- 763 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İNSAN ÖZLÜYORMUŞ
Özlüyormuş insan bıraktığını, dönüp dönüp aradığını özlüyormuş. Öyle birden bire kafamın estiğince yollara çıkmayı seviyordum. Bir can sıkıntısını bırakmanın yoluydu bende bu. Gitmek… Dağların sararan yüzüyle yol almak, dağlarla gözlerimi buluşturmayı seviyordum. Bu içimdeki bulaşıcı gitmek arzusuna yenilirdim hep.
Adını pek söylemez, kararlaştırılmış bir ad takardık ona. Paşavenkli… Çok konuşurdu;ama tam konuşmaya başladığımızda başını bir yana çevirir, sanki hiç konuşmamızı duymamış gibi, konuşmamızın yarısında yeniden başlardı söze. Daha çok aykırı olmayı seviyordu. Kendisiyle bir hesaplaşması vardı hep. Her şeye kızgındı, birilerine hesap kesiyordu sanki. Birlikte çıkmıştık yola. Her yol alışımızda şurda duralım. Ne gereği var… Burda duralım canım, her yer sonuçta aynı, dediyse de aldırmadık.
Bir vadi… Ne denli acıyla doluydu, ne denli anılarla… Bir gün buraların da canına okuyacaklardı biliyorduk. Bu derin koyaklar, bu dağların gölgelerinin ağır geldiği su boyları, bu kekliklerin kışın sığınak yeri olan kıyılardaki kayalıklar, yeni alınan kararlarla baraj sularına gömülecekti. Biz de korkmuştuk kimileyin. Korkunun saltanatı daim olmazdı oysa;ama yüzyılların kararlarının en iyi uygulandığı zamanlardı şimdi. Kim onların gücünün önüne geçe bilirdi ki. Bu vadiler değil miydi “ Buraya sefer olur, zafer olmaz dedirten.” Hani o kızgın şair dememiş miydi “ Ol kıyamet gününden beri Harçik kan akar…” Yıllardı kan ve göz yaşı bu kıyılara egemendi. Kan uyumaz mıydı arada bir ? Bir kuşak kanla büyüdü. Helikopterler kalktı, karayeller su boylarınca döndü. Daha nice silahlar denenmeyi bekliyordu. Dağlar bombalandı, ormanlar yandı. Saatlerce süren çatışmalardan az mı kapalı kaldı yollar ? Kim kazanmıştı, belli değildi. Daldırsam bir an gözlerimi bir facianın habercisi olurdum. Elimizden gelen yalnızca söylenmekti, gerisi cana zarardı.
Dağ keçileri ne hoş inerlerdi sulara silah seslerinin suskun olduğu zamanlarda. Keklikler nasılda su ağızlarına dökülürdü kışın. Şimdi bu yolculukta bir viraneye dönen Zağge’deydik. Suların yasasıyla oynanınca etraf bu mevsimde cılız suyla görkemini yitirir hale gelmişti. Ne kadar kirletiliyordu doğa. Bu kirliliğin sonu nereye varacaktı. Bir şehirin onca peti, şişesi, poşeti hep bu vadilere dökülüyordu. Üretimden çok bir tüketimi yaşıyordu insanlar. Bu belki de yıllarca süren iç kargaşanın insana dayattığı bir kanıksama olmuştu. Bakışlarımı tam kuruyan şelalenin yatağından alacağım sırada gözüm karşı tepede yeni biten iki küçük çınar fidesine değdi. İçimi bir mutluluk sardı yeniden. Tam her şeyin bittiği bir sırada, bir umut pırıltısı oldu sanki. “ Karışmasalar çok güzel olacak” dedi Paşavenkli. Sonra eliyle ören yerini göstererek : Görüyor musun bu yıkıntılar arasında nasıl da bir anıt gibi duruyor çınar.
Çınar… ilk kez Erzincan’dan gelirken tatmıştım o sevinci. Sular akardı şimdi virane olan yapının etrafında. Dağın yamacından küçük kanallarla su, dereye verilirdi bir daha. İşte bu çınar ve üstteki ceviz domur domur olmuştu o baharda. Gözlerimi daldırmış, suyun aktığı yatağa bakmıştım. Ilık bir hava vardı. Karşı yamaçların meşeleri patlamıştı. Harçik’in kimi yerlerinde çığ kütleleri duruyordu. Şu iki fidesiyle yerden boyveren çınarların yerinde sümbüller, daha aşağılarda menekşelerin yüzü duruyordu yüzümde. Ey hayat kaç dalınla sardın beni…
Dağların birbirine çok yakın olduğu yerdeydik. Buralar karanlık çöktüğü zaman bir öfke korkusu olur çıkardı. İnsan korkuyu bu haşin dağlardan, bu kuytuluklardan alırdı. Ne yana dönsek dağdı bizim için.
Bir yolun alt tarafında keyfince akan su, dağların vahşiliğini kırıyordu. Başını almış gidiyordu su. Su olup akmak ne güzeldi. Gitmek doğduğu yerlerden ummanlara…
Kış oldu mu, dağları kar sarınca, tipi boran vurunca, vadi karla dolardı. Birden bir çığ kopar dağların göğsünden yol aman vermezdi. Artık yiğitliğin beş paraya düştüğü zamandır. Eller havada, diller yakarışta ve gök bütün bunlara aldırmadan dökerdi gazabını. Acıydı her yan.
“ Tabii sizin için kolay efendiler, gelip keyif çatarsınız, alırsınız biranızı, rakınızı suların karşısında… Daldırırsınız gözlerinizi, yakarsınız yakılmış ormanlardan arta kalan odununuzu, sonra akşam çökünce sıcak yataklarınıza koşarsınız. Hele bir dağların öfkesini kustuğu zamanları görün siz! Dilin bin yakarışa kalktığı, dilin isyana dönüştüğü zamanları… Tam kurtuldum derken yukarılardan kıyameti bir kar kütlesi hışımla gelir üzerinize. Artık fermanınız idam ve buyruk tamamdır. Kaç yol ağzı, kaç tünel böyle kapandı, kar etmez makineler. Her kepçe vuruşunda seninle alay eder kar kütlesi. Günler sürer, açılır yol. Umudun yeniden dirilişi mi dersiniz, yeni bir yaşamın yoğruluşu mu, gayrı yaban adamların hikayesini de siz düşünün…”
Bir rüyadan uyanırcasına;ama baharların bu kıyameti zorluklardan çıktığını unutma. Bakarsın sümbüli bulutlarına. Dağ taş bir yakarışla çağırır insanı. Sular bulanır önce, sonra karlar eridikçe hiddetlenir ve Zağğe dağın göğsünden bir hışımla fışkırır. Köpük köpük sularını döker Harçik’in yatağına. Doruklarda heybetli bakışlarıyla dağ keçileri, bir umut bin umuda gebe. Ah dağların yeşeren yüzü, ah sevinçlerimizin öyküsü kumkor mantarı, dağ laleleri, yemlik otu, nergisler, menekşeler... Ölüm inkara gelir Dersim dağlarını görünce.
Buranın arkası değil mi Hakis, dedim. Güldü. Gözlerinden kurnaz bir ışıltı parıldadı. Buranın arkası Markasor, dedi. Bir zamanlar bir asma köprü vardı. Kaç asma köprü sökülüp atıldı. Bu tüneli geçince yol bir büklüm daha alıyor ya, işte oradaydı. Derin bir geçiş yeridir. Dağlar çok az geçişe izin verirler. İşte o köprü de öyle bir yerde… Başımı çevirip dediği yere baktım. Heybet öylesine kendini gösteriyordu; ki bakınca gözler irkilirdi. Bir zamanlar yatılı çalıştığım okulda, çocukların çekingen bir ifadeyle “ Dokuzkayalıyım, dedikleri köy demek bu dağların arasında ha, dedim içimden. Sonra Koyeser’de bu dağın arkası öyleyse, dedim fısıltıyla. Orası da neresi, dedi Paşavenkli. Dağların doruklarına doğru yamaçta evler olur ya. İşte Koyeser’de öyle bir yer, dedim. Göğün kıyısında bir köy. İçimi küçükken saran düşsem paramparça olurum, dediğim yerin adıydı Koyeser. Benim içimin merakı…
Kirvelik bu topraklarda yüzyıllardan beri gelen bir gelenek, bir yaşam biçimi, bir dayanışmanın, bir barışmanın adıydı. Kan mı akmış aralarında, kavga mı olmuş, kavgada düşen düşmüş ya kıyamate kadar süren bir düşmanlığı çözmenin en gerçekçi yolu kirvelikti. Araya Muhammed adına konan “ oniki kuruş; ki bu Alevilerde Oniki İmam” demekti. On iki İmam nice zulümler görenlerdendi. Zulmü tanımlamak için bir onların tanık gösterilmesi yeterliydi. Yeryüzünde Oniki İmamlar sanki zulümle kutsanmışlardı. Onlar kadar arınmış daha kim vardı;ki arınmayı hep soylarının tükenişiyle insanlara armağan vermişlerdi. Oniki kuruş Dersim’in kendi yasasıydı. Ona ihanet edilmezdi, ihanet eden ikbal görmez, dertten derde, laneten lanete düşerdi ömür boyu.
“ Bunca kışın ardından her yıl doru atını heybetle süren Kirva Hüseyin gelmemişti. Bir merak almıştı İbiş’i. Téree, dedi yüksek sesle. Her yıl Koyeser’den kirvam gelirdi bu zamanlarda. Dağlar karını eritti, topark ılıttı damarını, çimenler fışkırdı topraktan, Kirvam Hüseyin gelmedi. Hayra alamet değil bu. Bir derdi mi var, yoksa kışın ardından yüzü toprağa mı döndü bilemediğimiz. Heybemi hazırla yollara düşecem, dedi. İbiş’in her sözü buyruktu. Tére kısa boyunu biraz daha kısalttı. Sigarasından bir derin nefes çekip kocasına baktı. Ala gözleri güleçti. Sigaradan kararan dişleri, ağzını açınca belirdi. İbiş gidecem, dedi miydi gidecekti. Bunun ortası yoktu. Söz süküt eder, göz konuşurdu artık. Kır bir atı vardı. Besili semiz bir at. Kirvası gelince arada iki atla yan yana sürerlerdi köyün bahçelerinden tepelerine doğru. Şimdi buyruk yerine getirilip at hazırlanıyordu. Heybenin iki gözünü yufka ekmek, armut kakı, pestil ve kuru dutla doldurun, dedi.
Zaman İbiş için altındı. Sabah yola çıktı. Geban’dan, Solaxan ( Solhan )mezrasından, Kilise’den, Çukur, Vankük,.Kıl, Nazımiye, Deroba ve Hakis’ten geçti. Her geçtiği köyün yüzünün bahara yeni müjde verdiğini gördü. Hakis çayının en azgın olduğu zamandı. Karlar eridikçe su canlanmış, su bulanmıştı. Mezre Sor’dan, eski kalenin altından, Ware Gavo’dan geçip hava kararmak üzereyken Koyeser’e vardı. Tek göz evin kapısının önünde kır at sanki bu anı bekliyormuş gibi kişnedi. Kapıyı usulca başı kofili bir kadın açtı. İbiş önce tanıyamadı kadını alaca karanlık içinde. Kadın Kirvam, sen misin, dedi ağlamaklı bir edayla. İbiş’in içi kaynadı gözleri doldu. Hey vah hey, dedi içinden. Haller kötüydü. Kötü bir haber duymanın korkusuyla titrek bir sesle sordu. Kirvam, nerede, dedi atından inerken. Kadın kendini toparladı: İçerde günlerdir yatalak öyle bekliyoruz, dedi. Sonra İbiş’in elinden atın üzengisini aldı, onu ahıra doğru çekti. Hayvan yorgun kirvam Fatma, dedi İbiş. Fatma onun ne anlatmak istediğini bu kısa cümleden anladı. Ahırın bir köşesinde hayvanı n önüne bir tutam kuru ot attı,sonra tek gözlü evine döndü. İbiş içeri girmişti o gelene kadar. Omuzuna aldığı heybesini odanın bir köşesine bıraktı. Kirvasının hasta yatağının başına geçti. Hüseyin ‘in ağzı açıkta kalmış, mecalsiz öyle bakıyordu. İbiş sesini yükseltti. Benim, kirvam tanıdın mı, dedi. Başını zor bela tanıyorum anlamında salladı.
Kadın idare lambasını yakıp duvara astı. İdare lambasıyla birlikte içeriyi tatlı bir gaz kokusu sardı. Köylüden birkaç kişi de Hüseyin’ in yatağının bir köşesinde bekliyordu. İbiş’ in gelişiyle sanki Kirva Hüseyin’in kanı çekilen damarlarına hayat geldi. Karısına heybeyi göstererek: Kirva ne getirmiş, dedi. Kadın kulağına eğilip yufka ekmek, dedi. Bir parça ver hele, dedi Hüseyin isteksiz. Kadın heybenin bir gözünden çıkardığı taze yufka ekmekten bir parça koparıp getirdi. Kirva Hüseyin o bir parça ekmeği belki yarım saat kadar çiğnedi ağzında ve güçlükle yuttu. Dermansızdı, temelli güçten düşmüş, ekmeği çiğnemek bile ona çok ağır geliyordu. Bir on dakika kadar geçmişti bir parça ekmeği çiğnemesinin üstünden. Çivik non bıde mın ( Bir parça ekmek ver bana ) dedi yeniden. Kadın bir daha yerinden kalktı, yine evin bir köşesine konulan heybeden bir parça ekmek daha getirip Hüseyin’e verdi. O bir parça ekmeği de ilk parça gibi dakikalarca çiğnedi ağzında. Ekmeği yutarken sanki canından bir parça koparılıyormuş gibi acı çekti. Bu iki parça ekmekten sonra karısına bir işaret daha yaptı. Kadın yine geldi eşinin yanına . Bu kez biraz da duyulur bir sesle. Kirva, kakta da getirmiş mi, dedi. Kadın yeniden heybenin yanına gitti. Heybeden iki armut kakı çıkarıp getirdi Hüseyin’in eline verdi. Hüseyin kakları belki bir saatte ama güçbela ağzında gezdirdikten sonra yutabildi. Bu uzun işlemin sonunda yarım çay bardağı su istedi. Kadın yine yerinden kalktı yine denileni yaptı. Adam titrek elleriyle suyu ağzına götürdü. Suyu içtikten sonra adeta gözlerinin feri canlandı. Birden bir yastık istedi karısından. Yataktan doğruldu. Kısık bir sesle kirvasına : Durumlar nasıl, dedi. Kirvanın gözleri doldu, sonra dolan gözler ışıldayınca, kehribar tespihini sevinçle şakırdattı yatağın ucunda İbiş. İyiyim, iyiyim, dedi sevincini bir kat daha çoğaltarak. İbiş anladı ki kirva açlıktan bu hale gelmişti. Hakk’a şükretti. Zamanını iyi ayarladım, yoksa bu kışın örtüsünü bırakıp kaçtığı zamanda kirva da yola düşecekti bir daha dönmemek üzere.
Kış uzun ve çileli geçerdi Koyeser’de. Kar erken düşerdi . Zaman sanki bir renge donanır, gözler bir renge bakmaktan usanırdı. Evin ortasında koca gövdeli bir kavak tomruğu dama dayanak olarak verilmişti. Damın iri mertekleri ni örümcek bağlamıştı. Yaşam bütün bütün üzerlerine abanmıştı Koyeser’in. Çileli bir coğrafyaydı Dersim. “
Düşlerimin içimde yarattığı depremden uyandım. Gidecektik, örselenmiş zamanlardan yüreğimizin duracağı kıyılara. Sökülen asmalı köprüler, yıkılan binalar, esamesi okunmayan değirmenler, dağ yamaçlarında uçan köy yollarını göre göre… Gidecektik yolların bizi götüreceği yeni menzillere. Uzak mı, yakın mı, düşlerimizi daha nerelerde çoğaltacaktık. Bir uslanmaz sevinçti içimdeki…
Burhan Gündoğan