Biz Bizi Biliyor muyuz? (1)
Sevgili Dostlar,
Burada yer almaya başlayan makaleler, dostlarla yapılan sohbetlerin, öğrencilere anlatılan hikaye ve nasihatlerin, canlı ve cansız kitaplarda yer alan hayat hikayelerinin, Farklı bir mahlasla daha önceden yayınladığım “Aynadaki Ses” isimli kitaptan alınarak düzenlenmesinden ortaya çıkmıştır.
Kitaptaki konuların neden böyle bir formata dönüştürülerek yayınlanma gereği duyulduğu sorusuna ise doğrusu tam (net) bir cevabım olmamakla beraber, yazılan konuların daha geniş bir okur kitlesine ulaşmasının faydalı olabileceğini düşündüğümü bir ihtimal olarak söyleyebilirim.
Saygılarımla
Almuti
Biz Bizi Biliyor muyuz?
Beydeba’nın “Kelile ve Dinme” isimli eserinin önsözünde;
“ Yıllar boyu halkını mutluluk içinde yönetmeyi başarmış hükümdarın başucunu hikmetli bir kitap süsler ” denilmektedir. Bahsedilen eser Hint hükümdarı Debşelem şah için yazılmıştır. Gerçeklerin peşinde koşan Şah nihayet “ bilginin kalbi uyaran ışığına ” ulaşır.
Aslında bizler de kendimiz ve çevremizden sorumlu birer padişahız. Çevremize mutluluk yaşatmayı bir an unutun, kendimizi mutlu kılabiliyor muyuz? Kalplerimizi uyaran ışıklarımız var mı? Çevremizdeki ışıklardan yeterince faydalanabiliyor muyuz?
Işığı tanıyor muyuz, yoksa gönlümüze ters gelenleri ışık olarak kabul etmiyor muyuz?
“ Güneş yaş dala da kuru dala da aynı mesafededir. Yaş dalda meyveler oluştururken, kuru dalın kuruluğunu artırmaktan başka bir işe yaramaz ” der Mevlana.
“ Biz bize benzeriz ” der bir deyimimiz. Gerçekten biz bize ne kadar benzeriz? Farklılıklarımız nelerdir?
Tarif ettiğimiz biz, gerçekteki biz miyiz? Nasıl anlatırız kendimizi çevremize?
Aynaya bakınca kendimizi görebiliyor muyuz? Ne derece, tepkilerimizi kontrol edebiliyoruz? Yoksa tepkilerimiz mi bizi kontrol ediyor?
Kimleri niçin seviyoruz? Kimlerden nefret ediyoruz? Nefret ve sevgilerimizi arkadaş ve dostlarımız mı oluşturuyor? Beynimiz mi? Kendilerine mi kızıyoruz onların, eylemlerine mi?
Sevgi ve nefreti oluşturan gerçekten onların eylemleri mi yoksa bizim beklentilerimiz mi?
Kızdıklarımızın cezalarını onlara değil de niçin kendimize veriyoruz? Hırs ve intikam ateşiyle kendimizi niçin yakıyoruz?
Negatif enerji üretmeye mahkum muyuz? Ürettiğimiz negatif enerji stresi altında depresyona girmek ve hastalanmak zorunda mıyız?
Niçin her sabah yataktan yorgun ve umutsuz kalkıyoruz?
İşe-okula giderken neden “ayaklarımız tersine gidiyor?
Beş duyunun algılayamadığı enerji yumakları mı hayatımızı yönetiyor?
Düşünceleri oluşturan biz miyiz, düşünceler mi bizi kılıktan kılığa sokuyor?
En son ne zaman bir iltifat aldık, en son ne zaman birine iltifatta bulunduk, “seni seviyorum” diyebildik?
Hayatımızdaki “keşke”lerin sayısı ne kadar? Keşke, hiç keşke dememiş olsaydım dediniz mi hiç?
Aslında hepimiz birer yöneticiyiz, yönetmeyi çok severiz. Her şeyi yönetiriz ancak, olması gereken bir şeyde, kendimizi yönetmede çok başarısız kalırız, genelde bizi tepkilerimiz yönetir. O halde yöneticilere ait hallerin en iyilerini kendimizde geliştirmek zorundayız.
Kendimizi yönetmede ve iyi bir insan, iyi bir yönetici olmada gerekli özellikler çok fazladır. Hepimiz her zaman iyi sözlere ve öğüte muhtacız aslında ama öğüt, talepte bulunan için geçerlidir. İnsanın kendinde kusur görmemesi ise en büyük kusur değimlidir?.
Karşımızdakini Nasıl Tanıyoruz?
Kendimi bildim bileli, bu güne kadar karşılaştığım insanlara karşı ilk görüşmede içimde iki farklı tepki gelişti, bu insanlar gözüme iki farklı şekilde göründü; sevimli ve ya sevimsiz.
Başka bir ifadeyle sempatik ya da antipatik. Kısaca bir gruba karşı içimde sevgi gelişti diğerine de nefret. Bu sevgi ya da nefret duygusunu oluşturan ben miydim, yoksa karşımdaki miydi? Bu birlikte bir etkileşim miydi, ya da bizim dışımızda gelişen bir hal miydi? İnsanlar ilk karşılaştıklarında bu iki duygudan biri mutlaka gelişir dersem hata etmiş olur muyum?.
Şunu kendimden emin olarak söyleyebilirim ki iki kişiden biri sevgi hissederken diğeri nefret hissedemez. İkisi de aynı anda aynı duyguya doğru yönelir. Peki, kendi iradelerinin dışında gelişen ve her ikisine de aynı anda yansıyan bu durumun izahı ne olabilir? İkisinde de kıvılcım aynı anda mı çakar acaba?
Bir tiyatro sahnesinde, sevgi veya nefretlerimizi bile kontrol edemediğimiz, onların elinde birer oyuncak olduğumuz bir oyunun figüranları mıyız yoksa? Yada bir bilincin, rüyanın içinde oynayan rüya karakterlerinden mi ibaretiz?
“ Her şeyin zihinsel ve yaratıcının zihninden ibaret olduğuna inandığını ” anlatan Keith Sherwood ile “ la mevcude illallah ” yani “Allahtan başka hiçbir şey yoktur” diyen Muhiddin Arabi, farklı inanışlar içinden geldikleri halde aynı noktada nasıl buluşabilmişlerdir?
Maddeyi algılayan beş duyunun ötesinde, metafizik sahadaki algıları da ifade eden Mevlana’nın “ beş bilinir duyunun haricinde beş bilinmez duyu ” anlatımıyla, Budistlerde, keşişlerde ya da Hindularda tezahür eden, metafizik algılama güçleri ve yaşantı şekilleri nasıl oluyor da aynı noktada tezahür edebiliyor?
Son peygamberin “ Ölmeden önce ölünüz ” sözündeki manaya, Goethe farklı bir inanç dünyasından “ Öl ve ol ” sözü ile nasıl oluyor da ulaşabiliyor?
Kişiler kendi değer yargılarına göre farklı inandıklarından, nasılların anlaşılmasında farklılıklar oluşması gayet normaldir. Ama sonuçta “ isteklerin ifadesinde !” bir noktada buluşabilmektedirler.
İster Müslüman, ister Hıristiyan ya da ateist, her biri farklı değer yargı ve inanç sisteminde olanlar, her ne kadar farklı isim ve terminoloji kullanıyor bile olsalar, neticede belirli hedeflerde hepsinin aynı noktada buluştuklarını görmek hiç de zor değil.
Madde ötesi kavramlarda, sevgi ya da nefret duygularında hepside aynı şeyleri farklı isimlerle ifade etmektedirler. Buna hayret mi etmek lazım? Yoksa normal mi görmek gerekir?
Kim olursa olsun, şayet “sevgi çemberinin” içinde bir parçaysa, insana, doğaya, kısaca her şeye sevgiyle bakabilir, bakışında sevgi vardır. Bir başkasına göre pozitif enerji dağıtır. Bir başkasına göre de yüzünde nur vardır. Bir başkasına göre ise iyi bir insandır.
Demek ki iyi bir insan olmanın yolu sevgi çemberi içinde kalmaktan geçiyor. Peki, sevgi çemberinin sınırlarını kim çiziyor, kim bu insanları o çembere alıyor, tesadüfler mi? hakikatler mi?
“ Tabiatta her şey bir kural ve kanuna bağlıdır. Şans diye bir şey olamaz, şans sadece henüz tanımlanamamış bir kural ya da kanundur ” Diyor Sherwood.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi renk ve ırktan insanlarla karşılaşırsanız karşılaşın, nefret ve karamsarlık çemberinde kalanlara hiç dikkat etmeksizin, sevgi çemberinde olanlardan mutlaka ama mutlaka birilerini görür, bulursunuz. Her kavim ya da kabileye ulaşan, her insana mutlak bir şekilde tesir eden, bu metafizik müjdeleri kim gönderiyor onlara?
Ulaştığınız her yerde, adı ne olursa olsun, bahsedilen bu güzellikleri gördüğünüzde, güzelliklerin kaynağından haberdarsanız, göndereni de mutlaka bilir ve gülümsersiniz.
O kaynak ki, her insana mutlaka ama mutlaka uğrar, zengin-yoksul, asalet, renk, kabile ayırt etmeksizin, çünkü gönderen öyle diyor.
Her insanın yaşam enerjisi ondan gelir, insan farkında olsa da olmasa da, çünkü gönderen öyle diyor.
Her telden akar, her şekilde görülür, her kılıfa girer, hiçbir engel tanımaz insanlara akar, çünkü gönderen öyle diyor.
Her acıya derman, her sıkıntıya çözüm, her yüke destek, yalnızlığa ilaç, çünkü gönderen öyle diyor.
Ancak, her uğradığı şehirde herkes kabul etmiyor, kapılarını açmıyor, açamıyor çünkü gönderen öyle diyor.
Kimi kumdan kaleye tutsak, kimi de cihana kral oluyor, çünkü gönderen öyle diyor
Ne almaya gücü, ne de vermeye yetkisi var insanın, o isterse alıyor, istemezse alamıyor çünkü gönderen öyle diyor.
Teslim olan hür ve özgür, teslim olamayan ise köle kalıyor, çünkü gönderen öyle diyor.
O kime gelmişse onlar birbirini tanıyıp seviyor, o kimde yoksa onlar da birbirini tanıyor ve seviyor, çünkü gönderen öyle diyor.
“ En büyük kainat insan gönlüdür. Kainatın sınırlarına ulaşırsınız ama insan gönlünün sınırlarına ise asla ”
İlk karşılaşma
Hemen hemen her gün değişik insanlarla şu ya da bu şekilde bir araya geliriz. Kimi zaman bir sohbette uzun sürelerle, kimi zaman da ayaküstü kısa merhabalarla. Kimini unutmamız mümkün olmaz, görüşmeler devam eder, kimisini bir daha hatırlamak bile istemeyiz.
İlk karşılaşmada mutlak olan şey bir etkileşimin olduğudur; ya bir sevgi doğar bir anda, ya da bir nefret. Bu sadece bizde değil, aynı anda her iki cephede birden gelişir. Bil ki sevmemişsen, nefret etmişsen oda sevmemiş ve nefret etmiştir.
Unutma ki nefret bir varlık değil, sevginin yokluğudur, tıpkı ışığın olmadığı gece gibi, karanlık gibi…
Bu durumu, enerji bedenlere ya da biyoenerjiye göre düşündüğümüzde anlatılan etkileşimi kavramak daha kolay olur. Her canlı çevreye farklı enerjiler saçar. Bahsedilen bu etkileşim, acaba, 5 bilinir duyumuzla algılayamadığımız enerjiler arası bir iletişim midir? Sorulara cevap vermeden önce hepimizin bir şekilde yaşadığı bazı örnekleri de değerlendirmek gerekir;
Kimi zaman iki arkadaş otururken ya da yolda yürürken biri bir türkü mırıldanmaya başladığında diğerinin “Ya tam ben de bu şarkıyı düşünüyordum” diye söylediğini çoğumuz yaşamışızdır.
Dalgın bir anımızda, bir iş yaparken veya otururken, yıllar öncesinde kalmış bir hatıranın beynimizde canlandığı, ya da birini hatırladığımız anda, o kişiden ya bir telefon, ya da bir haber geldiğini yaşamamış olan var mıdır?
Bu gün içim sıkılıyor, sanki kötü bir şey olacak! Dediğiniz ve aynı gün bir yerlerden can sıkıcı bir haber aldığınız oldu mu?
Nereden doğuyor bu düşünceler insanın içine, düşündünüz mü?
Bu düşünceler beyin içinde mi şekilleniyor? Yoksa paket program gibi bir yerden mi geliyor?
Düşüncelerin toplandığı, metafizik bir mekan mı var yoksa?
Bütün beyinler tıpkı bir çanak anten gibi bu mekanla mı ilişkili?
Beyinler iyi birer alıcı mı yoksa?
Bahsedilen bu etkileşimler aynı dilleri kullanan insanlar arasında mı olur sadece? Farklı dilleri kullanan insanlar arasında olmaz mı?
Farklı dilleri konuşan milletlerden çocuklar bir araya geldiğinde, dil lisanında anlaşamasalar bile, bahsettiğimiz bu etkileşimle çok iyi anlaşırlar. Birbirlerinin ne demek istediğini çok iyi anlarlar.
İnsanlar arası etkileşim olurda, insan ve diğer canlılar arası etkileşim olmaz mı?
Çiçekleri çok seven ve onlarla konuşanları izleyin bakalım. Bir başka açar çiçek onların elinde, sevgi gübresiyle.
Ya hayvanlarıyla konuşanlar, öyle güzel anlaşırlar ki birbirleriyle. Hangi kelimelerle ne söylendiği hiç de önemli değildir.
Kalplerden akan sevgi dili yeterlidir bu anlaşma için. Birbirlerinin sevinçlerini ve üzüntülerini algılarlar, bir arada olsalar da olmasalar da.
İnsanların onlara ne dediklerini ve hislerini çok iyi biliyoruz. Ya bitkiler, kediler, köpekler ne diyor acaba? Enerji akışına göre çalışan bir lisan makinesi yapılabilir mi dersiniz? Böyle bir iletişim aracının icat edilmesine de çok fazla bir zaman kalmadı herhalde.
Bir yaz günü Silifke dolaylarında, cennet cehenneme gitmek üzere otobüsten indim, dağa doğru kıvrılarak uzanan yolda yavaş adımlarla ilerliyordum.
Yaz günü, hava sıcak, omzumda fotoğraf makinesi, elimde ise hırkam vardı, yaklaşık 10-15 dakika kadar yürümüştüm.
Yukarılardan bir köpeğin büyük bir öfkeyle, havlayarak, üzerime doğru geldiğini gördüm. Çevremde ne bir insan vardı, ne de başka sığınılacak bir yer.
En yakın ağaca koşmaya başlasam ben ağaca varmadan bana yetişecekti, zaten ağaçlar bodur ağaçlardı ve kurtulma ihtimali çok zayıftı.
İnsan bu gibi durumlarda bir saniye içinde çok şey düşünür derlerdi, onu tam anlamıyla yaşadım.
Kurtuluş ümidi olmadığından, o an, kazağı elime doladığımı, “o beni ısırırsa ben de onu ısırırım” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Mücadele etme fikri akla gelince bendeki korku bir anda gitti, yerine kendime güven geldi. Bu esnada köpek de çok yaklaşmıştı.
Tahmin ediyorum 5-6 metre kadar kalmıştı ki ona şöyle seslendiğimi hatırlıyorum;
“-Yavrum bu yaptığın ayıp değil mi?”
Sakin bir ses tonuyla, sevgi yansıtan bu söz üzerine köpek aniden durdu, benim de cesaretim arttı.
“-Oğlum, misafire böyle mi davranıyorsunuz?” şeklinde birkaç cümle daha söylediğimde köpeğin havlamasının bittiğini gördüm.
Ben konuştukça önce kafasını iki yana çevirdi, sonra kuyruk sallayarak cevap verdi.
Köpekle aramda iletişim oluşmuştu. Biraz daha aynı tonda konuştuktan sonra;
“-Hadi bakalım sen evine dön, ben de yukarıya çıkacağım, bana engel olma artık!” dediğimde köpeğin dönüp geldiği yere doğru gidişini görmeniz gerekirdi.
Demek ki sevgi ya da nefret üzerine yayılan enerjileri hayvanlar bir şekilde algılayabiliyorlardı.
Acaba bu algılamada kullandığımız kelimelerin önemi ne idi? Şimdilik bunu bilemiyoruz ancak bana kalırsa kelimelerden çok sizden yayılan enerjileri görebiliyorlar diye düşünüyorum.
İnsanlar arasında İlk karşılaşmada doğan sevgi ya da nefret ikilisi olarak yukarıda bahsedilen bu etkileşim, o kişi hakkında sizlerde önyargı oluşturuyor mu dersiniz?
Çok iyi bir insan, ya da hiç hoşlanmadım dediklerinizden kaç tanesinde bu fikirleriniz devam etti ya da değişti, hiç düşündünüz mü?
Yani, önyargılarınızda ne kadar isabetli kaldınız? Çevrenizde önyargıları sizden daha güçlü olanlar var mı?
Sizin hoşlandığınız bir kimseye karşı; ona fazla güvenme içim bir türlü ısınmadı ikazını alıp, bir süre sonra da size bu ikazı yapana haklıymışsın dediğiniz oldu mu?
Önyargı ve zanlarınız sizi ne derece yönetiyor?
Bektaşi’ye sormuşlar;
“Baba erenler yeryüzünün en çekilmez kadını kimdir?”
Bektaşi şöyle bir düşünmüş ve sonra da;
“-Aslında yeryüzünde bir tane çekilmez kadın var ancak, herkes onu kendi karısı sanıyor” demiş.
Güzel sözler;
Gönül gözü açık olanlar hislerinde asla yanılmazlar.
İnsanları küçük görme, onları dinle çünkü her insanın bir hikayesi vardır.
Şiir;
Ehli irfanım diye kimseyi tan eyleme sen
Defteri divana sığmaz söz gelir divaneden
Devam edecek…. Gelecek konu önyargı ve güven hakkında
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.