflığını koruması ve kendini bu saf haliyle aşkınlaştırması anlamlı, yapıcı, yaratıcı olamaz mı?
-- Yaşadıklarını, sıkıntılarını, az çok arzularını biliyorum. Bana “ağabey” sağlığında ve samimiyetiyle güveniyorsun biliyorum anlıyorum, önemsiyorum, seviniyor ve bu önemsemeyi seviyorum. Ve tüm bunlar benim sana karşı pirüten sevgimi arttırıyor. Aynı zamanda hem ulaşılır hem de ulaşılmaz olan med-cezirlerini de seviyorum. Çocuksu olmaktan duyduğun hazzı paylaşıyorum.
-- Ancak tüm bunların bir sanı olmasından korkuyorum. Acaba bu kadar narin ve samimi bir kızcağızı incitirsem korkusu, onu benden uzaklaştırırsam korkusu, onu onca hemcinsimin üzerinde yarattığı hayal kırıklıklarının sonucu oluşturduğu mutsuzlukların yanına bir de bu şekilde mutsuz edersem korkusu beni bazı şeyleri yapmaktan alıkoyuyor, endişelendiriyor. Ve kısıtlı da olsa birlikte bir tarz karşılıklı eğlenerek ve karşılıklı öğrenerek geçirdiğimiz mutlu saatlerin, mutlu şekilde geçmesi için belki de içimdekileri söyleyemiyorum. Ama her halükarda hissettirmeye çalışıyorum.
-- Ve her şeyden önce bu tatlı kız bana “sen” olarak değil “siz” olarak hitap ediyor. Ben her durumda herkese “sen” diye hitap ederken bu “siz” sırıtıyor. Ve bu bir duygunun ifade tarzını engellemekten başka bir işe yaramıyor. Ve bazen dilimin ucuna kadar gelen “seni seviyorum” lakırdısı “e başka” gibi bir abukluğa eviriliyor.
-- Soralım bakalım senin için ben bir “siz” olmaya mı? Yoksa ben senin için bir “sen” olaya mı layığım?
-- Seni sevdiğim kadar sen de beni sever misin? Benimle hayatımı/hayatını paylaşır mısın? Hayatımızı karşılıklı olarak paylaşalım mı?
Monolog burada biter.
Metne konu olayları, sevinçleri, hüzünleri, dertleri ve en önemlisi bir kişinin manifestosunu izlerken çok önemli bir materyalden yararlanma fırsatım oldu. Bir günce Bu günce dil olarak yalın olmasına karşın, anlatım tarzı olarak gizli bir iç dili olan ve bu dolayımla da kapalı bir metinler, nesirler dizgesiydi. Çoğunluğu konu kişinin duygu yüklü şiirlerinden oluşan bu çalışma ara sıra yazılmış yine duygu ve yüklem dolu metinlerden oluşuyordu. Ve keza sevdiği şairlerden oluşturulmuş dizeler, sevilen veya o anda bulunulan mekanda canlı ya da kaset ve CD’den dinlenilen şarkı/türkülerden sözler, o an için ve kim bilir belki de ebediyete kadar kendisini etkileyecek ve yön, perspektif çizecek, çizdirecek özlü sözler ve önemli anlara düşülmüş tarihli notlardan oluşmuştu. Benim için şimdilik “öteki” olan bu kişi kendisine mahlas izim olarak “serseri şair” nitelemesini layık görmekteydi. Bu bile başlı başına bir ilgi konusu olamaya layık değil mi? Asıl okuma yapılan yerin dışında defterde ilgili kişinin yapmış olduğu ya da yapmayı tasarladığı bir okuma listesi göze çarpmaktaydı. Bu okumalara konu öykü ve romanlar yerli ve yabancı tandanstaydı. Ve; Rus, Fransız, Kuzey Amerikan, İngiliz, Türk, yazınında “Sol”a açık bir okuma çalışmasını, çabasını göstermekteydi. Ancak bu okumalarla karşılaştırıldığında bu okumaların tandansına taban tabana zıt bir liste gözüme takıldı. Bu bir şarkı/şarkıcılar listesiydi. Bu şarkı ve şarkıcılar listesinde önceki okuma listesine referansla oldukça absürd bir yön vardı. Her şeye rağmen bir arka plan yaratmada bana faydalı oldu. Ancak bu şarkı ve şarkıcılar ile ilgili alınan notun ilgi kişiye bire bir atfedilmesi doğru olmasa gerek. Çünkü bu alınan not haydi haydi bir dostuna ait olabilir. Bunu ilgi kişiye sormak gerekmez miydi diye bir soru yöneltebilirsiniz ve bu noktada da halkısınız. Ama ben bunu sormayacağım. Bu güncenin son sayfasında notla bölümü yer almaktaydı. Burada okumaya konu ilgi kişinin kendince önemli gördüğü tarihler ile karşılarında tek satırlık açıklamalar düşülmüştü. Bunlar aynı zamanda hem sevinç hem de hüzün tarihlerini gösteren notlardı. Okurken ne yalan söyleyeyim hüzünlendim. Her hüznün sonu gibi itiraf etmeliyim ki bir iki damla gözyaşı da döktüm. İşte bir genç kızın umutları, hayalleri, düş kırıklıkları, yaşama sımsıkı sarılmak istemekte gösterdiği insansal çaba. Keşke çok daha önce tanışabilseydim, karşılaşabilseydim. Seni ne kadar çok üzmüşler. Dostum “serseri şair”. Bu somut doküman dışında metne konu kişi ile yapılan özel sohbetler, gidilen mekanlar, yapılan etkinlikler, alınan armağanlar da bu okumada etkili oldu. Hatta bu okumada yardımcı olan güncenin okunması esnasında bazı bazı konu ilgi kişinin geçmişte yaşadığı an ve anlara ait olan ve geçmişi bugün yeniden üretecek bir takım etkinliklerden de faydalanmaya çalıştım. Örneğin sevilen bir yemek, kırılan bir bardağın bir benzerini almak, saçma da olsa yapmaktan hoşlanılan herhangi bir faaliyet gibi. İçinde kaldığını hissettiği bir takım “uhde”ler. Bu son deyim ilgi kişinin kendisine aittir. Dolayısıyla doğal olan bir şey var ki bunu da aktarmaktan geçmek kendimce bir zaaf olurdu. Bu çabada, anlama anlatma çabasında bu okumayı ve bunu kaleme alınması çabasını yapan bir kişi olarak benim ruh halim, heyecan, sevinç ve hüzünlerim. Kendi içinde bulunduğum toplumsal formasyonum da etkili olmak zorundaydı. Sıkılıkla ilgili kişiyle ve çevresiyle tartışılacak, tanışılacak, nüanslara ve ayrıntılara dikkatli bir bilim insanı gibi eğilinmeye çalışılacaktı. Ne diyelim bu süreçte sanılanın aksine yolum hep açık oldu. Şimdi “Serseri Şair”in şiirlerini okumaya geçebiliriz.
Ne anlamlı şeyler yazmışsın, ne içten şeyler yazmışsın, ne kadar da kendin gibi şeyler yazmışsın. Ve noktayı koymadan, yüreğini eline alarak, o muzipçe gülümseneni takınarak, bir gölge gibi kaybolmuşsun. Bilirim sen bir yörüngeye bağlı kalmazsın. Sen bir çok hayatlar yaşarsın, yaşamalısın da. Çünkü bu sensin Engin Deniz. Yani bir deniz gibi engin. Sen hep “Rüzgar kanatlı atlılar”dan biri olmalısın. Düşsen de ah çekmezsin bilirim. Sabaha kadar pencerenin önünde -- Ne güzel de taklit ederdin iki gözlü gecekondunuzun tek lüksü olan TV’de çocukken seyrettiğin filimdeki yeni bir dünyaya açılan Doğu Almanya’daki yaşlı bir komünist kadının torununa tarif ederken insanı; “İnsan bir yıldızdır bak kollarını ve ayaklarını iki yanına aç gördün mü işte yıldız”-- insanı simgeleyen yıldızlara bakarak ve kah hüzünlenip ağlayarak, kah neşelenip gülümseyerek uykuya dalmışım...
-----------------
* Henüz yayımlanmamış olan “Ofir Dostları” isimli kitap çalışması yazılarından
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.