- 1081 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
UMUT VE KORKUSUZLUĞUN ŞAİRİ
Şiir el sallıyordu hafiften
Ölgün Sezar gibi bizlere
Dönmez sanırdım gittiği yerden
Bir gün Lorca’ya çalan yüzüyle
Senin şiirindi niceden
Çiçeği gizli açan akasya
Lav gibi tomurcuğu geceden
Parladı çıktı işte sabaha
Sıcacık düşlerindi yıllarca
Dişlerinde sancı gibi beklettin
Şiirinle, insan dolu sevdanla
’Hasretinden prangalar eskittin
Nedret Gürcan onun adını verdiği şiirinde böyle anlatıyor Ahmed Arif’i. Diyarbakır doğumlu olan Ahmed Arif, Türk bir baba ve Kürt bir ananın çocuğu olarak açar gözlerini dünyaya. İlk şiirleri 1948 - 1951 yılları arasında görünmeye başlar dergilerde. O günlerde dil ve tarih coğrafya fakültesinde felsefe bölümünde öğrencidir. Şiirlerin yayımlanmasıyla birlikte tutuklanmaları da başlar Ahmed Arif’in. O günlerde bütün gençler, Orhan Veli’ye, Oktay Rıfat’a, Melih Cevdet Anday’a öykünmektedirler. Onlara göre şiir yalnız onların yazdığıdır. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikte, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimselerde yok değildir. İşte Ahmed Arif de bunlardan biridir. Gariple gelen şiir içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur.
Ahmed Arif’in şiiri Nazım Hikmetinde bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar vardır. Nazım hikmet, şehirlerin şairidir. Ahmed Arif ovalardan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan “büyük ve bereketli bir ırmak” gibidir. Başı dumanlı dağları söyler. Asi dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. “Daha deniz görmemiş” çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasında işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde birden bire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut, keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir direnişçinin şiiridir onun şiiri.
Ahmed Arif şiirinin derinlik bulduğu üç önemli ufuk: umut, incelik ve korkusuzluktur. Ahmed Arif umudun, hasretin, dostluğun ve aşkın şiirini yazar. Şiirlerinde mertlik, yiğitlik, devrimci kavga aşkı, insancıllık ve coşkuyu içerdiğini görürüz. Şair bu konuda ısrarla şunları söyler.
“Umutsuzluğa düşmek” bir devrimciye yasaktır. Cellat elinde, işkencede ölüme bir soluk kalmışken bile! Yalnız yasak değil, ayıptır da. Çünkü devrimcinin kendisi, insanlığın yarını ve umududur. Bir kural, bir ilkedir bu. Namussuzluğun, alçaklığın egemen olmadığı soylu, güzel ve onurlu bir dünya bu temel ilke üzerine kurulur. Bu bayrak yüreğime delikanlıyken çekildi. Şimdi kırkı aştım, her an daha zorlu bir rüzgar atardamarlarımı doldurmakta.”
Bu umut, şairin yüreğinde bir cehennem taşımasına engel değildir. Çünkü Ahmed Arif, yaşanan hayatın geleceği adına besler bu umudu.
“Gün ola, devran döne, umut yetişe,
Dağlarının dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler,
Bir tek başak bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız…
Sıkıysa yağmasın yağmur,
Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ,
Bu yürek ne güne vurur…
Kaçar damarlarından karanlık,
Kaçar bir daha dönemez,
Sunar koynunda yatandan,
Hem de mutlulukla sunar,
Beynimizin ışığında yer altı.
Her mevsim daha genç daha verimli,
Sunar, pırıl – pırıl, sebil,
Ömrünün en güzel aşk hasadını,
Elimizin hünerinde yeryüzü.
Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,
Bir’e on, bir’e yüzle akşama gebe,
Şafakla doğan işgücü.
Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,
Ol kitapta böylece yazılıdır,
Ol sevda, böyledir çünkü…
Onun umudu, devrimci bilincinde kök salarak kendini gerçekler. Bu umut onda ne geleceğin aydın güneşinden soyut olarak belirmiştir, ne de yanlış bir iyimserliğin kabalığına düşmüştür. Umudun, sevinçle birlikte hasreti taşıması bundandır. O hasret umudun gözyaşıdır.
“Gel gelelim
Beter bize kısmetmiş,
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek müthiş.
Genciz namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret,
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuz iki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe, yemeğe…
Kaç yol ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl bizim aramızda güzeldir hasret,
Ve asıl biz biliriz kederi.”
İncelikse, Ahmed Arif şiirinde olabilecek en büyük titreşimlerden birini verir. Her yürek almaz o duyarlılığı, o sesi. Doğanın kendisinde var olan, insan yüreğinde daha bir yontulup biçimlenen inceliktir o. Ahmed Arif çevresinde uçan bir kelebeğin rüzgarından incinen bir çiçeğin duyarlılığını yüklemiştir şiire. Hüznü, şefkati, dostluğu, yüceliği ve umudu. Umudunu hiç bir zaman yitirmez. Umutsuzluk ona yasaktır çünkü. Ve zindanda bile baharı düşünmesi bundandır.
“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cigaram,
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…”
Ahmed Arif şiirindeki korkusuzluk, yine büyük kentin halk düşmanı, çıt kırıldım bazı sözüm ona sanatçılarının ve sanat sözcülerinin sandıkları gibi “ Diyarbakır ağzıyla” içeriksiz bir gözü karalık değil; onurlu, güzel geleceklerin tek neferi olan halkın geleceğe meydan okuyan sesidir. Mertliği, yiğitliği, insancıllığı… devrimci kavga aşkının potasına akıtan bir sestir bu. Ve Ahmed Arif de halk tanımı, popülist bir köylü sevgisiyle belirlenemez. Her Marksist için olduğu gibi Ahmed Arif için de halk tanımı, işçi sınıfının yapısında bulunan ideolojinin gerçekleşmesi yolunda, bu ideolojinin ana sınıfını, yani işçi sınıfını, bunun yanı sıra da köylülüğü ve devrimci aydını kapsar.
“Sepetçioğlu bir kömür işçisidir,
Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif,
Mal, haraç – mezattır,
Can, Pazar Pazar,
Kırmızı, ak ve esmer,
Yumuşak ve sert buğdayları,
Yaratan ellerin sahibidir bu,
Kör boğaz, nafaka uğruna,
Haldan düşmüş, tebdil gezer…”
“Nerede olursan ol,
İçerde, dışarıda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile,
Dayan rüsva etme beni.”
Şiirleri sayıca çok değildir. 1968 de yayınladığı ilk kitabında, yalnızca 19 dinamit patlatır, 19 gül fidanı besler. Önceden yayınlanan, fakat kitabına almadığı, birkaç şiiri daha vardır. Bugünkü devrimci şiiri kafalarındaki yoz tanımlamalarla açıklamaya çalışanlar ve bu yozluktan ötürü, devrimciliğin anlamını soysuzlaştırarak onu günlük politikayla açıklamaya çalışan burjuva şair ve eleştirmenleri, Ahmed Arif’in az şiir yazmış olmasını “bu tür şiirin tükenirliliğine” bağlamakta yozlukları gereği haklıdırlar. Onlar Ahmed Arif’in şiirinin sıradan bir şiir olmadığını bilmezler. Sözcükleri hayata değil, hayatı sözcüklere serpen; yaşamı imbikten çeker gibi şiirleştiren bir şair olduğunu anlayamazlar.
Ahmed Arif’in şiirini bir de kendi ağzından dinleyelim :
“ O günlerde asıl yaygın moda, Orhan veli gibi yazmaktı. Üstelik çok daha kolay bir yoldu bu. Biraz yaratılış gereği, biraz da şiirin gıdıklama, alay ve ucuz espri ile asla bağdaşamayacağına olan inancından bu yola dönüp bakmadım bile. Yaratılış gereği dedim, buna yaşayış tarzı ve dünya görüşümü de katmak gerekir. Orhan veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvazisi. Düşünce ve davranışları kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi. Oysa ben doğuluydum. “Az gelişmiş” değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun, bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri elbette beni ırgalamazdı!
Anadolu şiiri içinde Ahmed Arif’i, Ahmed Arif’in içinde dünya şiirini birlikte düşünmek ise onun şiirini tanımlayabilmemiz için bir başka zorunluluktur. Ahmed Arif, halkın kültür bahçesinden topladığı kristalleri; doğayı saran, aşka derin anlamlar arayan, kalleşliği karanlığı tutsaklayan bir yapıya temellenmiştir. Bu yapının sesi, binlerce yıl geriden binlerce yıl ileriye geçişin düğüm noktasında parlatır alevini. Bu sesin altında ceylanlar ürkmeden yavrular, uyurken gözlerini yumar tavşan, dişlerini bileyi taşlarına sürter bir devrimci; bu sesin olduğu yerde aşk tazelik kazanır, hüzün aydınlıkla eşleşir, umut, güvenlikle. Ahmed Arif’in bir solukta okunuveren şiirleri bir kez, bir kez daha okundukça her sözcüğün altında kımıldayan, daha önce gözden kaçmış bir anlama rastlanır. Söyleyeceğini en özlü biçimde söyler Ahmed Arif. Sözü gereksizce uzatmaz. Değişimin belki de en önemli özelliğidir bu.
“Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fukaralıktan,
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz.”
Şiirinin yapısında “aşiret töreleriyle yetişmesinin” ve duyarlılığını halk duyarlılığından asla soyutlamayışının derin izleri görülür. Şiiriyle günlük yaşantısının aynılığını doğuran da budur Ahmed Arif’te, yaşantısıyla şiir bir ince telde, korkusuzluk ve umutla birleşir. Ve ses böyle bir telin böyle bir birleşiminden gelen ses olunca, dört duvar, demir kapı dinlemez, hayatı bir uçtan bir uca dolanır, kendisi ranza dibinde volta vururken sesi memleketinin bahar gelmiş dağlarında dolaşır. Çukurova’da eser, ege de meyve verir. Ahmed Arif’in şiiri bir yurtseverin ateşli çığlığıdır. Gelir başı karlı dağlardan, nehirlerde yıkanır, ovalardan geçer, yurt edinip oturur yüreklerimizde.