- 1505 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
"HASTA ADAM" ELBİSESİNİ ÇIKARTMANIN ZAMANI GELMEDİ Mİ?
Bir Uzakdoğu sözü aklıma düştü:
“…Eğer bir ülkenin adliye basamakları yosun tutmuşsa,
“…Eğer bir ülkenin hastane basamakları aşınmamışsa,
“…Eğer bir ülkenin okul basamakları aşınmışsa,
“…O ülkede huzur, barış ve refah var, demektir…”
Huzurumuz yok…
Barış içinde değiliz/hatta kendimizle bile…
Hiç-kimse el ele değil ve o hiç-kimse, kendi de değil artık…
Halk fakru zaruriyet içinde olduğu gibi; artan fuhuş, hastalık ve hırsızlıklar yüzünden, “Hasta Adam” sıfatlamasından kurtulamayacak. BOP projesine en uygun bir “Türk Halkı Psikolojisi” ile ortak ”kozmik bir ruh” çerçevesinde preslenmiş durumdayız…
Kısacası bu sükut ve sessizlik kusmadan öncenin bir “mide” bulantısına benziyor…
Mide asiditesi çok yüksek ve bu asit fazlalığının vereceği en bariz komplikasyonu;
Önce “gastrit” sonra “ülser” daha sonra da “yırtılma” ve ardından kanama başlayacaktır.
Şayet yırtılan mideye cerrahi girişim uygulanmazsa; kan kaybından dolayı “hayati tehlike” baş-gösterecektir.
İnsan yaşamı çok değerlidir. Doğru bilgi, beraberinde doğru eylem getirir.
Yanlış bilgi, biz insanları kötü sonuçlara taşıyacağı gibi kendisinden sonra gelen geleceğin de izleyeceği yola ışık olacaktır.
Bütün bu bilgiler birikecek, düşünce kirliliği sonrası “bilgi gen şifrelerimizin” kırılmasına neden olacaktır.
Peki biz nerede hata yaptık? İyileşebilir miyiz? Geçmiş tarihimize baktığımızda madem “Hasta Adam” teşhisi konulmuş, o halde neden tedavisine ve çözümüne gidilmiyor?
Öyle ya!..Doktora gideriz, bir alay tetkik ve analizler sonucunda, bir tanı konulur; ya ilaç tedavisi başlanır, ya da ameliyat edilir.
Ama önce doktor hastaya birkaç soru sorar, değil mi?
Öncelikle biz;Neden toplum olarak hastayız?
Duyarsız/agresif/hazır ve fast food tüketen/bıkan vb bir toplum psikolojisine neden kapıldık?
Ne zamandır/ neden en değerli duygularımızı/değerlerimizi de hızla tüketen bir toplum olduk?
Neden yalnızlık-larımıza sığınıp, kendi içimize kapandık?
Ülkemiz insanı her an panik ile bir kaosa karışacak ruh/halet-i içinde…
Bunu anlamak/görmemek için kör mü olmak gerekir?
Hayır!
Herkesin, her an birbirini yanlış anlaması/algılaması bile düşündürücü değil mi?
Önceden bizler böyle miydik?
Anlayışlı, saygılı, sabırlı, güvenilir, hoşgörülü, yardımsever, konuksever, ikram sever, merhametli/şefkatli, paylaşımcı, duyarlı değil miydik?
Ne değişti de biz kendimize/karşımızdakine yabancılaşıp, duyarsızlaşıp, yalnızlaştık?
Sorular üşüştükçe ruhumun üşüdüğü an gibi titredim. İşte korkunun “o acı sıvısı ” ağzımın içine dolmaya başladı. Yutkundum, acı sıvıyı mideme gönderdim.
Midem yanmaya başladı. Bir anti/asit tablet alıp, yeniden düşündüm. Düşünürken de belleğimden aklıma doğru;
rafine edilerek sızan soruların ardını kesmeye çalışıyordum kendimce.
Korku kültürleri bize ne zaman “ilk kez” ekildi?
Biz korkularımızla nasıl başa çıkabiliriz?
Ne kadar da kolay fethedilecek ve düşüncelerimizin kontrolünü bizden öteye sürebilecek; bir kozmik ruhsal zeminimiz varmış!
İlk doğduğumuz güne doğru düşünce turuna yol aldım: Hemşire veya ebe yüksek sesle düşünüyor:
-Ağlamıyor bu bebek…
Ardından doğumu yaptıran ebe bebeğin minik ayaklarını; tek eliyle sıkıştırdığı ve tepe aşağı “bir sarkaç” gibi salladığı bebeğe “şak” diye bir şamar patlatır.
İlk ŞOK!
Dünyaya ilk kez sıcacık bir cennetten gelen minik tene, vurulan ilk tokat atılmıştır bir kere!
Ardından bir avaz “ınga” sesi ve titreme başlar. Öyle ya anne yavrusunu karnında; 37-37,5 derecede üşütmeden tam dokuz ay, himaye etmemiş miydi? Şimdi kara bırakılmış gibi beton zeminde titreyişlerdeydi bebek, kundaklanmayı bekliyordu. İşte ilk kez, o ilk doğduğu anda şiddetle tanışır bebek…Üç yaşına kadar annenin himayesinde güvenle büyür. Sonra sıcak anne kollarından dış dünyaya ilgi başlar. Ayaklanır, çevreyi öğrenme süresinde, merak ettiği canlı cansız her nesneye dokunmak ister . Ve çocuk ilk korkuyu tetikleyecek sözlerle tanışır:
“Öcü gelecek!..”
Kendisine gelecek olan tehlikenin varlığı işte bu sözlerle sunuldu; ne ve ne zaman geleceğini, bilememenin kaygıları yüklendi minik belleğine. Kendine ve dışarıya olan ”güven duyguları” zafiyet geçirmekteydi. Korku duyguları sızar yavaş yavaş…
Büyüdükçe güçlenen minik kasları, hareket isteyen kemik sistemine direnmekteydi. İşte bu anlarda ailesi ve çevresinden “yaramaz” sözcükleri işitince;
“Polise- askere- söylerim bak!..” uyarı sinyalleri verilmektedir, sıklıkla…
İşte bu yaşlarda, güce karşı direnmemeyi, şiddetin geleceği hissettirilip, haklı olsan dahi verilene razı olup, “yap/yapmalar-la” susmalar öğretildi.
Hala anımsarım, o çocukluk yıllarımdaki bir kareyi:
“Ne zaman asker ve polis görsem, annemin eteğine sarılıp, ürkerek saklanırdım. Daha o zamanda korku minik yüreğime yerleşmişti…”
Ve çocuk yedi yaşına gelmiştir. Okul yollarına yolculuk başlar. Merhaba hayat! Öğretmene “eti senin kemiği benim” diye teslim edilir.
Anne kucağından, okuldaki öğretmen ellerine teslim edildiğimiz süreçlerimiz; böyle bir duygusal travmayla tamamlanmıştı.
Öğretmeni yeterince dinlemek şöyle dursun, bildiğimiz dersi bile utancımızdan/özgüven eksikiğimizden dolayı; lal olmuş gibi söyleyemez, sınav kaygıları ile karın ağrımız başlar, güven eksikliği yaşar, parmağımızı kaldıramazdık bile…
Öyle ya, ”Bak öcü gelecek!” sözlerinin tesiri vardı, çocuk yüreğimizde…
Okulda hastalıklara karşı aşılanacağımızda, ne zaman hemşire veya bir doktor görsek; beyaz önlüklü, aşı sırasının en arkasına kaçar, görünmez olmak isterdik. O gün okulu asar ya da tebeşir tozu yutar ateşlenir okula gitmezdik.
Öyle ya; ne zaman bir ağaca tırmanmak istesek, ne zaman kendi oyun bahçemizde yuvarlanıp; düşüp, üstümüzü çamurlasak, yaramaz olduğumuz düşünülmüştü:
“Doktor amcaya söylerim bak, sonra seni keser!..Hemşire şimdi gelip, sana kocaman iğne yapar!” sözleri ile uslu durmamız isten-memiş miydi?
Hiç unutmam erkek kardeşimin, sünnet yatağından kaçışını…
“Yaramazlık edersen…Bak, pipin kesilir ha!.. sonrada pilav üstü yenecek…” sözleri ile yedi yaşına taşınmıştı, korkularını…
İşte böyle psikolojik koşullanmayla, bozuk bir alt yapıyla ilk-orta-lise-üniversite okul sıralarımızdaki, toplumdaki yerimizi aldık.
Kendimin, farkında olup da “kişisel gelişimim” için hayatın içinde deneyimlerle, törpülenip, doğrulup azınlıkta kalan “düşünen-üreten” biri olma çabalarım hala sürmektedir.
Öyle ya, henüz çok küçük yaşlarımızda, yanlış eğitimlerle korku ile tanıştı; minik yürklerimiz. Kolay mı değişmemiz?
“Hasta olma” korkularımız türemişti içimizde…Bu durum hep böyle süre-geldi ve bilgi genlerimizle nesilden nesile taşındı, asırlardır.
Sonuç:
Bu ruhsal durumumuz; bir başkalarının ”düşüncelerimizin” kontrolünü çok kolayca ele geçirmelerini sağlayacaktır.
Hele ki hala sağlıklı düşünemeyen, eğitim/öğretimdeki yanlış bilgilerle donatılmış bir sistemin içindeysek…
Hele ki, emperyalist dış güçlerin ”TÜRKİYE TÜRKLERE BIRAKILMAYACAK DERECEDE ZENGİN BİR ÜLKE” diye değer biçip, yıllar önceden fişledikleri güzel yurdumuz hakkındaki planları, günümüzde sümen altından çıkartmışlarsa…
“Hasta Adam” elbisesini çıkartmanın ve iyileşmenin zamanı gelmedi mi?
Emine Pişiren/Edremit-Akçay
26.Şubat.2010
YORUMLAR
sevgili arkadaşım geçmişte başımdan geçen bir olayı anlatarak yorumuma devam etmek istiyorum. muğla sivil savunmada görev yaptığım için resmi kıyafet giyiliyordu teşkilatımızda, ben dış görevli olduğum için sivil kıyafet giyiyordum. ne zaman bir devlet büyüğü gelirse o zaman bir iki saatliğine resmi giyiyordum,yıl 1988 yatağan'a kenan evren geldi, tabiki resmi elbiselerimi giydim ve tören yerinde sigara içmek istedi canım. sigaraya karşı iradem çok zayıf olduğu için kalabalığın arkasına dolaştım sigara içmek için, keşke gitmeseydim... 4 yada 5 yaşlarında çocuk eziyet ediyor annesine, kadın çocuğa bak polise bir veririm seni bir daha beni göremezsin seni keserler öldürürler dedi ama ben ne olduğumu bilemedim. sanki kaynar sular başımdan aşağıya döküldü. hemen ordan ayrıldım töreni aklıma bile getirmeden kıyafetimi çıkarıp attım ve yemin ettim bir daha resmi elbise giymiyeceğim diye. o günden sonra on dört defa disipline gittim, yedi kez maaşın sekizde bir ceza ödedim. çünkü o küçücük çocuğun korkuyla bana bakışını hiç unutmam ve hala gözümün önünden gitmez, bir gün itfaiye haftası nedeniyle okulda derse girdim. bir müddet anlattıktan sonra soru sorayım dedim bir iki çocuğa sordum, aradan bir el kalktı soru soracak diye söz hakkı verdim ama nefesim kesildi çocuğu görünce. bedenim buz gibi oldu çocuğa evet sor demiş bulundum, sen polissin itfaiyeci değilsin sen çok kötü adamsın çocukları götürüp öldürüyorsun, burdan kimi götürcen diye soru yöneltti. işte o gün o anneden nefret ettim tanımam bilmem ama o annenin başlı başına kişilik bozukluğu olduğu kanısına vardım, hiç bir anne çocuğunun psikolojisini bu denli, etkilemeye hakkı yok. çocuğunun askere, polise yada her hangi bir resmi elbiseli kamu görevlisinden korkulmayacağını onlara güvenilmesi gerektiğini öğreteceğine, bizzat onları can düşmanıymış gibi gösteriyorlar. dediğiniz gibi ilk önce eğitim, eğitimin olmadığı her yerde kötülük kök salar. bu güzelim ülke ne çektiyse eğitimin temeline enilmediği için çekiyor. yazınızda başından sonuna kadar haklı olduğunuzu belirtmeden geçemiyeceğim ve çok çok yerinde anlatım. yazınız sayesinde geçmişte başımdan geçen kötü bir yaşamışlığımı anlattım şu an biraz kendimi biraz daha iyi hissediyorum... arkadaşım aslında yazın için yazılacak çok şeyler var ama anlayacak ve ileriyi görebilecek toplum nerde. başbakan çıkıyor televizyonda yazarları işsiz kalmakla tehdit ediyor,patronlarına açık açık gözdağı veriyor. A K P nin vekilleri toplantılarında kendini bilmez bir şekilde cumhuriyetçileri kanı bozuklukla, soysuzlukla suçluyor. bir diğeri kin ve nefretle kırk yıl sonra bizde bunları fişliycez diyor. benim anlamadığım bunlara oy verenler TÜRKİYE CUMHURİYETİ VATANDAŞI DEĞİLMİ.? o vatandaşların verdikleri oy larla vekil seçilip evlerine ekmek götürdüklerini ne zaman anlayacaklar... ve hala ne partilerden nede sivil toplum örgütlerinden yargıyı saymıyoruz artık o kendini bile kurtaramıyor, ordu gibi ama en azından kınama yapabilirlerdi.... çünkü sizinde üstüne basarak belirttiğiniz gibi bu toplum çocuk yaşta başlıyor sindirilmeye, demekki türkiyenin geleceği çok çok karanlık. böylesi güzel bir konuya yazında değindiğin için teşekkür eder, sevgi ve saygılar sunarım.
emine pisiren
Bir insanın en değerli bellek hazinesidir anıları.
Bazen bir sözcük, bir olay, bir obje bizi alır götürür geçmişe doğru.
0-6 çocuk eğitimi çok önemlidir. Sağlıksız beyinlere emanet edilirse, nasıl psikotik nesiller toplumun da karakterini bozacaktır. Ruhsal hastalıkların bulaşıcı olduğu kesindir. Sürekli kaygılarla, korkularla beslenen bir çocuk ruhunun ileriki yıllarda davranış bozuklukları gösterecektir. Bir Latin sözü vardır çok manidardır.
İNSAN İNSANIN KURDURUR.
Çocukluğumdan beri askere ve polise müthiş sevgi ve saygı ile büyütüldüm.
Çünkü öğretmenlerimiz Atatürkçü ve laikti.
Aileler, okul öncesi çocuk eğitimlerindeki yanlışlıkları aslında kendi yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Henüz çocuk yaşta "şiddet/korku" ile büyüyen çocuk, baskıladığı duyguları; yetişkinliğinde komplexlere dönüşecek ve yaşamda onun agresif ve hırslı bir yapısı ile aramızda olacaktır.
Yüksek sesle konuşan insanlarımızın eğer duyma kusurları yoksa, dikkat edilirse sinir sistemlerinde bir bozukluk olduğu kesindir.
Mutlu insan, kendiyle barış içinde olan insandır.
Mutlu insanın yüzü aydınlık ve hoşgörülüdür.
Mutlu insanın iki rolü vardır. Biri kendinden küçük olana sevgi rolü, diğeri kendinden büyük olana saygı rolündeki başarısı gözle görülecek derecede aşikardır.
Mutlu ve mutsuz insan çok kolay ayırt edilir.
Beyaz ve siyah renk gibidir.
Değerli Dost,
Geçmişte başınıza gelen o hadiseler hala yaşanmaktadır. Polise ve askere TAŞ atan çocukları TV'lerde görmedik mi?
Karadeniz'in bazı yörelerinde "kaç çocuğun var?" diye sorulduğunda "üç uşağım var" denilmektedir. Oysa o ailenin beş çocuğu vardır. İki kızı çocuktan saymazlar bile.
Bu sakat eğitimi;
"Kötü tohum eken kötü ürün biçer"
"Ön teker nereye giderse arka teker onu takip eder." sözleri boşuna söylenmemiştir.
Milli eğitim ve öğretim çocuk eğitimindeki zorlanması; farklı kültüre sahip ailenin çocukları oluşundandır.
Ortak bir bilinç olmuş olsa ne saldırı ne savunma yaşanacaktır.
Yazımı okuyup, değerli yorumunuzla eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.
Kaleminiz daim olsun.
Sevgi ve ışıkla
Okurken düşündürüyor.İleri geri sardırıp, düşürüveriyor akla;
***
"Halk fakru zaruriyet içinde olduğu gibi; artan fuhuş, hastalık ve hırsızlıkar yüzünden, "Hasta Adam" sıfatlamasından kurtulamayacak ve BOP projesine en uygun bir "Türk Halkı Psikolojisi" ile ortak "kozmik bir ruh" çerçevesinde preslenmiş durumda...
***
----Nutuk, gerçekten başucu kitabı.Bilimselliğe sımsıkı tutunmuş,davasına sevdalı,bağımsızlığa aşık,savaşçı halk önderinin ileri görüşlülüğü...
***
"Şayet perfore olan mideye cerrahi girişim uygulanmazsa; kan kaybından "hayati tehlike" baş-gösterecektir.
İnsan yaşamı çok değerli. Doğru bilgi, beraberinde doğru eylem getirir.
Yanlış bilgi, kötü sonuca götürdüğü gibi kendisinden sonra gelen jenerasyona model olacaktır.
Bilgi ve düşünce kirliliğine neden olup; bilgi gen şifrelerimizi detone edecektir. "
***
---Benim aklıma "İran" geldi,nedense...Karşılaştırdım,sonra...Şşşşşt dedim!
"Uyusun da büyüsün..."
***
"Korku kültürleri bize ne zaman "ilk kez" ekildi? "
***
---Telaşlanacak bir şey yok dedi,Amerikalı "Darbeyi bizim çocuklar yapmış!"
Cevap verdi diğeri;
"İleri/geri,Modern/Postmodern,Askeri/Sivil her neyse adı.Tabii ki bizim çocuklar"
***
"emperyalist dış güçlerin "TÜRKİYE TÜRKLERE BIRAKILMAYACAK DERECEDE ZENGİN BİR ÜLKE" diye değer biçip, yıllar önceden fişledikleri güzel yurdumuz hakkındaki planları, günümüzde sümen altından çıkartmışlarsa…"
***
Ben,aynı tespiti yapacağım yine;Bu hastalığın ilacı,"Nutuk".
Anlatmış,göstermiş...
Kör gözüme gözüme...demiş.
Bir kez denemişlerdi,hiç vazgeçmediler...
Varolun hep.Selam,saygı.Aydın yüreğinize...
emine pisiren
Biliyor musunuz?
Sizi görünce sayfamda gözlerim ışıyor...
Mutlu oluyor...
Ve
Yalnız olmadığımı düşünüyorum...
Cicero der ki;
"Eğer hiç tanımadığınız biri ile ilk kezz karşılaşır ve sizin frekansınızda eş/uyum pozitif duygular uyandırmışsa, ve sevmişseniz o kişiyi, şu kesindir ki, o mutlak ruh akrabanızdır..."
Ruhların akrabalığına inanıyorum, ne zaman bir ATATÜRKÇÜ görsem, ona şiddetli bir saygı ve sevgi duyumsuyorum...
Teşekkür ederim can dost...
Evet, size bundan böyle "can dost" diye hitap edeceğim...
Yüreğinizden sevgi...
Gönlünüzden dostluk...
Yüzünüzden sağlıklıı gülüş...
Ülkemizden barış ve huzur
Kaleminizden de esinler eksik olmasın...
Sevgi ve ışıkla
kurtoviç
"Can dodtlar" çoğalsın,eksik olmasınlar.
Selam,saygı.
Emine Hanım, ahvalimizi çok güzel çok doğru özetlemişiniz. Kaleminiz yüreğiniz var olsun.
(Fikret Bey'e hiç katılamıyorum. Güldüm :)) balık hafızaya sahip miyiz acaba? Ülkemiz son yedi yıldan önce güllük gülistanlıkmış ta hiç haberimiz yokmuş. İşsizlik ve borç batağında oluşumuz da yeniymiş... Her ne kadar şimdi farklı gösterilmeye çalışılsa da, tam tersi emperyalist güçlere bir baş kaldırı var. Sömürgeci güçlerin ellerinde kukla gibi oynattığı, her yirmi yılda bir gerilere attığı, terörü hortlatıp başımıza binbir dertler attığı, her dediklerini yapan bir Türkiye yok artık! Ama sömürgeci güçler boş durmuyor. Olmayan irtica geliyor senaryolarını dayatıyorlar bize, çeşitli kamplaşmalarala, birlik beraberliğimiz, dirilmemiz, uyanmamız, kendimize gelmemiz engellenmeye çalışılıyor... )
emine pisiren
Ne güzel gelmişsiniz yazım sayfama!
Varlığınızı değerli yorumlarınızla hissettirmenizle mutlandım.
Yazıdan ziyade, asıl olan diğer yüreklere verilen ve alınandır...
Biz bilinci olmayan bir insan yarını ve yarından ötesini düşünür mü vatanı için?
Bugün sordum kendime;
"Dünyanın en fakir ülkesi/kıtası nerededir?" diye...
İçimden "Afrika" diye geçti...
Sonra ikinci soru oluştu;
"Dünyanın en zengin ülkesi/kıtası nerede?"diye...
Yine içimden "Afrika" geçti...
Daha sonra üçüncü soru ışıldadı akıl depomda;
"Neden fakir ve neden zengin?" diye...
Afrika, başta altın-elmas-urannyum olamak üzere çok zengin madenler hala çıkartılmakta. Dünyada maden zenginliğinde başı çeken Afrika bugün neden açlıktan bir dakikada 28 kişi ölmekte?
Çünkü kendi ülkelerindeki bu zenginlikler Amerika-İngiltere-Fransız işletmekte ve sıcak para kendi banka/borsalarına akmakta...
Yarın BOP'un ülkemizdeki bayrağı dalgalanınca, Türkiye 1915 yılından daha kötü günlere uyanacaktır...
"Enseyi karartmayalım, bize birşey olmaz, satılsın ne var topraklarımızı alıp sırtlarınada ülkelerine mi götürecekler, amannn, bana dokunmayan bin yıl yaşasın, evim, arabam, bankada beni ölene kadar yaşatacak kapitalim var...vb..." akıl yürütmelerle de, ahkam kesmelerle de, adam/sendecilikle de Türkiye'de yaşayan insan uyumakta...
Ninniler dinlemeyi bıakıp, uykudan uyanıp, yüzümüzü yıkayıp, kardeş kardeşe kavgamızı bırakıp, talan edilmiş ve soyulan evimizi , "Naıl yeniden döşeriz?" onu düşünmemiz gerekir...
Emanet edilen NUTUK biize rehperimizdir.
Nasıl ki, din konusunda şaşkınlık anımız olunca Hz.Peygamberimizin 40 Hadisine baş vurup, manevi huzura kavuşuyorsak;
Biize emanet edilen TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ İLELEBET KORUMAK için NUTUK bizim yaşam rehperimiz, pusulamız olacaktır...
Ne Mutlu Türküm Diyene...
Sayfamı onurlandıran kaleminiz daim olsun yazarım...
Sevgi ve ışıkla
''Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar zengin bir ülke'' sözünün gereği çoktan yerine getirildi maalesef. fabrikalarımız, millî kuruluşlarımız, bankalarımız ve hatta madenlerimiz bile çoktan eelrine geçti. Ordumuz bile % 80 bağımlı ABD'ye. halk ise yoksullaştırıldı, işsiz bırakıldı, cahil ve sağlıksız bırakıldı. Borç batağında olmayan, işleri yolunda olna, yarını garanti olan kimler kaldı bu ülkede ? Nasıl gülsün yüzler ? Dirilsek ne yazar, bu saatten sonra ? Her tarfımız kuşatılmış, işgal edilmiş. Çok geç kalındı, çok ! Şimdi ülkeyi bu hale getirenlerin tek hedefleri , bizi tam bir din bağımlısı yapıp , yokluğa, sömürülmüşlüğe razı olmak, şükretmek, '' kader'' deyip sineye çekmek. halk da buna çoktan hazır zaten. isyan edenler de '' din düşmanı, kâfir '' ve hatta '' kanı bozuk !'' oluyorlar anında.
emine pisiren
Yazım sayfamı onurlandırdınız varlığınızla. Sonsuz teşekkür ederim.
"Çok geç kalın/mış/dı" dili ve mişli geçmiş zaman fiileri, şimdiki zamana giydirilmesi asıl düşündürücü olan...
Şöyle düşünelim;
"Evimiz biz uykudayken hırsız giriyor, daha çok uyumamız için biize bir de uyku spreyi püskürtüyor, mışıl mışıl derin uykudayken, hırsız evin hemen hemen tüm eşyasını kapı önündeki kamyonuna yüklüyor, bir uyanıyoruz ki, saçımızı tarayacak tarağımız bile alınmış!.."
Şimdi size bir soru;
NE YAPARSINIZ O ANI YAŞADIĞINIZDA?
Yanıtınızı bekliyorum.
Sevgi ve ışıkla