- 747 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
MÜEBBETLİK HAYATIM - 2
Tepeören, Mollafenarî’ye oldukça yakında. Arada sadece Balçık köyü var. Bu iki köy, İstanbul ile Kocaeli arasında sınır oluyor.
Bu civar köylerin hepsi de birbirine benzerdi. Birbirlerini tanırlar, düğünlerde, bayramlarda ve cenazelerde bir araya gelirler, bazen ufak tefek köy kavgaları bile ederlerdi. Yoksulluk hepsinde vardı o zamanlar. Erkekler kasketli, eski de olsa pantolon ve ceketli ; kadınlar ise yeldirme adı verilen ince siyah, pardesüyü andıran örtülerinin üzerine siyah başörtüsü takarlardı. Kızların giyimlerinde tek fark, başörtülerinin beyaz ya da renkli ve işlemeli oluşuydu. Başlık parası ve akraba evliliği asla olmazdı buralarda.
Tepeören’in iki ağası vardı bilinen. Çete Aslan’ın oğlu Esat Aslan ve Kara Hüseyin ağa. Aslan’ın zenginliğinin nereden geldiği malûm elbet. Kara Hüseyin’in de piyango zengini olduğunu söylerdi babam ama bence define zenginiymiş o. Bu köyler çok eski ve tarihî olduklarından - Mollafenarî’de Ermeni mezarlığı da var - define bulanlar epeyce olmuştu.
Hatta dedemle kardeşi Mollafenarî- Denizli arasında bir define tesbit edip kazmışlar. Taş sesi gelmeye başladığında, defineye yaklaştıklarını anlayınca ikisi de kurnazlığa kaçıp, birbirini aldatmaya çalışıp ayrılmışlar oradan. Ertesi gün dedemden daha erken gelen kardeşi bulup çıkarmış altınları. Şimdi Mollafenarî’nin en zenginleri onlar. Babamdan dinlemiştim.
Köyün Muhtarı Hasan ağa , aynı zamanda da öğretmenmiş. Onun sadece gönlü zenginmiş herhalde. Yoksa öldüğünde anneme iyi bir miras bırakırdı....
O günlerde felç olmuş adam ve daha sonra da ölmüş. Fevziye annem, iki kızı ve bir oğluyla dul kalmış.
Babamın ağası Kara Hüseyin’miş. Peynirhanesinde peynir tenekelerinin lehim işi onunmuş. Tabii bu arada ağanın onsekizinde kızı Sadriye’yi sık sık görebiliyormuş. Okuma yazması yok, kitap okumamış, film seyretmemiş, radyo bile pek dinlememiş bu adam, hiç düşünmemiş bile ; insanların dengi ne demek ! Ağa kızını basbayağı yakıştırmış ta kendine, onunla ilgili hayâller bile kurmuş. Hiç çekinmemiş gördüğünde gözlerine gözlerine bakmaktan. Hatta lâf bile atarmış.
Bir erkek kardeşi varmış Sadriye’nin. Adı Tahsin. Yedi-sekiz yaşlarında. Onunla da çok ilgilenirmiş babam. Oyunlar oynarlarmış birlikte. Bir gün takılmış yine ona :
- Tahsin ! Ablanı bana vercen mi ?
- Vermem, vermem ?
- Tahsin ablanı bana vercen mi ?
- Olmaz dedik ya !
Bu arada değişik bir ses karışmış oyuna :
- Ne diyon lan sen ? Hangi ablasını istiyon ?
Gelen ağadır. Şimdi dizleri titremekteymiş babamın. Fakat, bizim sülâlede zekâ olayı pek fena değildir doğrusu :
- Fevziye ablanı diyom ağam !
Ağa da pek yutacak adam değil tabii. Ama aklına gelen cinlik yüzünden, yutmuş görünmüş.
- Fevziye ablası he, Fevziye ablası , diye mırıldanarak uzaklaşmış oradan. Giderkenki bakışları , anlamsız bir mutluluk vermiş babama. Daha doğrusu şaşkınlık..
Fevziye annemle konuşmuş ağa. Köy yerinde üç çocuklu dul yaşamanın zorluğunu anlatmış. Babamın çalışkan, namuslu bir adam olduğunu söylemiş.
Sonunda ağa kızı onsekizlik Sadriye’ye âşık olan otuzluk delikanlı babam, üç çocuğuyla dul kalmış, muhtar-öğretmen karısı anneme , imam nikâhlı iç güveysi olmuş.. O zamanlar medenî kanuna göre, eşi ölen kadın altı ay geçmeden resmi nikâhla evlenemezmiş.
(Devam edecek)
Fikret TEZAL