Bahar
Yılın bazı dönemlerinde üstüm başım mutluluğa bulanmış uyanırım bazı sabahlar. Nedenini bilemediğim bir heyecanla kaplanırım. Önceleri kabuğu çatlamış nasırlarımın üzerine iyi gelen birkaç gülücük ilişir, hayatıma değer masum bakışı aynı kişinin. Sonra beni çocukluğuma götüren bir meltem eser, yıkanırım el değmeden, içim berraklaşır, ağlamadan tamamlanmaz bu ayin, ağlarım…
Bildiniz, bahardan bahsediyorum. Renkleri gürbüz, çiçekleri çocuk günlerin mevsiminden bahsediyorum. Bizi bir on yaş genç hissettiren o akla zarar mevsimden.
Güneşin hüzün dağıtan ışıkları dolmuşken tülün süzdüğü odama; boş ver dedim yalnızlığımdan kalmış dizelere, takmayın bu kadar hayatı kafanıza. Hoş beni dinleyeceklerini ummamakla beraber, kendimi bu güzellik karşısında bir şey demek zorunda hissetmekten ötürüydü acemiliğim. Tıraş olurken ıslık çalıyor olmam her ne kadar tehlike yaratıyor olsa da eğlenceliydi, hayat da aynı böyle değil miydi zaten. İçimizi kudurtan zamanlarıma baktığımda, görüyorum ki hep bir tehdit altında ya da tehlikenin tam ortasındaymışım aynı zamanda. İkisi kardeş gibi sanki ya birbirini tetikliyorlar ya da telepatiyle davet yolluyorlar birbirlerine. Çocuk mutluluğu ile geçmiş günlerin temelinde böylesi benzerliklerin oluşunu umursadığımı sanmayın, öylesine deyiverdim işte, hepsi o…
Müberra’nın öpeceği yerleri iki kere tıraş etmem komik geliyor bana, sakalı sevdiğini düşününce muzırlık değil de neydi ki bu. Öylesine özlemiştim ki onu, buna rağmen kızdırıp uğraşmadan da edemiyordum. Daha gelmesine iki saat varken bile bu denli heyecanlı olmama seviniyordum. Hiç eksilmese ne iyi olurdu bu tazelik. Merak etmeyin ondan bahsedeceğim ilerdeki sayfalarda, şimdilik benim abuk sabukluklarımla dolduracağım zihinlerinizi.
Müberra’nın geliyor olması kadar, Ezginin Günlüğünün yeni albümü de beni mutlandırmıştı. Eski tadı yakalamış olmaları bu albüme düşkünlüğümü artırmıştı. Arkadaşları arayıp almadılarsa mutlaka erişmeleri gerektiğini anlatırken, hatta bazılarına yoğun olduklarından hediye ederek hummalı bir tanıtım çalışması yapmış olmama şaşıran dostlarım olması bile bu tatlı enerjimi soğuramadı. Ne güzel besteler çıkıvermiş, her zamanki gibi özenle seçilmiş şiirlere kendi yaratıları eklenivermişti, yine öyle bize yakın, yine öyle bize ait bir biçimde hayatımıza karışıvermişti albümleri. Albüm kapağı da albüm adı da tam yakıştığı şekilde olmuş bence. Eski Arkadaş iyi ki geliverdin, bu denli güzel bir zamanlama nerdeyse mucizeye delalet.
Behramoğlu’nun şu ünlü şiirini bestelemişler. Ölümdür yaşanan tek başına aşk iki kişiliktir, bunu sabahlara kadar tartışanlarımız olmuştur. Aşk için ikinci kişiye gerek olup olmadığı çok eski bir paradoks belki de. Her şarkılarında bizi yolculuklara çıkaracak birikim var. Eski Günlerimiz zayıf bir anınızda sizi ağlama krizine sokacak zalimlikte dikkat edin lütfen. Hani Rock albümlerde yüksek sesle dinleyiniz yazar ya, bence Eski Arkadaş albümüne bahsettiğim konu için bir uyarı yazısı konulsa hiç fena olmazmış.
Fark ettiniz mi bilmiyorum ama konudan konuya atlayarak yazmaya başladım. Aslında hayattaki duruşumuza benzer yazmak zorunda değiliz ama bu seferlik böyle oluyor idare ediniz.
Liseli gibi severseniz, en az onlar kadar çuvallama hakkınız oluyor. Hele benim gibi kırklı yaşları doyasıya yaşama takıntılı, bir garip adamsanız, sakil duracağına garanti verebileceğim hallerime tanık olabilmeniz işten bile değil bugünlerde. Yani gözlüğüm gözümdeyken tüm evi aramamdan burada bahsedeceğimi düşünmüyorsunuzdur herhalde. Yahut karşı çalılıktaki öten kuşu görebilmek için takım elbisemi yırtmamdan, sonra bu yırtığın nasıl olduğuna dair uydurulmuş safça hikâyenin başıma açtığı tatlı beladan elbette bahsedemem sizlere. Sonra Müberra duyarsa ben ne yaparım sonra değil mi?
Madem söz verdiniz anlatıvereyim canım ne olacak:
Her sabah olduğu gibi aynı saatte işe gitmek için binadan çıktığımda, tüm gece ve sabah hiç susmadan şakıyan kuşun sesini duydum. Karşıki çalılıktan geliyordu ses, nedense onu görmek istedim oysa bildiğimiz herhangi bir saksağandan başka bir şey beklemediğimi de itiraf etmeliyim. Hani o hepsi birbirine benziyor dediğimiz Uzakdoğulular nasıl bize alınıyorsa, kuşun da bana kızacağını hissederek onu görmek istedim. Sevdiğim takım elbisemin paçasını bir tele takıp yırtmış olmam umurumda bile olmamıştı. Sonunda sanki benim için poz veren o güzelliği görmüştüm ya, bu bana yeterdi. Kapkara bir kafa kısmı, bir o kadar beyaz gövdesi ile diğerlerine göre iri sayılabilecek bu saksağanın kanat uçları tuhaf bir yeşildi. Yoksa mavi mi desem, karartıdan tam seçilmiyordu ama ben bu kuşları siyah beyaz bildiğimden, buna çok şaşırmıştım. Yıllar önce izini kaybettirmiş kedilerini bulmuşçasına sevinmiş insanlar kadar gülücüklüydü yanaklarım. Güzelliğinin tersine kötü sesiyle bana bağırıp uzaklaştı ağaçtan. Uçuşunu izlerken gözümün önüne uçurtmasını hurma ağacına kaptıran ağlamaklı bir çocuk geliverdi. Ağaçta bir müddet öylece kalakalmam sırf bu yüzden…
Tekrar eve çıkıp kıyafet değiştirmeye vaktim olmadığından işyerine öyle gitmek durumunda kaldım. Her sabah en erken ben geliyor olduğumdan, çalışanların görmesi mümkün değildi paçamın halini. Sabahki rutin işlerimi halledip arka sokaktaki terziye gittim.
Buraya kadar bir sorun yok gibi duruyor değil mi? Asıl curcuna şimdi başlıyor bakın dinleyin.
Kadın terzi yırtığın örme yöntemiyle onarılabileceğini fakat biraz uzun süreceğini söyleyince, çaresiz çıkardım pantolonu ve soyunma odasında oturup beklemeye başladım. O sırada çalan telefonlarda nerde olduğumu soranlara doğruyu söylesem bile benim enfes bir şaka anlayışım olduğunu belirten cümlelerle karşılaşmıştım. Kadıncağız az kaldığını belirtirken benim sıkılmış olacağımı tahmin ediyor olmalıydı. O sırada içeriye bir kadın girdi ama nasıl bir giriş. Ağza alınmayacak küfürler ile saydırdığı güya sevgilisi olacak maganda-bu onun tabiridir- gece neler yapmış neler. İnanın porno filmlerde dahi göremeyeceğiniz çeşitlilikte bir iki olay anlatırken Terzi Hanımın çabalarını ve sanırım kan ter içinde kalışını perdenin arkasından görür gibi olmuştum. En sonunda halden anlamayan kadını kolundan çekiştirip mutfağa götürürken kendi de bu küfürbaz kızgın kadından payına düşen paparayı yemişti. Kadına bir kahve yapıp içeri gelmemesini tembihlemiş, bana da bin bir özür dileyerek pantolonumu uzatırken epeyce titriyordu elleri. Ücret almama konusundaki boğuşmamız sonrası gidecekken, duyduklarımın bir sır olarak kalması konusunda yalvarır bakışlarıyla ricada bulunmuştu. Ben ise nasıl bir kızardıysam artık, yanaklarımın yanarken kem küm ederek oradan apar topar uzaklaşmaktan başka bir şey yapamamıştım. Ah o saksağan nelere kadirmiş meğer…
Müberra kim mi, unutturamadım demek. Peki, anlatayım biraz.
Tam da ihtiyacım olan gülüşüyle bana neşe katan bir ahu dilberdir o. Burada bir parantez açıp Hüseyin Turan’dan ahu dilberi dinlemenizi tavsiye edeceğim. Sadece dış görünüşünün albenisi değil onu cazip kılan. Saatlerce konuşabileceğiniz bilgi birikimi ile didişken dişiliğiyle de tahrik eden bir güzel kadın Müberra. Hazır kuvvet erkek yanlarımın tahrik olması değil yalnızca bahsettiğim. İçimdeki en genç isyanlarımın körüklediği, eskiden daha kıvrak olan duygusallığımı da kışkırtan bir yanı var bu kadının. Sansürsüz anlatımlarımın çoğu zaman olduğu gibi onunla olan diyaloglarımda da beni- ve-veya bizi- sıkıntıya soktuğunun farkındayım. Ama içimdeki afacanın huysuz çabalarının kimi zaman işe yarayıp, nice güzel tartışmalara yol açtığını görmek beni sevindiriyordu her seferinde. Onun da kabul etmese de içinde büyüttüğü bir anarşist kız vardı. Kimi zaman açığa çıkan bu devrim güzeli ne çamlar deviriyordu bir bilseniz.
Bu devrilen ağaçların açtığı yoldan nice güzelliklere ulaştığımızı sıralamak hem size haksızlık olur hem de tarafsız olamayacağım için, biraz abartılı iltifatlara meydan vermiş olacağından, bazılarınızca sıkıcı bulunabilir. Bu yüzden yüzeysel geçeceğim o bölümleri.
Uzun süredir görmediğim için çok özlediğim Müberra, yaklaşık bir saat sonra gelecekti işte. En sonunda kavuşacaktık. Gerçi birkaç kez planladığımız gibi gitmediğinden ertelenmiş randevularımız beni biraz tedirgin ediyordu ama bu sefer öyle olmayacaktı galiba. Her gelişi ayrı bir masal oldu bugüne dek. Saçları bir başka, giysisi bir başka oldu her seferinde. Ayarlanmış gibi her defasında mevsim bile bir başka oluyordu. Bu sefer ilk kez baharda geliyordu. Zaten her mevsim bahardı onunla, sadece güneşin bize eşlik etmesi ile biraz daha şenlikli olacaktı hepsi o.
Yazdıklarımı iyi takip edenlerinizin içinden bazılarınızın, saçlarını savurarak sokak köşelerinden dönüp dizelerime girmiş kadının Müberra olduğunu düşünenleriniz olduğunu hisseder gibiyim. Onca şiiri yazdıran, öykülere sebep olanın sadece bir kadın olduğuna inanacak kadar romantik olduğunuzu sanmıyorum ama yine de bu konuda yorum yapmamayı tercih ediyorum.
Otogar şehir dışında olduğundan, yola çıkmam gerekiyordu. İşyerinde son rötuşları yaptıktan sonra yola çıktım. Tahmini olarak otogara vardıktan sonra hiç beklemeden ona kavuşmuş olacaktım. Bendeki bu heyecandı zaten ona bağlanmamı sağlayan, bu yüzden kızmıyordum çocukça hallerime, ne olacaksa olsuna varan boş vermişlik günlerini de özlermiş insan…
Nisan 2010
Nadir