Saddam Şiir Okusaydı Eğer
Padişahları şiirle uğraşan bir toplumda tabi ki güzellikler de boy boy olur. Tabi ki üç kıtaya hükmedersiniz. Tabi ki isminiz bugünlere kalır. Daha önce bir yerlerde okumuştum: “Saddam şiir okusaydı eğer Irak bugünkü halde olur muydu?”diye yazıyordu. Uzatabiliriz biz de “se/sa” lı cümlelerimizi… Dünya barışını, insanların huzurunu şartlı bir cümleye bağlayıp sonra cümle âlemi çekebilirdik bu güvenli limana… Bush şiir okusaydı eğer, Hitler şiir okusaydı eğer, bugün İsrail’i yönetenler şiir okusaydı eğer… Menderes’i asanlar şiir okumuş olsaydı eğer… Bugün Afganistan böyle olur muydu? Irak, Filistin, Kafkasya, Afrika… Darbeler olur muydu ülkemde… Sayın sayabildiğiniz kadar… Olur muydu tarih böyle. Olur muydu sonumuz böyle? Sanmam!
Silah çeken eller gül tutsaydı, bomba atan eller demet demet çiçek atsaydı… Küfür eden dudaklar şiir okusaydı… Beyinler mayışmasaydı kapitalizmin değirmeninde… Gönüller paslanmasaydı emperyalizmin oksijeninde… Devleti idare edenler, devleti koruyanlar, devleti temsil edenler şiir okusaydı eğer… Ağalar, beyler, efendiler, paşalar, komutanlar, ekâbir şiirle meşgul olsaydı biraz! Aşk olsaydı o gönüllerde, gönül çerağını tutuştursaydı eğer… Ya nice güzel olurdu halimiz!
Darbeseverlerin ve darbeşinasların cirit atmış olduğu bir ülkede, kendilerine isnat edilen darbe tarafgirliğinde bulunanlar şiir okusaydı eğer böyle olur muydu vaziyet? Mesela iki cihan serverini rehber edinmiş olsalardı… Mesela Mevlana’yı hatmetmiş olsalardı… Hani diyorum Yunus’u su gibi okumuş olsalardı… Pir Sultan’ı bil hakkın kavramış olsalardı… Mimar Sinan gibi hoşgörünün kubbesini yapıp bütün insanlığın bu kubbe altında barış içinde yaşamasının mücadelesini verselerdi eğer… Nasrettin Hoca gibi gönül kapılarının kilidini inceden bir nükte ile kırabilselerdi ve bunu yeryüzünde ağlayan bir insan dahi kalmadığı güne dek uygulayabilselerdi…
Çarmıhlarını germişler, irinlerini akıtmışlar, salyalarını salmışlar, dişlerini bilemişler, tırnaklarını açmışlar. Aşktan uzak, nefretin kucağında büyümüşler. Hırlamayı marifet bilmiş, ısırıp koparmayı iltifat kabul etmişler. Kendileri dışında herkesi her şeyi böcek addedip ezmişler. Bu nasıl idare, bu nasıl krallık, bu nasıl zaman, bu nasıl adalet?
Bir hikâyemiz var bugün çıkınımızda sizleri bekleyen, buyrun lütfen!
Bir insan tasavvur edin ki ismi ile dahi cevval dursun, haşin olsun. İsmi gibi çetin, ismi gibi mücadeleci bir padişah. İkindi güneşine benzetilen; ömrü az, gölgesi pek bir padişah… Kulağında küpe olsun diye adalet, küpe takan ve bunu hatırdan çıkartmamaya çaba gösteren padişah. Yavuz yaşasaydı eğer şiir ortalığı kasıp kavururdu. Onun en meşhur beyti şudur.
“Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek " Aslanlar kahrımın pençesinde tir tir titrerken, felek beni bir gözleri ahunun karşısında aciz bıraktı diye söylenirken koca padişah; aşkın bir aslanı dahi nasıl av eylediğini, nasıl uysal hale getirdiğini gözler önüne seriyor.
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyor. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor. Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur. Lâkin umutsuz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye...
Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devasa farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır:
"Derdi olan neylesin?"
Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kâğıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kâğıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:
"Derdi neyse söylesin."
Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler:
"Korkuyorsa neylesin?"
Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar:
"Hiç korkmasın söylesin."
Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur. Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle: "Efendim..." der. "Cariyeniz... Size..." ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır.
Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:
"Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, maşukunun yolunda olur ve o yolda ölür."
Gerçek idareci hak yolunda olur ve o yolda ölür. Hak yolunda ayrılanlara ve halkı bir kalemde silenlere esef olsun.
Aşk işte, aşk olsun demekten gayri bir şey gelmez dilimizden. Aşk olsun devrin bütün devlet adamlarına. Aşk olsun… Her işlerinde aşk olsun.
Bütün komutanlara aşk olsun. Aşk olsun ki aşktan gayri bir meşguliyet ile hemhal olmasın hiçbir kimse!