- 1138 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİR SEVDA TÜRKÜSÜ
Bu güne kadar dağlara yazılmış en güzel sevda türküsüdür o.Binlerce çeşit çiçeğin en mükemmeli. Topraktan fışkırmış, cennet renkli, dipdiri. Gündüzleri göz kamaştıran, geceleri uzaklardan bile parıltısı seçilen, size yol gösteren, dokunmaya bile kıyamayacağınız bir çiçek.
Onun güzelliği red etmekle başladı. Red ettikçe güzeleşti, büyüdü.
Neydi beni buralara çekip getiren?
Bir çok şey. Belki de tek şey.
Tam iki yıl boyunca aynı odayı paylaştık onunla. Kendi kardeşleri bile onu, benim kadar yakından tanıyıp bilemezdi.
İlk günler, her şeye karşı gelişini yadırgamıştım. Zamanla ne kadar da haklı olduğunu anladım. İyi ki öyleydi. Söylediğim her şey onun tarafından onaylansaydı, aynı odayı iki yıl boyunca paylaşmak çekilmez olurdu sanırım. Belliydi ki mıknatısın iki ucu gibiydik. Daracık odamızda yaşamı canlı kılan da buydu. Her gün yeni bir şey giriyordu yaşamımıza. Durağan değildik. Bu da güzeldi. İkimizin tek ortak yönü, ikimiz de genç birier kızdık ve ideallerimiz vardı. İki üç yıl içinde öğretmen olup çocukları eğitmek, güzel sağlıklı beyinler üretmekti idealimiz.
Ben, babamın diğer altı kardeşimden kısıp bana gönderdiği memur maaşının bir kısmıyla yetinmeye çalışırken, o abisinin yurtdışından gönderdiği paranın bir kısmını, ihtiyacı olmasına karşın, hiç parası olmayan arkadaşlarla bölüşürdü. Köyde, yaşlı anne babası ve iki kardeşi daha vardı. Hep köyünü ve doğasını anlatırdı bana. Bir harita mühendisi gibi planlarla, ölçeklerle oturur anlatırdı.Bu yüzden de dağlar arasında gizlenmiş bu küçük köyde, doğup büyüdüğü kerpiç duvarlı köy evini bulmakta hiç zorlanmadım. Her köşesinin, her binasının, her sokağının planı kafamdaydı sanki. Kendi köyümü ve oradaki evimizi bu kadar kolay bulabileceğimi sanmıyordum.
Evlerinin mavi boyalı, ortasında küçücük cam penceresi olan tahta kapısını hafifçe tıklatırken onun; kapı çalınırsa genellikle annem açar, dediğini anımsadım. Gözleri pırıl pırıl ışıldayan, saçları çok kısa kesilmiş, esmer tenli yedi sekiz yaşında bir çocuk açtı kapıyı. Bu Selman olmalıydı. En çok sevdiği küçük kardeşi.
-Sen Selman mısın?
-Evet.
Kollarımla sıkıca sarıldım öptüm Selman’ı. O da böyle sarılmaz mıydı kardeşine? Sanki onun kokusuydu Selman’daki. Gözyaşlarımı fark eden Selman, olup bitenlere bir anlam veremedi. Şaşkın ne diyeceğini bilemiyordu.İşte karşımdaydılar anne ve babası. İlişiverdim bir iskemleye, olmaz, dediler. Köşeye kat kat minderler yığıp oraya aldılar beni.
-Hanım kızım, hoş geldin, sefalar getirdin, dedi babası.
-Hoş geldin, dedi annesi de kendi dilinden.
Nasıl bir duyguydu bu? Boğazıma bir şeyler düğümlenmişti sanki. Heyecan mı üzüntü mü, o güzel insanın anısına saygı mıydı? Evin her köşesinde onu görür gibiydim. Anne babasının bakışlarında bile o vardı. Annesinin başka dil bilmediğini de ondan duymuştum. Onların hoş geldin demelerine karşın hoş buldum demekte bile zorlanıyordum.
-Hayrola kızım. Ebe olarak mı buralara geldin. Yeni öğretmen misin yoksa. Kimsin, nesin?
Vitrinin camına yapıştırdıkları ikimizin çektirdiği fotoğrafımız ilişiverdi gözüme. Fakültenin bahçesinde çektirdiğimiz. Belki de saçlarımın bu kısa haliyle tanıyamadılar beni. Fotoğrafı gösterip:
-Ben, ordakiyim işte, onun arkadaşıyım, dedim.
Kısa bir sessizlik ve şaşkınlık. İkisinin de gözleri doldu. Aynı anda kalkıp boynuma sarıldılar. Annesi hem ağlıyor hem de beni koklayıp içine içine çekiyordu nefesini.
Sabahın ilk ışıkları küçücük pencerelerin camlarından içeriye ulaştığında, biz hala uyumamış sohbet ediyorduk. Onunla ilgili anılarımız, sözlerimiz henüz bitmemişti. Göz kapaklarım bana engel olmaya başlayınca, onun tatil zamanları geldiğinde uyuduğu yatağında derin bir uykuya daldım. Günün bir vaktinde gözlerimi açtığımda, bir köşede iskemlede oturmuş sigara içmekte olan babasını gördüm.Yanıbaşımda annesi, onun elbiselerini göğsüne bastırmış, gözleri bende, kendi dilinde bir ağıt söylüyordu. Selman ve kızkardeşi Rahşan, bakışlarını dondurmuş beni izliyorlardı. Onları böyle karşımda görünce, bütün gece uyumayıp beni izlediklerini düşündüm bir an. Rahatça giyinmem için sessizce çıkıp gittiler oradan. Köyü, insanlarını yakından görüp tanımak için sabırsızlanyordum. Doğrusu biraz da kaygılıydım.
-Burada olmamın, sizde kalmamın, ve çıkıp köyü gezmemin her hangi bir sakıncası var mı amcacığım, dedim.
-Bizim için de köylüler içinde hiç bir sakıncası olamaz kızım. Buraya gelen ilk dostumuz sen değilsin ki. Onun ölümünden sonra nice tanıdıklarımız, tanımadıklarımız geldi buraya. Hepsi de güzel insanlardı. Onlar bize destek olup umut verdiler. Yalnız olmadığımızı anladık bu sayede. Ağıtlar yakıp göz yaşı dökmedik. İşte, şu annesi. Can atar seninle konuşup sohbet etmeye, onu sorup anılarınızı dinlemeye, ama dil bilmez. Bu dil bilmez annesi bile öylesine yiğitçe bir tavır takındı ki, o günlerde hiç ağlamadı. Onun ölümünü saygıyla karşıladı. Kızım ne yapmışsa doğru yapmıştır, dedi.
Kalkıp boynuna sarıldım dil bilmez annesinin. Ellerinden öptüm.
-Ben de senin bir kızınım, biliyorsun değil mi? dedim.
-Ez dıwzanım, biliyorum, dedi.
Vakit öğleni çoktan geçmişti. Bir elimde Selman, diğerinde Rahşan ve babasıyla birlikte köyü gezmeye çıktık. Beni gören herkes, yaşlısı genci, saygıyla elimi sıkıp hoşgeldin dedi. Herkes duyup öğrenmişti. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, ne zaman geldiğimi herkes biliyordu. Bütün bu insanlara tek tek onun gözleriyle bakıyordum. Onun için bakıyordum. Gözleri bende yaşıyordu. Bana büyük bir aşkla, tutkuyla anlattığı insanlar bunlardı işte...
Köyün içerisinde gezerken duyduğum hazzı, New York’u, Paris’i, Roma’yı gezseydim bu kadar duymazdım. Yıkık kerpiç evlerde yoksulluğu, ezilmişliği değil, samimiyetin, içtenliğin, dostluğun yıkılmaz kale duvarlarını görüyordum. En çok da çocuklar etkiliyordu beni. İri kara gözleriyle bir çok şeyi birden anlatıyorlardı sanki. Henüz beş altı yaşındaki kız çocukları, sırtlarındaki bebek kardeşleriyle sağa sola koşturup oyunlar oynuyordu. Olanağı olsa bir güzellik yarışmasında dünya güzelini arkada bırakacak kadar güzel bir kız çocuğunun eğilip saçlarını okşamak istedim, ürküp geriledi bir kaç adım. Bu yoksul görünümüyle saray çocuklarına taş çıkarır güzellikteydi. Bu çekingen kız arkamızdan usulca yaklaşıp, elimden tutan Rahşan’ın kulağına bir şeyler mırıldanıp yine bir kaç adım geride kalarak bizi takip etti. Rahşan’a ne söylediğini merak ettim. Elimi bırakıp babasının kulağına bir şeyler fısıldadı Rahşan. İyice meraklanmıştım.
-Küçük kız bizimkine senin Türk olup olmadığını sormuş, dedi babası.
-Aman Allahım! Bu müthiş bir şey. Bu inanılmaz bir şey, diye bir laf ettim galiba şaşkınlıktan. Elli yıl düşünseydim burada hem de bir çocuktan gelen böyle bir soruyla karşılaşacağıma inanmazdım.
-Elli yılı falan bilmem ama, daha bir kaç yıl öncesine kadar buralarda böyle bir soru sormak hiç kimsenin aklından geçmezdi. Bizi öyle bir hale getirdiler ki, bak küçük kızın dünyası bile ne hale gelmiş. Yüzlerce yıl barış içinde, huzur ve kardeşlik ortamında yaşadığımız bu yerlerde, nefret tohumları ektiler, bizi ayrıştırdılar, hor gördüler, yalnız bıraktılar. İşte onun içindir ki, kızım ve onun gibi gençler kendi kimliklerini aramaya başladılar. Biz kimiz, sorusunun yanıtını aramaya başladılar. İşte bu sekiz yaşındaki kızın sorusu da bir kimlik sorusudur. Biliyor musun kızım ilkokulu bu köyde okudu ama, şimdi okulumuz yok. Yakıp yıktılar okulu. Herkesin işine gelen de bu. Kendimizle baş başa bıraktılar bizi. Hiç okula gidemeyen, okuma yazması olmayan o sekiz yaşındaki çocuk elbette ki öyle bir soru soracak. Onun bütün dünyası bu köy işte. Buradan ötesini tanıyamayacak, öğrenemeyecek.
Arkadaşımın babasının bu kadar tutarlı ve düzgün konuşabilmesine doğrusu şaşırmıştım. Bir toplumsal olayı, bir siyasi durumu bir kaç cümleyle en doğru ve en bilimsel bir şekilde açıklayan bir bilim adamıydı sanki karşımdaki.
Köyü gezmek akşamı bulmuştu. Eve döndüğümüzde gece bastırmıştı. Gezerken dört beş aileye ayrı ayrı konuk olmuştuk. Hemen hiç bir ailenin genç kız ve genç erkeği yoktu. Yaşlılar ve çocuklar yaşıyordu köyde.
Yine geç saatlere kadar sohbet ettik. Annesi, avuçlarına sıkıştırdığı ellerimi hiç bırakmadı. Gözlerimin içine sevecenlikle bakarken, yavru bir serçeyi okşar gibi ellerimi okşuyordu. Uyumak için yine ondan kalan yatağına uzandım. Uzun bir süre uyku tutmadı. Köy derin bir sessizliğe bürünmüştü. Uzaklardan kulağıma belli belirsiz makineli tüfek sesleri geliyordu.
Ne çok konuşurdu ölüm ve yaşam üzerine. Bazen sabahlara kadar. En çok da ölümden söz eder olmuştu son zamanlarda. Namusluca veya namussuzca yaşamak varsa,namusluca veya namussuzca ölmek de vardır, diyordu. Ben öyle; insanlar doğar, büyür, gelişir ve ölürler hikayesine inanmam. Elim kolum bağlı, eh, bu bir doğa kanunudur, zamanı gelince biz de öleceğiz diyemem, diyordu. Ben sadece tüm hücrelerim devinimine son verdi diye mecburen ölmek istemem. Nasıl öleceğimi ben belirlemek isterim. İndira Gandhi öldürüldükten sonra, cesedini yaktırıp küllerini himalayaların en yüksek tepesinin üzerine serptirmiş. O, Ağrı’nın, Cudi’nin, Nemrud’un ve de Munzur’un güzelliğinden habersizdi. İnsan bu dağlara külünü değil, canını bağışlamalı. Sen hiç sabahın ilk ışıklarıyla gözünü açtığında Cudiyle bakıştın mı? Konuşmayı denedin mi karşında duran dağlarla? Görkemli duruşuna karşın, Cudi’nin hüzünlü ve davetkar sesini duydun mu? Rüzgarla konuşabilir misin sen? Hani Metropollerde bunalıma giren insanlar olur ya, hani bunun için psikyatristlere giderler. Cudi’nin, Ağrı’nın, Nemrud’un ve de Munzur’un köylerinde öyle değildir. Kendini iyi hissetmiyorsan, sıkıntıdaysan, bunalımdaysan, içinden çıkılmaz problemlerin varsa hatta hatta sevgilinle aranız açıldıysa, dayanılmaz sancıların varsa, doktorun da, can yoldaşın da dağlar olur. Derdine derman olur. Yeter ki at kendini onların kucağına.
Küçücük odamızdaki yataklarımıza sırt üstü uzanmış sohbet ediyoruz. O, durmadan anlatıyor. Sihirli bir sesi var. Sesiyle, anlatışıyla hayali de olsa alıp götürüyor insanı buralardan. Sesi, çocukluğumda bana inanılmaz güzel masallar anlatan babaannemin sesine benziyordu. Sihirli şeyler anlatıyor sanki. Göz kapaklarıma karşı koyamıyorum. Oysa kaptırmış kendini hala anlatıyor o dağları... Kekikler, reyhanlar, papatyalar, çiriş otu, böğürtlen, baldıran en güzel kokularını sana sunarlar. Derin bir nefes çekersin içine, hiç bir derdin kalmaz. Sapasağlam olursun. Ve şimdi bu kokulara bir de barut kokusu eklendi. Dağlar artık barut da kokuyor... Tüm o güzel bitkiler hastalıklara karşı çare olmuşsa, barut da haksızlıklara karşı çare olmuş. Yüreğin sevgiyle doluysa, barıştan yanaysa, çeker götürür seni bu barut kokusu. Beyaz çarşaflar içinde ölmek kolaydır. Mesele, barut kokuları içinde can vermektir...
Ölümün hiç bir şeklinin güzel olmadığını söylemek için nasıl da çırpınmıştım, ne kadar çok anlatmıştım, anlatmaya çalışmıştım ona. İdeallerimizden söz etmiştim. Onun öğretmen olduğunda yetiştireceği pırıl pırıl genç beyinlerden, her yıl insanlığa, topluma, ülkemize kazandıracağı bilgi yüklü öğrencilerden söz ettim. Kendisinin inandığı fikirlerin yaymasının en güzel en doğru yolunun bu olacağından söz ettim ama, o yine de ölümü bir türkü tadında anlatıyordu...
Ve bir gün, böyle gecelerden birinin sabahında uyandığımda o yoktu. Gitmişti. Gideceğim, demişti bana. Ben kararımı verdim. Şimdi gitmeliyim. Daha fazla beklememin bir anlamı yok.Şimdi en doğru zamandır. Okulu bırakacağım. Benim yerim orası. Senin kararına da saygı duyarım. Üstelik, herkesin orada olması gerekir diye bir kural da yok. Güzel şeyler yapmak istiyorsan her yerde de yapabilirsin. Sen kendisi de yüreği de güzel bir insansın, çok iyi bir arkadaşsın. Sana inanıyorum.Bunca zaman aynı odayı seninle paylaştığım için mutluyum. İyi ki seni tanımışım. Benimle şimdiden vedalaşabilirsin. Ne zaman yola çıkacağımı bilemem. Belki de yarın sabah burada olmam.
Sabahleyin uyanıp küçük pencereden dışarıya bakınca, onun sözünü ettiği dağlarla göz göze geldim. Siz hiç gülümseyen dağ gördünüz mü? Kahvaltıdan sonra köyün karşısındaki tepelere tırmanmak istediğimi söyledim. Kimseyi almadım yanıma. Yalnız gidecektim. Yanımda, yüreğimde sadece o vardı
İşte bir tepenin başındayım. Serin bir rüzgar okşuyor her yanımı.Bir duygu yoğunluğu içinde kayboluyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Tek başıma, bir tepde ve rüzgar konuşuyor benimle. Ve kekik ve reyhan ve papatya kokuları dört bir yanımda. Ahh, sevgili arkadaşım, kardeşim! Nasıl ölmüş olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Ama ben inanıyorum ki, sana doğru ses hızıyla gelen ve yaşamına son noktayı koymak için acele eden o kurşuna bile sevgiyle bakıp sohbet etmişsindir... Karmaşık duygular içindeyim. Yine de yüreğim huzurlu ve rahat. Özlediğin, istediğin bir sonla noktaladın yaşamını. Beyaz çarşaflar içinde değil, barut kokuları içinde direndin gittin...
Ve şimdi karar vermeliydim. Onun sözünü ettiği dağlar karşımdaydı, şahidimdi. Nereye, hangi yöne gidecektim? Beni bekleyen yüzlerce öğrencilerime, yaşama dair, dostluğa, kardeşliğe, barışa dair tüm doğruları anlatmak için acele etmeliydim. Buna herkesin ihtiyacı var. Birileri bir yerlerden başlamalıydı. Değilmi ki onun anısına kalkıp buralara gelmiş olmam da bir başlangıçtı belki de. Küçük bir adımdı...
Bir türkü mırıldandım. Uçsun gitsin bir yel gibi dağların ardına istedim. Gök kuşağının tüm renklerine bürünsün istedim. Onun mezar taşını okşasın istedim...