Nakış Pencereli Konak 1
“Eyüp’ten aldığım yolcular; buranın manevî, temiz, huzur dolu bir dua kenti olduğundan bahsederken; Mecidiyeköy’den, Şişli’den, Cevahir’den, Beyoğlu’ndan aldığım yolcular; iş hanları ve olağan iş temposundan, alışverişten, sinemadan, vitrinlerden, sabah ve akşamının yoğun trafiğinden hatta havasından, suyundan bile şikâyet edip dururlardı. Çamlıca’yı yurt edinen bazı müşteriler; manzaranın saltanatını, iki denizin âşıklar gibi buluşup da hala birbirinden ayrı bir çizgide ve ilk günkü heyecanla karşılıklı çarpıntılarını, şehrin girişinde ve çıkışında uzanan kandillerin bayram neşesini içlerine çekerek hayallerindeki kahramanlarla kendilerine gökyüzünde bir hayat nakşederlerdi.”
Oğluna sanki burada bütün bunları yaşayan kendiymiş gibi kopya çekip, coğrafya dersi çalışan bir talebenin; sözlü sorularına cevap vermesi gibi anlatıyordu. Tabii şehrin yoğun trafiğine, ağır hücumlarına tanık olmuştu ama bunları Fatih’ine anlatmaya bir türlü dili varmıyordu.
•••
Enver Bey (oğlunu okutmak için) İstanbul’da çalışıyordu. İşten her dönüşünde hasret dolu sarılışlara gebe olan bir resmin dilsiz sorularıydı kendisini karşılayan. Daha ayaklarının tozuyla hanesine adım atamadan –Fatih’in gözlerindeki merakı giderebilmek için- elindeki resimleri, pencerenin iskeletine dayanmış olan oğluna göstererek:
_ Çok yorgunum, hele bir dur da terimi atayım, abdestimi alayım. Sonra birlikte muhabbet ederiz, dedi.
Kalın parmakları zarif bir dolma kalemi kas kavradı. Hâlâ pencerenin önünde bekleyen oğluna dönerek konuşmaya başladı:
_Oğlum! Bak şu gördüğün gökdelenler var ya şehrin göbeğinde milyonlarca insanı, zamanın belirli bir anına sığdırabilecek kadar geniş ve yutucu. Hele İstanbul’un sarayları içinde eski saray, yeni saray, Topkapı, Dolmabahçe kendini kaybedebileceğin kadar büyük ve görkemli. Ölüsüz bir miras olan dalgaların kıyı bahçelere vuruşu yok mu, İstanbul’un tıpkı birer mavi gözü olmuş. Bizans devrinde Lykos Vadisi diye anılan Bayrampaşa deresi, dünyevî heveslere mendil uzatan Boğaziçi’nin koyları, Çamlıca, Göksu… Öte yandan Maurice Barres’in, uhrevî bir perdede ruhları estirdiğini öne sürdüğü Eyüp. Ah, Eyüp! Yelkensiz bir huzur telakkisi eşliğinde kaç gölgeyle birlikte, umut tecellisini de yüklenerek tasavvuf bahçesine yolun düşer. Güzün gazellerindeki ayaklar, bu havuzu andıran hazanda gezintiye çıkar. Bir gün oralarda babandan daha pir yürüyeceksin.
Boynunu hafif bir teeccüsle eğen oğul, pek bir şey anlamamış olacak ki sadece bakıyordu. Babasının bu anlattıkları bir rüya kentini andırıyordu. (Bu resim,) İçinde kıpırdayan duygularla hayal kurmaya başlamıştı.
•••
Babasını çok büyük bir memur bildi hep. Evet. O çok kapsamlı bir ruha sahip, azimli, çalışkan, fedakâr bir adamdı. Her şeyden önce, babaydı. Maalesef bu statüsünün dışında oğlunun beklentilerine cevap verebilecek güce sahip olmadığını düşünüyordu. Bunun için _en azından_ çocuğunun, yaşamın bu karanlık tuvalini boyayacak fırçalara göz çizmesi, hayal yeteneğiyle mutlu olmasını istemesi, çok olmasa gerek.
Ne mimardı ne mühendis ne de bir memur! Gündüzleri inşaat işlerinde amelelik yapmış ve bir zaman sonra akşamları taksiye çıkmaya başlamıştı. Dolmuş, kamyon, kamyonet, tır… Gömleğinin cebinden ayırmadığı oğlunun resmi hep güç vermişti ona. Kalfasının hakaretlerinden tut amirinin emirlerine, müşterilerin şikâyetlerine karışan velvelelere kadar tek sabrı oğluydu. Yumruklarını her sıktığında onun gözlerindeki masumiyeti görmek için eli cebine gidiyor, birbirine kenetlenen dişleri çözülüveriyordu. Babalık güdüsünün verdiği o yüce duyguyla omuzları, daha da dik ve güçlüydü.
•••
Oğlunun geleceğinin kararması sancısıyla birkaç saatlik uykusunun gerisinde, günlük ihtiyaçları dışında çalışmayı adet edinmişti.
Fatih’e, Heybeliada’da büyük mü büyük bir villada yaşadığını aynı zamanda her ilçede birer evi olduğunu söylerdi. Piyer Loti’deki evinin penceresinden eşsiz manzarayı yeniden çizer, gününü en çok burada geçirip sabahladığından bahsederdi. Şehrin ışıklarını ilk buradan seyrettiğini ve birgün, kendisinin payitahtı olacağı sözünü verirdi.
Birçok ahşap binanın yanarak yerle bir olduğu sıralarda, işçisi olduğu bir konakta büyük yangını yaşamıştı. Bu dehşet verici korkuyla; Heybeli Ada’daki mülklerinin yandığı haberini vermiş fakat şans eseri buranın içinde olmadığını, sadece villanın harabeye döndüğünü söylemişti. Fatih büyüyordu, yavaş yavaş bu yokluklara alışmalı ve hayatın olumsuzluklarını da bilmeliydi.