- 617 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YİTİK KIZ
YİTİK KIZ
İnsanlar; okyanustaki azgın dalgalarla yaptığın savaşa değil , sadece ve sadece gemiyi limana sağ salim getirip getirmediğinle ilgileniyordu.Bunu öğrenmiştim ama ..geç öğrenmiştim . Gemi batmış , her şey alt üst olmuştu. Düştüğüm derin çukurdan çıkmak için yardıma ihtiyacım vardı, fakat etrafımda kimse kalmamıştı. Ne yapacaksam tek başıma yapmalıydım. Öylede yaptım. Zor olmuştu ama başarmıştım. Bulanık sularda yüzmeme rağmen , tertemizdim. Uzun bir süredir ihmal ettiğim kağıt ve kalemime sarılıp ; aynı dili konuşamadığım insanlara yazarak bir şeyler öğretmek için aylarca, yıllarca yazdım ha yazdım…
Yaşamımın dönüm noktalarından biri olan yarışmanın sonuçları açıklanıp, birincilik ödülüne layık görülmemin üzerinden on beş gün geçmişti.Bu anlamlı ödülle hayatımda “en çok olmak istediğim şey”olan yazarlığa bir adım daha yaklaşmıştım galiba.Gururlu ve mutluydum. Sanki ödülle birlikte herkesin bana karşı olan bakış açısı da değişmişti.Veya bana
öyle geliyordu.İleride belki de kitapları okunan saygın bir yazar olacaktım. Neden olmasın dı? Kendime güveniyordum.
Bin bir duygu ve düşünce ile bindim, beni ödülüme götürecek Ankara otobüsüne. Dört nolu koltuğuma oturup otobüsün hareket etmesini beklemeye başladım. Bir yandan da etrafı inceliyordum. Hayat ne güzeldi, insanlar hep mutlu olsaydı keşke. Heyecanlıydım ve içim içime sığmıyordu.Yedi saatlik yol nasıl bitecekti; Yol arkadaşım kafa dengi olsaydı bari.
Düşüncelerimden, üst üste çalan korna sesiyle ayrıldım. Saate baktım, kalkış saatini dört dakika geçmişti. Neden hareket etmemiştik acaba? Otobüsün içine göz gezdirdiğimde yanımdaki koltuğun haricinde hepsinin dolu olduğunu gördüm.Yolcular homurdanmaya başlamıştılar ki, otobüsün yanına sarı taksilerden biri hızla yanaştı. İçinden genç sayılabilecek şık bir bayan indi. Galiba son yolcumuzda gelmişti. Yanılmamıştım. Şık bayan tek boş yer olan üç nolu koltuğa gelip, gösterişli mantosunu ve boynundan çaprazlama geçirdiği şişkince spor çantasını üst bagajlığa itinayla yerleştirdi. Bir yandan da konuşuyordu.
-Kusura bakmayın lütfen! buraya gelirken küçük bir kaza geçirdik taksiyle, o nedenle geciktim biraz.
-Geçmiş olsun…önemli değil…dediğimde yanıma oturmuştu bile.
Otobüs hemen hareket etti. Güzel bir yolculuk olacağa benziyordu.Yol arkadaşımın da güzel bir bayan olmasında bence bir mahsur yoktu.
Yaklaşık iki saat sonra yolculuğumuzun ilk mola yeri olan Pozantı’ya vardığımızda az çok birbirimizi tanımıştık. İhtiyaçlarını bir an önce gidermek isteyen yolcular otobüsü hızla boşaltmıştı. Uyuyan üç beş yolcunun haricinde Otobüste kimse kalmamıştı. Yüzüme dikkatlice bakıp;
-Birer sigara tüttürelim mi yazar bey? dedi
-Hayhay…neden olmasın… dedim.
Mantosunu ve şişkince spor çantasını üst bagajdan alıp aşağıya indi. Yardımcı olmamı beklemeden çantayı bacaklarının arasında kıstırıp mantosunu giydi. Çantayı yine çaprazlamasına boynuna takıp dinlenme tesisinin en karanlık yerine doğru yürüdü. Arkasından yürüyüp sigara paketini uzattım almadı.
-Ben buradan içeceğim… diyerek çantasının bir kenarından usta eller tarafından sarıldığı belli olan kalın bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip, yoğun dumanı gökyüzüne doğru üfledi.
On dakika sonra yeniden otobüsteydik. Çantasını üst bagaja yerleştirip mantosuyla üzerini dikkatlice kapattı. Benim için şişkince çantanın sırrı da çözülmüştü bu arada. Çantanın içinde ne olduğunu tahmin edebiliyordum artık. Acı bir gülümseme yüzüme oturdu. Kafam karışmış, hiçbir şey düşünemez olmuştum. Gökyüzüne baktığımda Ay; iki dağın arasında büyük bir tepsi gibi parlıyordu. Yıldızlar o kadar da erişilmez görünmüyordu. Çok uzaklardan bir baykuş ötüşü karanlığa karıştı. Yol arkadaşıma baktım, halinden memnun görünüyordu.
Gerginliği azalmış,biraz rahatlamıştı. Ayak ayak üstüne atarken, gülümseyerek konuştu;
-Demek insanların hayatını yazıyorsunuz..dedi
-Öylede denilebilir.
-Güzel bir uğraş…
-Bence de..
-Ucundan, kenarından bir ara bende bulaştım.edebiyata...şiirler yazıp, günlük tutardım.
-Öyle mi? Ne güzel..
-Hatta ödülüm bile var.
-Gerçekten mi? Çok sevindim..
-Evet bir arkadaşım benden habersiz bir şiirimi yarışmanın birine göndermiş haberim bile yoktu. İkincilik ödülünü benim şiirim kazanmış. Günlerce kutlamıştık, iyi bir moral olmuştu hepimize içerde.
-Nerede?
Bu sorumun üzerine duraksayıp, derin bir düşünceye daldı. Konuşup konuşmamaya karar veremiyordu sanki. Bir şeyler hatırlamaya çalışır gibi, gözlerini kırparak;
-Galiba size en baştan anlatmam daha doğru olacak. dedi.
Burnu fındık, ağzı kahve fincanı,gözlerinde tarifsiz bir hüzün, dili titrek, dokunsan ağlayacak, üzgün ve süzgün ve başı dik .. anlattı, anlattı.
İki yıl kadar önceymiş: bana söylemek istemediği, benimde ısrar edip sormadığım bir suçtan dolayı, bir yıl ceza almış. Aslında suçsuzmuş. Ona göre yargı hata yapmış. Zaten cezaevleri bir sürü suçsuz insanla doluymuş. Asıl suçlular dışarıdaymış. Olanlar hep garibanlara oluyormuş. Kör olasıca parada her kapıyı açıyormuş.
Cezaevinde yattı diye gocunmuyormuş. Her insanın başına gelebilirmiş. Hatta iyi bile olmuş. Ona göre her insan bir müddet cezaevini görmesi gerekirmiş. Orada hayatı daha iyi tanır, tecrübe kazanırmış insan. Sonuçta aslanlar gibi yatmış aslanlar gibide çıkmış. İçerdeki yaşamın dışarıdan pekte farkı yokmuş aslında. İş kötülükse her yerde varmış kötülük. Yok eğer amaç dostluksa orada da varmış. Daniskası varmış hem de..
Sohbetimiz koyulaşırken mola bitmişti. Otobüsümüz dinlenme tesisini geride bırakıp istikametini tekrar Ankara yoluna çevirmişti. Yedi saatlik yol boyunca sıkıntıdan patlayacağını düşünen ben, amortiye razıyken büyük ikramiyeye kavuşanlar gibi sevinmiştim. Yeni yazacağım öykü için iyi bir malzeme bulmuştum galiba. Hostesimizin ikram ettiği kolonya ile serinleyip, ikide çay rica ederek koltuklarımıza yaslandık. Yolumuz daha çok uzundu ve birbirimize anlatacak çok şeyimiz vardı.
-Beni cezaevinde en çok etkileyen kişi Nermin abla idi. dedi. Önemli bir şey hatırlamış gibi başını aşağı yukarı sallayarak üzgün bir ses tonuyla devam etti..
-Cezasını beş yaşındaki kızıyla birlikte çekiyordu. Çok iyi bir insandı. Herkese olduğu gibi bana da çok iyililikleri oldu. Şu anda hala cezaevinde yatıyor, yaklaşık üç yıl daha cezası var. Sık sık cezaevine giderim. Hatta birkaç gün sonra yine gideceğim ziyaretine. Ablam saymışım onu kendime. Cezası bitince de beraber oturmayı düşünüyoruz. O bana bende onun kızına ablalık edip geçinir gideriz. Bu arada tek sıkıntımız çocuk büyüdü. Annesi iyi bir kuruluşa emanet etmek istiyor ama,bir yandan da yanında olmasının daha iyi olacağını düşünüyor. Anlayacağınız ne yapacağını şaşırmış durumda kadıncağız, tek derdi biricik yavrusu. Görseniz öylede tatlı ki zavallı yavrucak. O çocuğa her baktığımda kendi çocukluğum gelirdi aklıma. Yazık. Heder oluyor orada..dedi. Durdu.
Tıkanmıştı. Hatıralar acı ve ızdırap vermişti nedense. Yüz hatları gerildi, zorlukla yutkunup, elindeki kağıt mendili ağzına götürüp üst üste öksürdü. Biraz rahatlamış gibiydi, yinede güçlükle nefes alıp devam etti konuşmasına.
-Bu sefer ziyaretine gittiğimde, çocukla ilgili her şeyi konuşacağım Nermin ablayla. İyi bir yere yerleştirmek lazım çocuğu. dedi.
-Tam olarak kaç yaşında bu çocuk?
-Yedi yaşını biraz geçti.
-Okul çağı da gelmiş geçiyor. Ne yapılacaksa bir an önce yapılmalı.
-Elimizden ne geliyorsa yapacağız artık..Neyse ..Nerede kalmıştık?
-Ödül aldım diyordun..
-Ya.. Evet.. Konuyu dağıttık. Mevzu nereden nereye geldi değil mi?
-Benim için sorun yok, rahat olun. Hem ben dinlemesini çok severim.
-İşte..benim şiiri de yarışmaya Nermin abla gizlice yollamış. Ödül almasam hiç bahsetmeyecekmiş; ama sonuçlar basın yoluyla açıklanıp plaket ve para ödülü cezaevine gelince sevinçten deliye dönmüştük. Günlerce hep beraber kutlamalar yapmıştık. Para ödülü de ilaç gibi gelmişti o zaman. Bizi epey idare etmişti içerde. Ne günlerdi ama..
-Ödül aldığın şiirinde neyi anlatıyordun?
-Özgürlüğü..Zaten cezaevinde başka ne yazılır ki?
-Rica etsem okur musun şiirini?
-Tabii..Memnuniyetle..diyerek öksürüp boğazını temizledi. Heyecanlanmıştı. Arkasına daha bir yaslanıp; etrafını rahatsız etmekten korkar gibi, kısık bir sesle tane tane okudu, Dünya Alfabesi adlı şiirini.
“Değiştirdik bu dünyanın alfabesini böyle biline
Ö harfini başa aldık
Zaten yakışmıyordu Z’ ye sonda olmak
Yumuşatmadan bıraktık G’ yi üçüncü sıraya
Ü el kaldırdı uzaklardan beni unutmayın diye
Koyduk dördüncü sıraya
Boynu bükük kaldı R’ nin
Bir kıyakta ben yaptım ona
Koydum beşinci sıraya
Aynalar satılmasın diye körler mahallesinde
Yerleştirdik L’ yi altıncı sıraya
Bir hak daha tanıdık Ü’ ye gölgesiyle birlikte
Geç dedik yedinciliğe
Hem dörtte olacaksın hem de yedide
Güzel dönsün bu dünya
İçilmesin diye alın teri şerbet niyetine
Aldık mis kokulu karanfilin K’ sını sekizinci sıraya
Şimdi söylüyoruz
Alfabenin ilk sekiz harfini
Ö Z G Ü R L Ü K “diye..
Duyduğum en güzel şiirlerden biriydi. Hayretler içerisindeydim.Uzun yıllar edebiyat dünyasının içinde bulunmama rağmen, böyle güzel bir şiir ne okumuş, ne de duymuştum. Amatörce şiir yazan bu insan; şairim diye geçinen kuru kalabalıklara on basardı bence..
Yol arkadaşıma hayranlığım giderek artıyordu. Kaynaşmış, daha bir senli benli olmuştuk. İki kafadar aynı dili konuşuyorduk, vaktimizde çoktu; bundan iyisi Şam’da kaysıydı.
-Çok güzel bir şiir..Tebrik ederim..
-Beğendiğine sevindim..Teşekkür ederim..
-İltifat için söylemedim, gerçekten çok güzel.
-Bende güzel olsun diye yazmıştım zaten.
-Devam ediyor musun yazmaya?
-Pek değil..
-Niçin?
-Uğraşacağım daha önemli meseleler var.
-Ne gibi?
-Karnımı doyurmaya çalışmak gibi mesela..Kimse kimseye bedava bir şey vermiyor bu acımasız dünyada yazar bey!..Geceleri yatağa girdiğimde midemle kavga edemem. O nedenle de çalışmak ve para kazanmak zorundayım. Hem Nermin ablaya da ben bakıyorum. Kimi kimsesi yok onunda. O nedenle şiir benim için hiçbir zaman birinci sırada olmadı. Önce ekmek, öyle değil mi?
-Fakat haksızlık bu!..
-Haksızlıklar yaşamın her alanında var olan bir şey. Böyle gelmiş böyle de gidiyor.
-Ama sen ne kadar yetenekli olduğunun farkında bile değilsin..
-Farkındayım..Hem de her şeyin farkındayım..Ama gerçeklerde önümde ulu bir dağ gibi dikili duruyor, aşamıyorum onları. Hem bazı şeylerin önüne geçemez insan.
-Her şeyi kadere bağlamayı senin gibi bir insana hiç yakıştıramadım kusura bakma..
Sertleşmeye başlayan sohbetimiz; belki de daha değişik yönlere kayacaktı ama tam o anda otobüsün ışıkları ortalığı gündüz gibi aydınlattı. Hostesimiz yolculuğumuzun ikinci durağı olan Aksaray’a geldiğimizi duyuruyordu. Yolu yarılamıştık.
Aşağıya indiğimizde İç Anadolu’nun, insanın içini titreten o meşhur soğuğu suratımıza bir tokat gibi çarptı. Koşar adım tesisin yemek salonuna girdik. Acıkmıştık. Sıcak birer çorba ve bol şekerli demli çay ikimize de iyi gelecekti.
En dipteki masaya karşılıklı oturup,karınlarımızı aceleyle doyurduk. İhtiyaçlarımızı giderip, hediyelik eşya reyonundan birbirimize ufak tefek hediyeler alıp, tesisin anı defterine duygu ve düşüncelerimizi yazdık. Anons yapan sese uyarak yine koşar adım otobüsümüze bindik. Mola bitmişti. Sohbetlerimizin cansız tanığı otobüsümüz yönünü yine ve son kez Ankara’ya çevirdi.
-Yolculuk boyunca hep beni konuşturdunuz. Bende sizi tanımak isterim. Hakkım değil mi?..dedi. Sesi hafif sitemliydi.
-Beni boş verin,okumak ve yazmaktan başka bir işi gücü olmayan, yazdıklarıyla çelişmemeye uğraş veren, kendi halinde bir insanım.
-Birde kibar ve mütevazi..Onları unuttunuz.
-O sizin güzelliğiniz..
Beğenilmek hoşuma gitmişti ve rollerimiz değişmiş soruları o sormaya başlamıştı.
-Yazarken nelerden ilham alıyorsunuz?
-Pek çok şeyden.
-Mesela!
-Şu an sizden.
-Benden mi?
-Evet. Bence bir yazar için bulunmaz bir hazinesiniz.
-İltifat mı bu?
-Yazarların iltifatları da bir garip oluyor değil mi?
-Ay çok hoşsunuz. Hazine sahibi miymişim de haberim yokmuş..Şaka bir yana bir gün hayatımın yazılmasını hep hayal etmişimdir.
-Bunun için birçok gönüllü bulabilirsiniz..İlk talipli de ben olmak isterim
-Gerçekten mi?
-Neden olmasın..Çok güzel bir hikaye olacağına inanıyorum. Sadece bana hayatınızdan biraz daha detay vermeniz yeterli..
-Dikkatli dinleyin o zaman.
Bazen kırgın, bazen kızgın, bazen gülerek, bazen nemli gözlerle…Bazen elinden oyuncağı alınan bir çocuk gibi somurtarak, bazen de utanarak cevapladı. Çocukluğundan bu güne.. yaptıklarından yapacaklarına..Aşklarından hüsranlarına..karanlıklardan açtığı beyaz sayfalara kadar aklıma gelen her şeyi ben sordum o anlattı. Sustum yine anlattı..anlattı..anlattı..
Adana’nın kenar mahallelerinden birinde doğmuş. Çok fakirlermiş. Ekmeği bulsalar, katığı bulamazlarmış. Kerpiçten yapılmış, sadece bir odası olan garip bir evleri varmış. Kırık dökük eşyalarla döşenmiş bu bir odada,yemekten banyoya tüm ihtiyaçlarını görmeye çalışırlarmış. Hatta soğuk kış günlerinde soba bile kurarlarmış bu küçücük odada.Üzerinde kestane pişirirlermiş sobanın. İki kız iki erkek, dört kardeşlermiş. Kendisi alttan üçüncüymüş. Babasını hayal meyal hatırlarmış. Çok küçükken ölmüş o. Annesi iş bulabilirse çalışırmış.Yemeklerini çoğu zaman komşuları verirmiş onlara. Çok zayıfmış, dokunsan kırılacak gibiymiş. Küçücükmüş elleri, pır pır edermiş yüreği. İri siyah gözleri ürkerek bakarmış. Kelebekleri kendine benzetirmiş. Hem severmiş, hem de acırmış onlara. Kısacık ömürlerine çok şeyler sığdırmaya çalışırmış onlar. Ama özgürlermiş, istedikleri çiçeğe konabilirlermiş yarını düşünmeden. Sefalet içinde geçen günlerde; tek arkadaşı bez bebeğiymiş. Çok severmiş onu. Beraber oynarlar beraber uyurlarmış. Masallar anlatırmış ona soğuk gecelerde. Saçlarını tarar, belikler örermiş, tokalar takarmış allı yeşilli…
İlkokulu henüz bitirdiği yaz,bir gün bir adamla çıkagelmiş annesi.
-Kim bu adam? demiş annesine.
-Yeni babandır! demiş annesi.
Baykuş bakışlarıyla kötü kötü bakarmış adam. Korkarmış ondan. Karanlığın sise boğulduğu dolunaylı bir gecede kırılmış kolu kanadı. Saatler durmuş o an. Zaman; kırmızı akmış bir zaman…Ezilmiş,büzülmüş, kara gözlerinden kanlı göz yaşları süzülmüş. Karalar bağlamış kara bahtı gibi.
Bu nasıl dünyaymış böyle?
Yaralı bir ceylanın can havline ne denirmiş?
Törelerin yazılmayan yasalarını ortaya dökenler, her şeyi bilebilirlermiymiş?
Yemeden içmeden kesilmiş sonraki günlerde.Daha da zayıflamış. Kör, sağır ve dilsizmiş sanki. Kafasından bir tel kopmuş bir gün. Dellenmiş. Vurmuş kendini dağlara; aç, susuz, yalınayak ve kimliksiz…
Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Kuşlar gibi beslenmiş günlerce. Heybetli Toros dağlarını aşmış kurt ulumalarıyla. Korkmamış geceden ve kurtlardan. Hesapsız pusulardan geçmiş kurşuni gecelerde. Yanmış ateşlerde bazen. Bazen de titremiş; minik bir serçe gibi ürkek ve çaresiz…
Yıllar yılları kovalamış. Deli dolu, çılgın, hesapsız bir serüvene koşmuş nefes nefese ve dört nala…
Sevmiş, sevilmemiş yada sevilmişte sevmemiş. Hüzünlü aşk öyküleri yaşamış yürek sızlatan. Nafile aşklara yelken açmış umutsuzca. Gün gelmiş”bir gün daha geçti ömürden”diye üzüleceğine”Bu günüde atlattık”diye sevinir olmuş.
Kötü şartlarda; iyi yetiştirmiş kendini. Saf,dürüst ve dobraymış. Hiç gizlisi saklısı olmazmış. Ama kendisinin erdem olarak gördüğü bu özelliklerinden çok çekmiş. Saflığından ve dürüstlüğünden herkes faydalanmaya kalkmış. Fakat yaş tahtaya basmazmış. On iki yaşından beri çok dikkatliymiş.
Edebiyattan bilime spordan astrolojiye, fotoğrafçılığa kadar hemen her konuda bilgi sahibiymiş. Öğrenmeye çok meraklıymış. Bilge kişilerin özlü sözlerinden dersler çıkarmış kendine. Bir insan için en önemli şey iç huzuruymuş. Diğer şeyler çok fazla önemli değilmiş. Marifet “En fazla şeye sahip olmak değil en az şeye ihtiyaç duymakmış”.
Tüm bunları öğrenmesi otuz yılına mal olmuş. Ama buna da şükürmüş. Çünkü bunları öğrenmeden ölüp giden bir sürü insan varmış mezarlıklarda.
Hemen hemen tüm Türkiye’yi karış karış gezmiş özgürce. Ülkesinin saf ve gariban insanlarının”Ezilmeme”mücadelelerine katılmış. Korkusuzca ve gözü kara.
Hep gezgin bir hayat yaşamış. Sıcak dostlukların saygı duyulan kucağında baş tacı yerler edinmiş efendice. Türkiye’nin hangi yöresine gitse; kendisine kucak açacak dostları varmış.
Çok şey görmüş, çok şey yaşamış. Bir sürü insan tanımış. Dünyada iyide varmış, kötüde varmış. Ama kötüler daha çokmuş. Bundan da eminmiş. Çünkü insanları çok iyi tanıyormuş. Hayat büyük bir tiyatro sahnesiymiş aslında. Bu sahnede herkesin bir rolü varmış. Kendine de bu rol düşmüş bu oyunda.
-Rolünden memnun musun? dendiğinde.
-Kader böyle istedi, elimden ne gelir ki? dermiş.
Bu trajikomik oyunda, hem sekizli sinek olabilirmiş, hem de kupa kızı.
Alın yazısına inanırmış bir tek. Her şey doğarken yazılırmış alınlara. Felekmiş bu. Kimine kavun yedirirmiş kimine kelek. Kendisi listenin kaybedenler bölümündeymiş hep..
Duygusalmış, olur olmadık şeylere ağlarmış. Bir kez intiharı bile düşünmüş. Ama yapamamış. Zaten hiçbir şey için ölmeye değmezmiş. Sonradan öğrenmiş bunu. İnceldiği yerden kopmasını beklemiş, militanca ve korkusuz.
Kafası karışıkmış çoğu zaman. Eşekten düşenin halini eşekten düşen anlarmış ancak. Kendini oradan oraya savrulan bir deniz kabuğu gibi yalnız ve çaresiz hissettiği günlerde çelişkilerde yaşarmış. Duygularının ve mantığının savaşını bazen öteki kazanırmış bazende beriki. Dengeyi bulmaya çalışmakla geçiyormuş ömrü.
Ne yapsa mutlu olamıyormuş. Belki de hüzne aşıkmış. Kendini kirlenmiş hissediyormuş nedense. Halbuki tek bir lekesi yokmuş dostluklar üzerinde. Aldatılmaları hayatının kırılma noktalarına denk gelmiş hep. İhanetler görmüş arsızca ve beklenmedik. Günleri iç çekmeler, göz yaşları ve kederle geçmiş. Kan kusmuş gecelerin ayazında. Anası ağlamış!
Anason kokan masalarda sabahlamış. Dumanlı sohbetler derinliklerinde yitmiş, kaybolmuş. Sarhoşluğun esiri olmuş günlerce. Sigara kokan nem kokan duvarlara ismini kazımış kanlı tırnaklarıyla. Adalet arıyorum diye haykırmış göklere avaz avaz.
Geçmişini sorgulayacak, bu günü ve yarını düşünecek çok zamanı olmuş.Yılgın, yorgun ölü gibi geçen günlerde kendini uzun ve kabuslarla dolu bir rüyada zannedermiş. Beklermiş kendini bu rüyadan uyandıracak beyaz atlı prensini, masallara inat.
Bazen şaşırıyormuş gerçek mi? rüya mı? yoksa hayal mi? diye tüm bunlar. Çözemiyormuş. Demir tava gelir, kömür tükenir insan tava gelir ömür tükenir deyip kendi kendiyle yaptığı sonuçsuz kavgalar sonrası doğru yolu bulmuş. Barışmış kendisiyle. Adeta küllerinden doğmuş yeniden.
Bir ara felsefeye merak sarmış. Anlarmış felsefeden, Socrates’ten, tilmiz’den.Yunan tanrılarının gizemli dünyalarına dalışlar yapmış. Platonik duygular taşımış dolu dolu. Aşıkmış ama karşılıksızmış.
Sonra boş vermiş her şeye. Özgürlük rüzgarı nereye savurursa oraya savrulmuş. Parsellenmiş gökyüzünde bulutlarla sohbet etmiş gönlünce. Çatlamış kral heykellerinin boynuna kravat takıp, pozlar vermiş resimlere; şımarıkca…. .
Nemrut’ta gün doğumunu izlemiş üşüyerek. Sisli dağların arasından, önüne geleni yırtarak ilerleyen alev topuna bakarken gözleri kamaşmış. Güneşe tapan ilkel insanları düşünmüş gülümseyerek..Bir dağın tepesindeki kralların lanetlenmiş öykülerini dinlemiş suskunca ve tüyleri diken diken ..O krallar ki doğru dağıtmamışlar adaleti. Ondanmış bu lanet, ondanmış bu sınırsız öfke…
Düşünürmüş hep;
Binlerce yıl önce nasılmış yaşam?
Adaletin kılıcı yine keskinmiymiş?
Güneş yine yakın mıymış bu kadar?
Ölüm;o zamanda var olduğuna göre niyeymiş bu hırs? Niyeymiş bu aptalca kavgalar?.Anlayamıyormuş..
Eline sihirli bir değnek verilse çok şeyler yaparmış. İlk yapacağı da; on iki yaşına dönüp kendine bu acıları yaşatanı yok etmek olurmuş. Ara ara bütün bunları hak ettim mi? diye, sorarmış kendine. Cevap bulamazmış sorusuna.
Oysa ki hayalleri varmış mutluluk üzerine, bir de umutları. Tek katlı, küçük bahçesi olan bir evi olsa! daha ne istermiş. Güller yetiştirirmiş orada,çiçekler ekermiş, renk renk ve çeşit çeşit. Pek umudu yokmuş ama…Her gün yeni bir gündür, diyerek yaşıyormuş acılara inat.
Ankara otogarına vardığımızda güneş yüzünü yeni yeni gösteriyordu. Yeni doğan gün; bir çok güzelliklerinde başlangıcı olacaktı belki de?.Peki o zaman bu nedensiz hüzün niyeydi;.Yol arkadaşıma baktım; o da üzgündü. Gözleri yerde vedalaşmayı bekliyordu. Elini içten bir samimiyetle uzatarak konuştu.
-Güzel bir yolculuktu…Teşekkür ederim.. Umarım sizi sıkmamışımdır?
-Benim içinde aynı duygular geçerli…Asıl ben teşekkür ederim…Her şey çok güzeldi.
-Günün birinde yeniden karşılaşmak umuduyla…Hoşçakalın.
-Hoşça kalın…
Bir kaç adım atmıştı ki; bir şey unutmuş gibi aniden geri döndü. Ne söyleyeceğini merakla beklerken; yüzüne baktım. Ağlıyordu. Titrek bir sesle ağır ağır konuştu.
-Günün birinde öykümü yazarsanız eğer; adını ‘’YİTİK KIZ’’ koymanızı rica ediyorum sizden, dedi.
Duygu sağanağına tutulmuştuk adeta. Gözyaşlarıma hakim olmaya çalışırken, fısıltıyla:
-Söz veriyorum… dedim.
-Teşekkür ederim, dedi.
-Peki niçin illaki yitik kız dedim.
-Çünkü bu isim en çok bana yakışıyor. Tam beni tarif ediyor, dedi.
‘’Şişkince’’ spor çantası yine boynunda, seri adımlarla kalabalığa karışıp, gözden kayboldu. Asıl şimdi yitmişti.
Otobüs tamamen boşalmış, yığılırcasına oturduğum koltukta tek başıma kalmıştım. Başım ellerimin arasında üzgün ve dalgın bir şekilde düşünüyordum.
Manevi tazminatlara bedel biçen vicdanlar ne kadar rahattı acaba?
Kabussuz uyuyabiliyor muydu kalemleri bir çırpıda kıranlar?
Ağır ağır kalkmaya hazırlanırken, az önce yol arkadaşımın oturduğu koltukta, gözüme madeni bir şey ilişti. Baktım, yol arkadaşımın kelebek şeklindeki tokasını gördüm. Onu almam ve saklamam lazımdı. Günü gelince iade etmeliydim. İçimden bir ses yine görüşeceksin diyordu. Yitik kız farkında olmadan da olsa son hatırasını bırakmıştı. Tokayı alıp cebime attım.
Şehir merkezine gitmek için servis otobüsüne bindiğimde, başım zonkluyor, gözlerim biber gibi yanıyordu. Sohbetimizin derin gel-gitlerinden olacak sarhoş gibiydim. Hayat gerçekten çok acımasızdı. Dört gözle beklediğim ödül töreni de pek umurumda değildi artık…
Murat Sümbül