- 855 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
BİR ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
En son öykümü yazdığımdan bu yana epeyce bir zaman geçmiş... Artık yeni bir öykü yazmalıydım. Sürekli cebimde gezdirdiğim küçük defterime düştüğüm kısa notlarımı şöyle bir gözden geçirdim. En az on öykülük konu vardı. Ama içlerinden herhangi birini seçmek çok zordu. Birini seçip şunu yazayım diyorum, sonra anımsıyorum ki, o konuya yakın bir şeyi daha önceden yazmıştım. Açıkçası bilmiyorum ama, sanırım notlarımın hiç birini içime sindiremedim.
Not defterimde bir not; tırnak içinde yazılmış. “Barış”. Doğrusu, canım hiç de barış üzerine bir şeyler yazmak istemiyordu. Hele hele bir barış öyküsü asla! Yeni bir şey değildi ki! O kadar çok şey yazılıp çizildi ki bu konuda, bununla kalınmayıp bir sürü şeye barış adı verildi. Adamın en az on apartmanı varsa, çalıyor çırpıyor, vergiden, demirden, çimentodan kaçırıp bir apartman daha dikiyor adına da “Barış Apartmanı” diyor. Çocukların adı Barış, füzelerin adı Barış, tatbikatların adı Barış, kısacası yediğimiz içtiğimiz şeylere kadar her şeyin adı Barış oldu. Yazılmadık bir tek Barış Salatası kaldı...
Olmasın demiyorum, olabilir. Tüm insanlık için barışın ne derece önemli olduğu her yerde vurgulanmalı ama, barış için savaşmak başka şey, bir roket ya da bir tatbikata barış adı vermek daha başka şeydir. Şimdi barış üzerine bir öykü de ben yazmaya kalksam, sanki insanların barıştan nefret edip savaştan yana olacakları duygusuna kapılıyorum. Hem ben nasıl olsa geç kalmıştım. Bu ummandan nasibini alanlar aldı, köşeyi dönenler döndü. Şimdiden sonra “Barış Ötküsü” yazacağım da, yayınlayacağım da, tanınacağım da... Ölme eşeğim ölme! Madem eşekli bir laf ettik, bir daha edelim de laf ola beri gele. “Geçti barışın pazarı sür eşeği savaşa!” Evet savaşa. Bu iş böyle olmayacaktı. Kararımı verdim. Sabah erkenden, henüz ortalık ışımadan, kalkıp insanların arasına katılacak, onları gözlemleyip gerçek bir öykü konusu bulup yazacaktım. Hem büyük üstad Gorki demiyor muydu “bir yazar, halkının gözü, kulağı ve sesi olmalıdır.”
Geceden kurduğum saat sabahın beşinde korkunç bir gürültüyle uyandırdı beni tatlı sabah uykumdan. Sanki sırasıydı. Saatin sesiyle uyanmak zorunda kalan karım da, gözlerini açmadan:
“Ne oluyor” dedi, yarı uyanık halde.
“Yok bir şey. Sen uyumana devam et. Ben gerçek bir öykü konusu bulmaya gidiyorum” dedim.
“Ya, öyle mi?” diyerek yeniden uyudu.
Perdeyi aralayıp pencereden dışarı baktığımda, sokak lambalarının henüz yanmakta olduğunu gördüm. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyordu. Şimdi gerçek bir öykü konusu bulup yazacağım diye ıslanmanın ne alemi vardı! Vaz mı geçsem? Yo, hayır. O an daha bir bileylendim. Kendimi halkına adayan efsanevi bir kahraman gibi düşündüm. Dilime yıllardır söylemediğim bir türkü takılıverdi. “At martini de brrrree Hasssan, dağlar inlesin!”
Bu yağmurda çıkayım mı çıkmayayım mı diye düşünürken, çocukluk günlerimi anımsadım. Köyde derviş Cemal diye bir komşumuz vardı. Dervişler gibi yaşadığından ona böyle seslenirlerdi. Söylendiğine göre o bu dünya için değil, öbür dünya için yaşıyordu. Yaz kış yalınayak gezmesi yoksulluktan değil, tanrı yolunda çile çekmek istemesindendi.Keçi eti yemez, sütünü içmezdi. Radyo dinlemez, saçını ve sakalını asla kesmezdi. Hiç evlenmemiş, ölünceye kadar bekar yaşamıştı. Herkes derviş Cemal’i sever sayardı. Hiç kimse ona dokunmaya cesaret edemezdi çünkü, onun cinleri insanı bir çarpardı ki, ömür boyu ağzınız gözünüz yamuk kalabilirdi. Hastalar doktora götürülmeden önce ona baktırılır, bir çare bulması istenirdi. Okuma yazması olmadığından muska yazmazdı ama, bir bardağa konan suya üfürür, tükürür hasta olanlara içirirdi. Tek ilacı buydu. Bu suyu içip de iyleşenlerin olduğu anlatılırdı. Biz çocuklar hepimiz, derviş Cemal gibi olmayı düşlerdik. Hep ondan konuşur, oyunlarımızı bile onun üzerine kurardık. Anlatılanlar bizi öylesine etkiliyordu ki, biraz da uzun boylu ve iri yapılı olduğu için, onunla karşı karşıya geldiğimizde korkudan nereye kaçacağımızı bilemezdik. Aramızda; en büyük Allah, sonra Atatürk, sonra da derviş Cemal” derdik. Uzun boylu, iri yarı babası olanlar derviş Cemal’e benzeştiği için övünürdü babasıyla.
Bir kış, derviş Cemal gibi olmaya karar verdim. Lastik çizmelerimi, annemin ördüğü beyaz yün çoraplarımı çıkarıp atacak, yalınayak gezecektim. Pantolonumun paçalarını yukarı sıyırıp dışarı çıktım. Her taraf karla kaplı. Sokaklarda sadece büyüklerin ayak izleri. Annem babam, beni kırmamak için karşı koymuyorlardı yaptıklarıma. Biraz da çocuk kalbimin saflığı ile derviş Cemal’e özendiğim için seviniyorlardı. Yukarı mahalleye kadar gittim. Ayaklarım soğuktan donmuş mosmor kesilmişti. Ama ben göğsüm ilerde, başım dik, nerede birileriyle karşılaşsam beni görsünler diye yanlarından geçerken nerdeyse çarparak geçiyordum. Ne yaptığımı sorduklarında da; gururla:
“Derviş Cemal gibi olacağım” diyordum.
Mahalleyi biraz daha gezmek istedim ama, soğuk dayanılacak gibi değildi. Üstelik çoğu insan içeride sobasının veya ocağının başında sıcacık ateş karşısında ısınmaktaydı. Bu yüzden de çok fazla kimseye görünemedim. Hızlı adımlarla eve döndüğümde annemin ilk işi sızısını içimde bir yerlerde hissettiğim ayaklarımı karla ovmak oldu.
İşte dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmakta olan yağmura bakarken, çocukluğumun bu anlarını anımsadım. Sonra da; “yağmur da yağsa, kar da yağsa çıkacağım” dedim kendi kendime. “At martini de brrree Hassann, yer gök inlesin!”
Tramvayın içi sıcacık. Sabahın köründe durağa gelinceye kadar ve beklerken yağmur altında bu kadar ıslandıktan sonra, böyle sıcacık bir yere girince de uykusu geliveriyor insanın. Kimileri oturdukları yerde uyuyor da zaten. Ama onlar işe gidenler. Onlar çalışanlar. Onlar işçiler, emekçiler. Bu yolculuğu fırsat bilip inecekleri durağa kadar hiç olmasa yarım kalan uykularının birazını olsun geri alabilmek için, belki de yarım kalan rüyalarını yeniden görebilme umuduyla kestirmeye çalışıyorlar.
Evet, tramvayın içi sıcacık ama, insanlar soğuk mu soğuk. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Sabahları hep böyle mi olur? Oturanların bir çoğunun elinde bir gazete veya dergi, bazıları da camlardaki buharları silmiş dışarıya bakıyor yolculuk boyunca. Kadın işçilerin çoğunun elinde bir uğraşları var. El işi yapıyorlar. Kimsenin de aklına yanındakiyle sohbet etmek gelmiyor sanki. Herkes kendi dünyasında. Kapıya yakın olan yerimden kalkıp, kalorifer yakınındaki boşalan yere oturdum. Oturaklar oldukça soğuk. Biraz ısınınca tatlı bir yorgunluk sardı bedenimi. Keşke kalkıp gelmeseydim bu saatte diye düşünmek istemiyordum. En az bir öykülük konu bulmalıydım. Gödüğüm her şeyi küçük defterime not ediyordum. Tam birini gözüme kestirmişken, işte bunu yazabilirim demişken, iki durak sonra inip gidiyordu. Bir kadınla bir erkek ortalarda bir yerde ayakta duruyorlardı. Adam hiç bir yere tutunmaksızın ayakta duruyor, düşmemek için de yeni doğmuş buzağılar gibi bacaklarını şekilsizce yana açmış destek almaya çalışıyordu. Bazen tramvay olmadık zamanlarda frenleyince hooop kendisini öylece bırakıp kadının üzerine abanıyordu. Bilerek yaptığı sinsice gülmesinden belliydi.Kadın, her defasında adamı geri itiyor, başka bir yere gidip orada dikiliyordu. Ama adam da arkasından bitiveriyordu orada. Tam altı kez özür diledi kadından.
İki sıra önümde oturan birini Türk’e benzettim. Benzettim diyorum çünkü italyan hatta yunanlılara da benziyordu. Yanında boş duran yere de çantasını koymuştu. Saçları dağınık, gözlerinde uykusuzluk, suratında en az iki günlük sakalı vardı. Boğazlı bir kazak üzerine geniş yakalı bir gömlek, onun üzerinde v yakalı el örmesi bir kazak, ve kolunun üzerinde alman bayrağı olan boz bir parka giyimişti. Çantasının üzerine yapıştırdığı bir sürü almanca yazılı etiketlerden kırmızı üzerine beyzla yazılmış “çilekeş” yazısını da görünce Türk olduğuna kesinlikle inandım. Yazıyı bir daha dikkatle okudum. Doğruydu. Kalkıp yanına gittim.
“Merhaba, buraya oturabilir miyim? diyerek çantasını koyduğu yeri gösterdim.
“Tabi, tabi, buyurun” diyerek çantasını kaldırıp dizlerinin üzerine koydu.
“İşe mi gidiyorsunuz?”
“Nereye olacak sabahın bu vaktinde? İşe elbette.”
Bu defa daha senli benli olmak için:
“Nerde çalışıyorsun?” dedim.
“Mannesmann, Mülheim’da.”
“Mülheim’da Mannesmann var mı?”
“Nerede yok ki? Almanya’nın her yerinde Mannesmann vardır.”
“Ne iş yapıyorsun orada?”
“Bizim olduğumuz Halle’de boru yapılır. Boru dediysem, çok büyük, çok geniş borular. Şu tramvaylardan iki tanesinin rahatlıkla içinden yan yana geçebilecekleri genişlikte borular bunlar. Benim işim bu boruları vagonlara yüklemek. Ben Vinç kullanıyorum. İran’a, İrak’a, Rusya’ya, Türkiye’ye bile gönderdik bunlardan. En çok da araplara.”
“Kaç yıldır buradasın?”
“Mannesman’da mı?”
“Almanya’da.”
“21 yıl oldu.”
“Maşallah, ilk gelenlerdensin demek.”
“Sen ne diyorsun hemşehrim. Benim geldiğim zamanlarda buralarda ilaç diye arasaydın bir Türk’e rastlamazdın. Şimdi koca Mannesmann’ın yarısı Türk işçisi.”
“Geri dönmeyi düşünüyor musun?”
“Hayda! Sen de şimdi bizim meister gibi konuştun şimdi. O da her gün gelip bizimkilere, bana ne zaman geri döneceğimizi sorar.
Boş bulunup:
“Öyle mi? Yabancı düşmanı mı yoksa?” dedim.
“Yok canım. Olur mu öyle şey! Her soran yabancı düşmanı mı olur? Sen de şimdi aynı şeyi sordun. Sen de mi yabancı düşmanısın?”
Adamın bu yanıtına gülümseyerek karşılık verebildim. Sonra da konuşmayı sürdürebilmek için çok da önemliymiş gibi sordum.
“Memleket neresi hemşehrim?”
“Samsunluyum. Ya sen nerelisin?”
“Ben de o taraflardanım. Yakın sayılırız” dedim. Oysa Samsun nire....!
“Peki sen nerde çalışıyorsun? Dedi adam.
“Benim belirli bir işim yok. Yazıyorum ben.”
“Hımmm. Memur falan. Türkdanış mısın yoksa?”
“Yok değil. Yazarım ben.”
“Neyi yazarsın?”
“Seni, beni, onu, herkesi, her şeyi.”
“Gazeteci yani.”
“Onun gibi bir şey. Ama gazeteci değilim.”
“Keşke gazeteci olsaydın. Hiç olmasa bir fotoğrafımı çeker gazeteye çıkarırdın. Bizim bir hemşehri var, Necmi, yedi sekiz yıl önce bir gazetede fotoğrafı çıkmıştı, hala o gazeteyi saklayıp durur. Gelen giden herkese de gururla gösterir, hava atar. Ben de gazetede çıksaydım var ya, alırdım Necmi’nin havasını.”
“Senin adın ne peki?”
“Mehmet.”
“Bak Mehmet, bak hemşehrim, senden bir şey isteyeceğim. Eğer bu isteğimi yaparsan, gazetede fotoğrafının çıkması ne ola ki? Ondan daha önemli, daha da ünlü olacaksın, daha da tanınacaksın. Benim şu sabahın köründe tramvayda bulunmamın nedeni bir öykü konusu bulup yazmak. Seninle tanışmamız çok iyi oldu. Bir gün ayarlayıp seninle bir yerlerde buluşalım. İstersen sana adresimi vereyim. Gel bize, oturup uzun uzun söyleşiriz. Bana buradaki yaşantından, işinden, evinden, çocuklarından söz edersin. Ben de senin öykünü yazar kitabımda yayınlarım. Binlerce insan da bu kitabı okuyup seni tanırlar.
Samsunlu Mehmet’in kim olduğunu öğrenmiş olurlar. Nasıl? Beğendin mi fikrimi? Anlatır mısın bana hikayeni?”
“Git hemşehrim, git işine! Hayatını yazacak başka kimseyi blamadın da beni mi merak ettin? Benim hayatımdan kime ne? Hem ben tanımadığım birine, ailemi, evimi, işimi, çocuklarımı niye anlatayım ki? “
“Lütfen beni yanlış anlama. Hem sen beni tanımıyor olabilirsin. Bak okula giden çocukların varsa, sor onlara onlar duymuşlardır benim adımı. Öğretmenleri bilir beni en azından. Ben senin Almanya’da çektiğin sıkıntıları, gördüğün yaşadığın zorlukları yazmak istiyorum. İşini anlatacaksın bana. Bir arkadaşına, bir tanıdığına içini döker gibi anlatacaksın yani. Sohbet yani.”
“Benim çektiğim sıkıntıları neden bu kadar merak ediyorsun ki? Çok merak ediyorsan gir fabrikaya çalış bizimle bir kaç ay, kendin anlamış olursun zaten neler çektiğimizi. Gözünle görüp yazsan daha iyi olmaz mı? Tramvayda kitap mı yazılırmış? Hem haydi yazdın diyelim, sonra ne olacak?”
“Burayı, buradaki yaşamı, sizlerin, yani işçi kardeşlerimizin yaşadıklarını bilmeyenler okuyup öğrenecek işte.”
“Eee? Benim buradaki yaşantımı başka insanlar bilseler ne olur, bilmeseler ne olur? Biri çıkıp da dertlerimize, çektiklerimize bir son mu verecek? Hem kim ne yapsın Samsunlu Mehmet’in hikayesini? İbrahim Tatlıses miyim ben?”
Ve ben bir öykü konusu buldum diye umutlanırken, yanımdaki adamı bir türlü yola getiremiyordum. Sohbet sırasında da bu adamın güzel bir öyküsü olabilir diye de kendimi iyice şartlandırmıştım. Kim bilir anlatacak ne çok şeyi vardı?
“Mehmet kardeşim, ne olur beni kırma. Ben her gün bir çok kişiyle tanışıyor görüşüyorum. Ama senin sohbetin daha bir başka. Sende mutlaka anlatacak çok şey vardır. Bir gün eşini de al buyur gel bize. Bir çayımızı kahvemizi iç. Sohbet eder söyleşiriz.”
“Hemşehrim, sen benimle kafa mı buluyorsun? Benden başka yazacak kimseyi bulamadın mı? Benim yaşantım bu işte. Hepsi bu. Evden işe, işten eve.”
“Tamam, bunları istesem kendim de uydurur yazarım, ama senin ağzından duyup yazmak daha inandırıcı olur.”
“Hiç fark etmez hemşehrim. Beni elli kere yazsan da yine işçi Mehmet olarak kalacağım. Yine sabah işe akşam eve. Hayatımı yazınca beni fabrikaya müdür mü yapacaklar?” deyip ayağa kalktı. “Yol ver bakayım sen bana!” diyerek kapıya yöneldi. “Bizi yazacakmış” dedi duyulur duyulmaz bir sesle. “Ne olacak? Bizi yazsan ne olur, yazmasan ne?”
Sonra da bir sonraki durakta tramvaydan teleşla inip biraz da bana kızmış gibi bakarak yönünü çevirip uzaklaştı oradan. Ardından ben de inip gidemedim. Hem o Mannesmann’daki işinin başına gidecekti. Dilime yıllar öncesinin türküsü takıldı yine. “At martini de brrreee Hassssannn, yer gök inlesin!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.