- 1640 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
285 - EL VEHHAB
Onur BİLGE
Yeşil’den Bursa, tüm ihtişamıyla seyredilebiliyor, arkamızda kalan Yeşil Türbe, önümüzde yatan tarih beni büyülüyor, düşüncelerimi sık sık asırlar öncesine, Osmanlının kurulduğu yıllara götürüyordu. Batıda Çekirge ve Nilüfer, doğuda Yeşil ve Emirsultan, kuzeyde göz alabildiğine uzanan Bursa Ovası; sırtlarını güneydeki Uludağ’a dayamış, keyif çatıyordu. Bursa’ya baktıkça, Ertuğrul Gazi’yle Osman Gazi başta olmak üzere Bursa’yı Bursa, bu toprakları vatan yapmak için kan döken, can veren bütün mübarek zatları ve cengâverleri rahmetle anıyordum.
Orhan Gazi’yle Nilüfer Hatun’un oğulları Murad Hüdâvendigâr’a da çok şeyler borçluyduk. Allah, hepsine gani gani rahmet etsin, onlardan sonsuz razı olsun!..
Bu topraklarda, 1326’da doğan, 1359-1389 yılları arasında padişahlık eden, otuz yıl saltanat süren Sultan Murad uzun boyu, değirmi yüzü, iri burnu, kalın ve adaleli vücuduyla heybetli bir görünüşe sahipmiş. Genellikle kırmızı üzerine beyaz desenli, gayet sade kıyafetler girer; başına, Mevlevi sikkesi üstüne yuvarlak testar sarılı bir başlık giyermiş.
Son derece kibar, halim selim ve sevimliymiş. Âlimleri sayar, esnaf ve sanatkârları sever, halkına adaletle muamele eder, fakirleri korur, gözetir, kimsesizlere kucak açarmış. Gazi Hünkâr, tam bir baba hüviyetindeymiş.
Nilüfer Hatun, oğlunun eğitimiyle bizzat ilgilenmiş. Bursa’daki medreselerde ilim ve sarfat öğrenmiş. Hayatı boyunca savaşmış. Rumeli Anadolu arasında mekik dokumuş, bir taraftan Rumeli’ye yıllarca aralıksız sefer etmiş, bir taraftan da çok değerli ve görkemli yapılar, sanat eserleri vücuda getirmiş. Bursa’ya camiler, medreseler ve imarethaneler armağan etmiş. Edirne’yi başkent yaparak, Edirne Sarayı’nı inşa ettirmiş.
Babası Orhan Gazi’nin, kendisine teslim ettiği doksan beş dönümlük ülke topraklarını; Edirne, Zağra, Filibe, Kara Biga, Hayrabolu, Kırklareli, Pınarhisar, Vize, Çatalca, Niş, Kütahya, Sofya, Silistre, Ziştovi, Niğbolu, Plevne, Lofça, Deliorman ve Dobruca’yı alarak beş yüz dönüme çıkarmış. Bulgar Krallığı, Çatalca, Sırbistan, Candaroğulları ve Arnavutluk’un kuzeyini teslim almış. Karamanlılarla savaşmış, Kosova Meydan Muharebesi’ni kazanmış ama zafer sonrasında, savaş alanındaki çoğu düşman düşman askerlerinden oluşan ölülerin ve yaralıların arasında dolaşıp, her şehidin önünde, derin bir kederle:
“İnna lillâhi ve inna ileyhi râciün!” diyerek, defnedilmesini emrederken, yaralılarımızı okşayıp, halini ve arzusunu sorarken, ölüler arasında bir hareketlenme olmuş, Sultan Murad o tarafa dönmüş, uzun boylu, dev gibi bir Sırplının yerden kalktığını görmüş. Bu, Miloş adlı bir askermiş. Kral Lazar’ın damadıymış. Padişahımıza doğru gelmeye başlamış. Muhafızlar, onu hemen yakalamışlar. Sırplı, padişahı mutlaka görmek istediğini, kendisinden korkmaya gerek olmadığını, onun elini öperek Müslüman olmaya karar verdiğini, eliyle Kral Lazar’ın yakalandığını ve getirilmekte olduğunu işaret etmiş. Hünkâr Gazi, bu sözleri duyduğu için muhafızlarına, onu bırakmalarını söylemiş. Muhafızlar, Kral Lazar’ın yakalandığı tarafa bakarken, yaralıymış gibi yapan hain Sırplı, Padişaha yaklaşıp, elini öpecekmiş eğilmiş ve koltuğunda saklamakta olduğu hançeri aniden çıkarıp, Gazi Hünkâr’ın mübarek göğüne ve karnına saplayıvermiş!
Muhafızlar, şaşkınlıklarından faydalanarak kaçmaya kalkışan kâfiri yakalayarak paramparça etmişler. Murad Hüdâvendigâr’ın mübarek ağzından son olarak şu sözler dökülmüş:
“Cenab-ı Hakka niyaz etmiş, İslâm’ın zaferi, şehitliğimi gerektiriyorsa, bana şehadet şerbetini nasip etmesini dilemiştim. Duam kabul oldu! Allah’a hamd-ü senalar olsun! İslâm’ın zaferini gördükten sonra ölüyorum. Oğlum Bayazid’e biat edin! Esirleri sakın incitmeyin! Mallarına, canlarına el sürmeyin! Cenab-ı Hakk’a emanet olun! Allah, devletimizi milletimizi korusun!”
Şehit edildiği yere bir türbe yapılarak, hançerle deşilen bağırsakları oraya gömülmüş; cesedi, Bursa’ya getirilerek, Çekirge’deki türbesine defnedilmiş. Yıl, 1389.
İlk kazasker tayinleri, tımar kanunu ve minarelerden salat-u selâm okuma adetleri, onun zamanında başlamış.
Oğulları; Yakub Çelebi, Yıldırım Beyazid, Savcı Bey ve İbrahim; kızları ise Nefise ve Sultan Hatun’muş.
Bütün bunlar, seri halde düşünce şeridimden geçerken, aklıma bir söz geldi.
“Arkadaşlar! Şu topraklara bakar mısınız? Kimler hibe etmiş bunları bize? Arada sırada da olsa düşünüyor musunuz? O zatları rahmetle anıyor musunuz? Mesela, Yeşil Türbe’de kimler yatıyor? Hiç merak ettiniz mi?” diye sordum.
“Yıldırım Bayezıd´ın oğlu Çelebi Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış, ölümünden kırk gün önce bitirilmiş. 1421 de...” dedi, Orçun. “Ben de merak ettim de öğrendim. O türbede, 1422’de idam edilen Mustafa ve Daya Hatun; Çelebi Sultan Mehmet’in kızlarından Selçuk, Hafsa, Ayşe ve Sitti Hatun’la 1429 yılında vebadan ölen oğullarından Mahmut ile Yusuf gömülüymüş.” Mahir:
“Aklımda, sadece emeği geçenlerden, mimarı olan Hacı İvaz Paşa ve nakkaşları Ali bin İlyas Ali’yle Mehmed el Mecnun kalmış.” dedi. İhsan:
“Benim ezberimde de kapısındaki kitabe kalmış. Orada: “Burası Medfun Said, Şehid Sultan oğlu Sultan Mehmed Bin Beyazıd’ın türbesidir. 824 senesi Cemaziyellülâsında vefat etmiştir” yazılı... Türbe, 821 yılında bitirilmiş. Hani bitiminden kırk gün sonra ölmüştü? Aradan üç yıl geçmiş. O tarih, yapılmaya başlandığı tarih olmasın?” diye ekledi.
"Bilmem ki! kayıtlarda öyle yazıyor. Benim de dikkatimi çekmedi değil... Aslını araştırmak lazım!" dedi. Define:
“Ben de ağaç oymacılığı yapmakta olduğum için ceviz ağacından yapılan geometrik örgü motifleriyle bezenmiş kapısını kimin yaptığını merak etmiştim. Tebrizli Ahmet oğlu Hacı Ali tarafından yapılmış olduğunu öğrendim. Ne sağlam bir yapıymış! Asırlara meydan okumuş! O zamanlar ne ustalar varmış!” dedi.
“Hiçbir şey kendiliğinden olmuyor. Her şeyin bir yapıcısı, bir ustası var. Yedi kat yerlerin ve göklerin de bir mimarı, gördüğümüz veya görmediğimiz her muhteşem yaratılan sanat eserinin bir nakkaşı, bir ustası var. İnsanlar tarafından yapılanlar, Allah’ın eserlerinin kopyalarından başka bir şey değil! Allah neler ihsan etmiş bizlere! Hem el vermiş hem de ele maharet... O’na ne kadar hamd etsek, az gelir!” dedim.
“Bu toprakları bize hibe edenlere de rahmet olsun! Allah onlardan, yerden göğe kadar hoşnut olsun! Ruhları şad olsun! Kabirleri pür nur, makamları Cennet-i Âlâ olsun! Ne diyeyim? Keşke o zamanlarda yaşamış olsaydım da ben de seferlere katılsaydım, dinim ve milletim için canımı öne sürseydim!..” dedi Mahir. Orçun:
“Vatanımızın müdafaası için hepimiz hazır askeriz, Evel Allah! Tek çakıl taşı için canım feda olsun!.. Biz var oldukça, ezan dinmez, bayrak inmez!..” dedi. Bir an birbirimize baktık, sözleşmiş gibi hep bir ağızdan tekrarladık:
“Ezan dinmez!.. Bayrak inmez!..”
Bazı sloganlaşmış sözlerimiz vardır, bizim. Onlar söylendi mi hep beraber yüksek sesle tekrarlarız. Bu söz, ilk sıralarda yer alan sözlerimizdendi.
O sırada, hayret ettiğimiz bir olay oldu. Yeşil Çay Bahçesi’nde oturanlardan, hiç tanımadığımız, bilmediğimiz insanların oturdukları masalardan da koro halinde aynı söz, gittikçe artan gür seslerle yankılanmaya başladı. Hemen hemen her masa iştirak etti. Tüylerimiz diken diken oldu! Gözlerimiz yaşardı! Hele ben çok sulu gözlüyüm! Yanaklarımdan aşağıya aktı da aktı.
“Bu nasıl bir duygu ki milletçe iliklerimize işlemiş!.. Allah, Vatan, Millet, Bayrak, Türklük!.. Bunlardan hangisinden bahsedilirse bahsedilsin, ruhumuz aslan kesilerek kükremekte; aşkımız, gözlerimizden akmakta!..” dedim. Define:
“Vatan sevgisi, imandandır. O aşk, Allah aşkından gelir. Bu türbelerde, bu topraklarda yatmakta olan, Allah’ın Vehhab sıfatıyla sıfatlanmaya çalışan zatlardan bizlere, kan dökerek, can vererek bağışlanan bu vatanda yaşamakta olan herkes ama herkes bu duygular içinde olmalıdır! Sen ben yok, biz varız ve ebediyen biz bu topraklarda yaşamaya devam edeceğiz!.. İşte, gümbür gümbür bir gençlik geliyor!.. Bakın şuraya!.. Bahçede; kadın kız, yaşlı genç, çoluk çocuk herkes bir duyguya sahip! Birlik ve beraberlik içinde yaşayarak bu zamanlara geldik, birlik ve beraberliğimizi itinayla koruyarak ilelebet mutlu ve huzurlu yaşayacağız, İnşallah!..” dedi, heyecanla. Herkes iştirak etti.
“İnşallah!..” “Böyle geldik, böyle gideceğiz!” “Yeni nesillere de aynı duyguları aşılayacağız!” “Birlik ve dirlik içinde yaşayacağız!” gibi sözler söylediler. Neşe:
“Atalarımız, Vehhap sıfatıyla sıfatlanarak mı bize bıraktı, bu toprakları?” diye sordu. Define anlatmaya başladı:
“Allah, Vehhab’dır. Hak edene etmeyene, karşılıksız ve bol bol ihsan eder. Bu sıfat gereği, çok hibe eder, çok bağışlar. Yarattıklarına, hak sahibi olmadıkları halde nimet yağdırandır. O kahramanlar da Vehhab sıfatıyla hak edene etmeyene bu toprakları bahşedip, aramızdan ayrıldılar.
"Kur’an’da ’Vehhab’ da geçiyor mu?
"Geçmez olur mu? Sad Suresi’nın 9. Ayeti’nde: “Yoksa, Azîz, Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” buyrulmaktadır."
"Hibe ne demek, dede?"
"Hukuk dersinde öğrenmediniz mi? ‘Hibe’, ‘bağışlama, bahşiş’ demektir. Hibe etmek, gönlünden koparak vermek ve karşılığında hiçbir şey beklememektir. Hiçbir iş yapmadığımız; emek çekmediğimiz, kuvvet sarf etmediğimiz halde Allah bize aralıksız ihsan ve yardımda bulunur. Yani sürekli inen nimetleri hibe eder."
"Allah, o ismi gereği herkese mi bahşeder? Besmele’de geçen ismindeki gibi mi?"
"Allah’ın Vehhâb isminin tecellisi, yoktan var ederek, hak edene etmeyene, beklentisiz sunmaktır. Beklentisiz sözcüğüne dikkat et!
Aslında her olmuş olan, Allah’ın izniyle olmuştur. Bulunduğu konuma gelen bazı yaratıklar, çaba sarf ederek yükselmemiş, Allah öyle ihsan etmiştir. Bizim hayvan, bitki veya cansız varlık olarak yaratılmamamış olmamız, çaba sarf ederek gerçekleşmemiştir. Allah’ın bizi, en şerefli mahlûkat olarak halk etmiş olması da Vehhab oluşundandır. İnsan olarak yaratılmış olmamızın yanı sıra, İslamiyet’i arayarak bulmak zorunda olmayışımız, Müslüman ana babadan doğup, en güzel dine mensup oluşumuz, Allah’ın en büyük ihsanlarındandır ve Vehhâb isminin tecellilerindendir.
Allah, dünya ve içindekileri, sadece insanlar için yaratmış, her şeyi ihtiyacımıza sunmuştur. Bütün uzuvlarımız birer bağıştır. Her lutfunun karşılığı olarak sadece ihsanları fark etmemizi ve şükretmemizi istemektedir. Ne kadar şükretsek, hamd etsek azdır!
İşlediğimiz günahların cezasını hemen vermemesi de bir ihsandır. Af dilememiz ve o günahlardan dönmemiz için süre tanıması, bize fırsat vermesi de bağıştır. Kalplere hükmederek, imanımızın pekişmesi hususunda da yardımcı olması, karşılaştığımız olaylarla yönlendirmesi, rüya kanalıyla uyarması da öyle... Yardımıyla inancıımız artıyor, imanın tadını daha fazla almaya başlıyoruz.
Al-i İmran Suresi’nin, 8. Ayet’inde; bakın, ne buyruluyor: “(Onlar derler ki); Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz sen çok bağış yapansın!”
Allah, yasaların ve sebeplerin de melikidir. Dilediği mahlûka bahşeder. Her şey Allah vergisidir! Anlama, kavrama, irade kullanma, ilimle amel etme, hatırlama gibi her şeyi bahşeden Allah’tır! Zaferleri de bahşeden O’dur. Sebep elden, derman Allah’tandır.
O seferlere çıkılmasını nasip eden, padişahların kumandasında, şanlı ordularımıza galibiyete götüren, onlara art arda zaferler ihsan eden, Yüce Allah’tır. Bu topraklar bizlere o kahraman cengâverlerin armağanı, aslında Allah’ın hediyesidir. Çünkü bizlere, hiçbir karşılık beklemeden bahşedilmiştir. Hangi bir armağanından bahsedeyim? Saymakla biter mi? Allah’a ne kadar şükretsek, yetmez!”
Nimetlerin bazıları istihkak ve istidad esası üzerine indirmektedir. Bazıları da Vehhab ismi gereği, Rezzak ve Mukît isimleriyle kullarına verdiklerinin dışında, özel bir takım nimetler olarak bahşeder. Kur’an’da, bahşettiği nimetlerden bazıları geçmektedir. Bazıları, çünkü saymakla bitmez! Peygamberliği, hükümdarlığı, şehitliği, evladı, malı mülkü, hayırla anılmayı ve nicelerini Allah Vehhab sıfatıyla lutfetmiştir.
Bizler de dualarımızda, O’ndan; fazladan rahmet, zürriyet, mal mülk, hüküm, yol gösterici, yardımcı, şefaatçi ister, salihlerden olmayı dileriz. Duaların en güzeli ve en kolayı; Peygamber Efendimizin istediklerini istemek, sığındıklarından O’na sığınmaktır.” Son sözü söylemek istedim:
"Padişah huzuruna çıkılır da eli boş dönülür mü? Lâ Vehhabe İllallah!.."
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 285
YORUMLAR
Hiçbir şey kendiliğinden olmuyor. Her şeyin bir yapıcısı, bir ustası var. Yedi kat yerlerin ve göklerin de bir mimarı, gördüğümüz veya görmediğimiz her muhteşem yaratılan sanat eserinin bir nakkaşı, bir ustası var. İnsanlar tarafından yapılanlar, Allah’ın eserlerinin kopyalarından başka bir şey değil! Allah neler ihsan etmiş bizlere! Hem el vermiş hem de ele maharet... O’na ne kadar hamd etsek, az gelir!”
evet nekadar hamd etsek sükretsek azdir yaradana.
nekadar anlamli ne diye biliriz ki bu güzel ve binbir anlam dolu yazilarina.
yüregine emegine saglik.cok güzeldi
sonsuz sevgimle