Yaşam-İnsan
Kendin olmak ne kolay! bırakmak herşeyi nereye giderse, nasıl olursa diye.
Hayatın akışına ayak diremek, ille de şöyle olmalı diye inatlaşmak iş değil. Şehir insanı olmak, şehrin olanaklarından yararlanıp, köy yaşantısına özenmek. O özenmeyi hafta sonları kıra, bahçeye şehir dışına çıkarak gidermeye çalışmak ne kadar sahte. Bir gözlemenin 5 lira, kıytırık bir kahvaltı tabağının 20 lira olduğu, çimlerin üzerine konmuş ahşap masalarda güya doğada kahvaltı yapmaya çalışmak ne kadar giderir özlemini. Derken, ben de yapıyorum her hafta sonu mutlaka şehir dışına çıkmak için uğraşıyorum.
İnsan kendi doğasına aykırı yaşamaktan kaynaklanan stresi yok etmek için yapmacık, hazırlanmış kurgulanmış bir ortama giderek ’’mış gibi’’ yapıyor. Ayaklar toprağa değmiyor, eller tabiata dokunmuyor, gözlemeden alınan bir parçadan sonra peçetelerle eller siliniyor. Haftasonu gezilerinin sahteliğine ve sadece tüketmek amaçlı olanlarına gıcık olmuşumdur hep. Dönüşte ’’ hafta sonu şuradaydık’’ diye anlatılanlardan nefret etmişimdir. Gerçi gitgide azalmaktadır şehir merkezinde yaşayanların birşeyler paylaştığı insan sayısı, yaptığını anlatacakları. Ne kendi dinler ne de dinleyecek birileri bulunur etrafta. Gitgide yalnızlığına doğru yol alır farkında olmadan şehir insanı. Çekirdek aileye mahkum kalınır. Haftasonları dikkat edin birkaç aileyi birarada nadiren görürsünüz.
Alışveriş merkezlerinin hıncahınç dolmasına afallamış gözlerle bakarım. Amaçsızca dolaşan çiftler, çoluk çocuk sadece orada bulunmak amaçlı meraksız, ilgisiz yüzler. Birbirine dokunmaktan kaçınan, hafif bir temasta düelloya çağıracakmış gibi meydan okuyan bakışlı insanlar. Yorar alışveriş merkezlerinin suni havası beni. Aracınızı park etmek savaş meydanında bir tepeyi ele geçirmek kadar zevk verir sanki. özellikle giyim eşyası satılan ve indirim indirim diye feryat figan tabelalarla dolu mağazalarda yağma birazdan sona erecek gibi , birkaç parça giysiyi eline alıp denemek için sıra bekleyenlerin gözlerinde hiçbir dinginlik, huzur ifadesi göremezsiniz. Kolay iş değil insanın doğasına aykırı yaşama çabası. Her durumda birbirini geçmeye çalışan insan çabaları komik gelir, gerçek insanın olgun adımları yoktur hiçbirinde. İnsanı insana yaklaştıran yaklaştırması gereken herşeyden uzak durulur farkında olmadan nedense.
Ege’de sayısız tekneden balık avı gezilerimizden ilkinde eski balıkçı abilerden biri tekne avcılığını anlatırken; malzemeleri, dalgada düşmeden nasıl durulması gerektiğini, havaleli tekne ile diğerleri arzasındaki ayrımı, balığa göre yem, iğne, olta takımının yanında tekne ve deniz adabını anlatmıştı. Teknede öncelikle can güvenliği, denize saygı ve kafa tutmamak bir de ’’livar’’. Aynı teknede bulunanlar hatta denizde bulunanlar, ortak kadere yol alan insanlardır, denizde olası aksiliklerde kimse bir diğerini umursamadan önce kendi canını kurtaracaktır diye birşey sözkonusu olmaz. Yanınızdan geçen diğer teknelerde bulunanlar, el sallayarak selam verirler, aksi halde yine bir aksilikte olası yardım edenler ya biz ya da onlar olacaktır, selam alınır, verilir demişti. Livar’a gelince; tekneden bulunanlar tuttukları balıkları ayrı ayrı kendilerine ait kaplara koymazlar, büyükçe ve bir kısmı deniz suyu ile dolu bir kaba koyarlar, bunun adı ’’livar’’dır. Teknede livar ayrılırsa hayır bekleme o avdan ve sohbetten ve dostluktan ki; 10-15 saat aynı teknede zaman geçebiliyor geceden gidilen avlarda. Deniz suyu ile yıkanan ellerle ekmek arası yapılan azıklar paylaşılıyor evlerden getirilen. Büyük gezi yatlarıyla pek tadı çıkmıyor doğrusu balık avlarının. Elbette sohbet, fıkralar, av hikayeleri gırla. Livara ihanet edilirse teknede, sen o ekibi hemen terket demişti değerli eski balıkçı abi. Av sonunda livardan çıkan tüm balıklar kim ne kadar tuttu diye bakılmaksıızn, büyüklük ve cinsine göre eşit dağıtılır. Deniz bu, balık bu, kimi çok balık tutar, kimisi az, kimisi hiç tutamaz. Aksini bir kez yaşadım ve bana tembih edildiği gibi o ekiple balığa çıkmıyorum artık. Sayısız dostluklar edindim balıkçılardan, elleri soğuk hava ve deniz suyunun nasırıyla sertleşmiş deniz dostu balıkçılardan. Deniz patladığında yabancı bandıralı bir yük gemisinin mürettabatı yardım etmişti bir keresinde ip atarak, tekneyi bağlamıştık gemiye. Sepet içinde 4 adet çay sarkıttılar tekneye, dünyalara değerdi o zaman için birer bardak çay. Karşılıksız olarak tlf kontörleri tükenmiş ve karaya inişleri yasak olan mürettabata şehirdeki arkadaşlarımıza kontör aldırıp, şifrelerini vererek yardımcı olmuştuk. Ne gemiyi, ne de oradaki gemici insanları hatırlıyorum şimdi.
Doğallık sadece olabilmek ya kendin gibi, şimdilerde pek moda olan TV dizilerindeki yapmacık aforizmalı, metaforlu cümlelerin gırla gittiği gibi değil bahsettiğim. Yine de iyi bir gelişme alıntılarla süslenen diyaloglara gösterilen ilgi. Hiç olmazsa kraliçe zamanı İngiltere’sinin çadırlarda tiyatro yapılarak ’’dilini’’ geliştirmeye çalışan emektar edebiyatçıların kahrını çekmiyor şimdikiler. Sık sık kralın askerlerince yırtılan, yakılan çadırlarda İngilizce’yi geliştirmek için Fransızca konuşan saraya rağmen iki otuz paraya, karın tokluğuna çalışanlardan daha avantajlı janjanlı dizi oyuncuları. Hergün reklamlarla, haklarında hergün yazılan türlü yazılarla gündemde tutulmaları sağlanırken çok şanslılar çok, amaçları dilin, kültürün gelişmesi olmamasına rağmen.
Bir iş gezisinde tanıştığım yörenin (Ege) en varlıklı kişisi yemek, kahve faslı sonunda ayrılırken çalışanına bir küfe üzüm getirtti, kabul edip etmeme konusunda bir iki itirazdan sonra arabaya koymakta zorluk çektiğim üzüm dolu küfe için, ’’beyefendi annemden gördüğüm adettir, komşudan bir yiyecek gelirse kabı boş gönderilmez, koca küfeye ne koyacağım ben şimdi şehirli insan olarak’’ dediğimde ’’kelamını, sohbetini koy getir bir dahaki gelişinde beyim’’ diye yanıt aldım. 500 adet su motorunu yöre insanına karşılıksız işini görsün diye dağıtan, 70 küsur yaşlarında, İlkokul mezunu, yörenin toprak ve ürün zengini kişisinin sözü karşısında ne eklenebilirki. Yaşamı anlamak, insanı tanımaya çalışmak, az biraz gayret göstermek, gerçek olmak hiç zor değil.
Toz bile görmeyen ayakkabılarımızla, halı kaplı, korunaklı, yağmur, çamur görmeyen, hatta duvar ve çitlerle çevrili evlerimizde, steril yaşam adına neleri kaçırdığımızı bir görsek. Şehir dışına yaptığımız gezilerde aldığımız kuru, yöresel yiyeceklerle, kilim, hediyelik eşyalarla olmuyor pek. Tokalaşırken bile daha gevşek tutuluyor eller nedense. Gezelim, görelim programında zevkle seyrettiğimiz ve maalesef önceden kurgulanmış gerçek yaşamdan uzak töreler, köy düğünleri değil kastettiğim. Dönüpte en samimi arkadaşım, aile dostum diyebileceğiniz kaç kişi var, ya da hiç var mı? Çekirdek aile diye diye çekirdek gibi olduk. Asıl amacı, üremeye (çoğalmaya) yaramak, kendini saran yapıyı oluşturmak, diğerleri tarafından faydalanılacak kısmı oluşturmak olan gerçek çekirdeğin işlevinden uzak, sadece ’’çekirdek’’ olduk farkında olmadan. Niçin bu kadar korunmaya dayalı gidiyor herşey, kimden, neden korunur gibi yaşanılıyor, kapalı kutu, açılmaktan uzak, gerçek olmaktan imtina eden bir anlayış nasıl oldu da bu kadar etkili hale geldi?Samimiyetimiz nereye gitti bizim, sen bana ben sana nerden çıktı. Dostlar niçin alışverişte görsünler, niçin başkaları ’’derler’’ diye bir tarza dönüştü yaşamımız. Son yirmi-otuz yılımızda neleri eksik yaptık (40 lı yaşları süren) biz bir önceki nesil, neyi aktaramadık yeterince?
Biz toplum olarak mukadderata bağlıyızdır, hayırlısı olsun deriz her ne olursa.
Hayırlısı olsun ne diyelim...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.