- 448 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AKİBETİMİZDEN KORKMA VAKTİ…
Bir amaca ulaşmak istiyorsa insan, tüm yetkileri de elinde bulunduruyorsa, adalette ondan sorulur, hüküm de onun kaleminin ucundadır.
Onun himayesindeki halk da geçer karşısına ve izler Beyazıt meydanındaki ağaçtan çatalda sallanan bir cansız bedeni, kâh merakla kâh ise içi acıyarak ve evine götürdüğü ise yüreğinde korku atışlarıdır.
Korkuyla yetişen bir nesil isek ve genlerimizde bu bilgi var ise bu nesillin gelişmesi ve çağın insanları olması mümkün mü?
Cumhuriyetimizi Atatürk ve Mehmetçik sayesinde binlerce can verilerek elde etmedik mi? Ya sonrası yıllarımız!.. Neden ve niçindir bu kargaşa ve mutsuzluk?
Daha kaç Kubilaylar… Mumcular… İpekçiler… Üçoklar… Ve daha nice aydın insanlarımızı demokrasi şehidi vereceğiz?
Son zamanlardaki meclisin görüntü kirlilikleri akıl alır gibi değil. Şimdi “hangisi akıl dâhilinde ki?” sorusu da gelecek aklımıza…
Doğru, cehalet dönemine girdiysek aklın dışına çıkmışız demektir.
“Endişelerinizden kurtulmak istiyorsanız, yaşamaktan en çok korktuğunuz şeyin bir gün başınıza geleceğini kabul edin.” Demiş bilge Sokrates M.Ö 440 yıllarında…
Devlet senfoni orkestrasında halen görevli, mizahi anlatım gücü oldukça güçlü olan bir arkadaşım bana;
“Emoş, sana sultanın memelerinin nasıl göründüğünü anlatayım mı?” diye sormuştu.
Arkadaşımın önce gözlerine bakıp bir süre düşünmüştüm. Öyle ya kim bilir bu sorusunun altından ne çapanoğlu çıkacaktı. Onu tedirgin yanıtladım:
“ Sultan derken, şu bizim Anadolu Ateşi mi, yoksa Türkan Sultan mı?”
Kısa bir kahkaha sonrası başladı anlatmaya.
Efendim hikâye bu ya, bende size aktarayım:
“…Hangi padişah dönemindedir, gerçek midir, yanlış mıdır bilinmez, lakin çok manidar bir hikâyedir. Vakti zamanında Pala adlı bir sarayın hizmetkârı varmış. Yıllardır padişahın eşini görür ve onun göğüslerine hayran olurmuş. Bu artık öyle bir saplantı haline gelmiş ki, sultanın göğüslerine dokunmadan ölürse gözleri açık gidecekmiş. Bütün cesareti ile harem ağasına içini açmış.
—Bana sultanın göğüslerini koklat. Ömür boyu biriktirdiğim bin altın senin.’ demiş.
Harem ağasının aklı yatmış bu karlı işe. Kenar mahallelerde tanıdığı bir simyacı-büyücü karışımı bir kadın varmış. Ona gidip bir losyon hazırlatmış ve bu losyonu, sultanın o gün banyodan sonra giyeceği korseye iyice sürmüş. Sultan çıplak tenine korseyi takınca, losyon etkisini hemen göstermiş. Göğüsleri yangın yeri gibi yanmaya başlamış. Saray doktorları merhemlerle, ilaçlarla çare bulamamışlar. Sultan acıdan, kaşıntıdan, yanmadan ölecek.
Harem ağası ortaya çıkmış ve padişaha:
-Saray hizmetkârlarından Pala, derdinize derman olabilir. Onun salyası, her şeye iyi geliyor. Tek çare, Pala’nın dili. Kraliçemizi ancak o kurtarır, eğer siz izin verirseniz’ demiş.
Padişah çaresiz, çağırmış Pala’yı hareme. Pala bir saate yakın sultanla yalnız kalıp muradına ermiş. Ne var ki söz verdiği halde 1000 altını harem ağasına vermeye yanaşmamış.
—Bu olayı açıklarsan ikimizin de kellesi gider.
Bunu göze alamazsın. Hadi bakalım, çek arabanı’. Demiş.
Haremağası çok kızmış.
Öyle kızmış ki, ertesi gün aynı yakıcı losyonu padişahın banyodan sonra giyeceği donuna iki kat sürmüş...
Sonra Pala’yı çağırtmış…
—Padişahın kaşıntısı varmış, seni emretti.’…”
Önce güldük birlikte hikâyeye, sonra sohbetimiz, döndü dolaştı geldi yine siyasete…
Önce Ergenekon sonra Kozmik oda, ardından bir darbe adı da “Balyoz”.
Olacak iş mi?
Türk Halkının yürekleri önce korkuyla atarken…
Şimdi de güvensizlik tohumları ekilmekte…
Tekel işçileri şimdi direnmekte… Her birinin gözlerinde korkunun gölgesi silinmiş ve ölüme doğru yol alınmış…
Yetkileri elinde bulunduranların vicdanları yok mu, sorusu aklımı deşmekte. Evet, ölüm kokusu Ankara’yı sarmış. Bu kez izleyicide merak yok, gözlerinde yaş ve yüreklerinde kara hüzün var.
Doğanın toprak kaybı nasıl ki bağrını üşütürse, insanın yitirdiği güven insan ruhunda nasıl bir erozyona sebep olur varın bir düşünelim… Toplumsal kaos başladı…
İş sultanın memelerini görüp veya görmemek değil…
İçimizde suladığımız nedir?
Özgürlüğümüz mü yoksa esaretimiz mi?
Akıbetimizden korkma vakti…
Şunu unutmamalı ki gün döner, devran döner, bir gün elbet bunların faturası kesilecektir…
Emine Pişiren/Bursa
04.Şubat.2010
YORUMLAR
Yazıda geçen fıkra, sanırım bu yazıyı okuyan herkesin yıllarca aklında kalacak ve dilden dile dolaşacaktır. Yoksa, pek müstehcen fıkra dinlemediğim için bana mı çok değişik geldi ? En azından ben galiba unutmayacağım.
Günümüğze gelince ; gerçekten zor günler geçiriyoruz. On iki eylül öncesini hatırlamaya başladık . Dilerim sonucu benzemez.