biri beni takip ediyor
Martılarla karabataklar çılgın gibi üşüştüler gölün kenarına. Niye, diye çok merak ettim. Yoldan çıkıp, çimlerin yumuşacıklığına da şaşırarak yaklaştım onlara. Meğer, biri ekmek atmış göl kenarına. Ciyak ciyak seslerle kanat çırpıp birbirleriyle itişip bir lokma olma çabasındalar.
Birkaç dilim kuru ekmek gölü şenliğe çevirdi. Usulca oturdum en yakın banka. Şenlik bitene kadar seyredeyim, dedim.
Güneş öyle parlak ki, manzaramdaki ayrıntıları göremiyorum. Gözlüğümü taktım. Bir keşmekeştir gidiyor. Gölün sakinliğinde beyazla siyahın coşkulu kavgası. İşlerim var. Kalkıp gidemiyorum. Boş ver, dedim işleri. Nasılsa yaparım sonra. Kış sıcaklığının tadını ve kuru ekmek şölenini nerde bulurum ki her zaman!
Yanıma gelip oturan adamı çok sonra fark ettim. Önce elindeki torbaları gördüm. Sıkı sıkı tutmuştu onları. Eski yıpranmış naylondan alışveriş torbaları. Bir dilencidir mutlaka, dedim içimden. Başında kirli bir köylü kasketi. Avurtları çökmüş bir surat. Yaşı belli değil; altmışında da olabilir, otuzunda da…Göz göze geldik. Ürperdim. Bakışları maddemi delip geçti….
Konuşmadan;
- Ne var, dedim, ne istiyorsun?
Bunu nasıl dedim, bilmiyorum, ama dedim. Böyle; sessiz konuşabildiğimi ilk o zaman fark ettim.
Hala bakıyor. E, baksın, ne yapayım. Hemen kalkıp gitmeyi ödleklik sayıp, döndüm manzarama…Şölen en son makamda devam ediyordu.
Taarruz altındayım. İşgal edilmiş bedenim. Ruhum sallantıda. Bu adam da kim oluyor! Şölen arka plandaki fonlar gibi geriledi. Dilencinin gözleri sahnemi kapladı. Ona dönmeden görüyordum gözlerini. Ilık sazlıklar gibi derin yumuşak ve çelikten bir ok gibi delici...
Gitmeliyim!
Kaçar gibi kalktım. Titriyorum. Bir an önce uzaklaşmalıyım buradan. Az ilerdeki entel pazarına attım kendimi. Kalabalık içime su serpti. Kendimi güvende hissettim. Hatta, bir iki tezgahta ilgim çeken şeyler oldu. Unuttum bile bizim meczubu.
Derken, ağzım yüreğimde …Yine göz gözeyiz. Yanımda, yanı başımda….Tezgahtaki çantalara dokunuyor, ama gözleri bende. Ne zaman geldi yanımda bitti? O oturuyordu, ben kalkarken. Öyle hızlı yürümüştüm ki!
Koşar gibi daldım kalabalığa. Çarpa çarpa ilerliyorum ama ne mümkün. Bir yerde tıkandım. İki şişman kadın ve bir alay çocuğun ortasında kaldım. Köpekbalığına bir adım kala bacağıma kramp girmesi kadar çaresizim.
Kadınlara baktım yardım istercesine. Beni görmediler. Sesim çıkmıyordu. Biri beni görse anlardı gözlerimdeki korkuyu. Fakat sanki, bu kalabalık bir film karesi, ben seyirciydim. Yanlışlıkla perdeyi delip geçmiştim. Peşimde bir de dilenci…
Çırpınırken, geçti beni saz gözlü adam. Sahi ona ne demeliyim? Dilenci olsa, para isterdi. Kadın peşinde koşan bir çapkın olsaydı, laf atardı. İkisi de değil..Peki kim?
Beni geçince, vazgeçtim çırpınmaktan. Hay Allah! Bunu niye daha önce düşünmedim? O önde olursa, kontrol bende olur. İzliyorum… Artık korkutamazsın beni. İyice uzaklaşana kadar bekleyeceğim.
O ne? Bir iki tezgah ilerimdeki, kadın ayakkabıcısında durdu. Yan gözle bana bakarken ayakkabılara dokunuyor; yumuşak ve sabırlı bir elleyişle…Usta bir seçici, gerçek bir alıcı gibi. Beni bekliyor… yaklaşmamı…
Çantama elimi atıp telefonla yardım isteyebilirim. Ne diyeceğim? Bir adam bana bakıyor. Takip ediyor. E, kalabalığın ortasında, dilenci kılıklı, zayıf, avurtları çökmüş, köylü kasketli, yaşı belli olmayan bir adam…Sana ne yapabilir? Hiç…
İki şişman kadınla, bir alay çocuk beni itip ters istikamete gittiler. Arkamdan gelen bir güruhla ileriye doğru sürükleniyorum. Kadın ayakkabıcısını geçtim. Sersem gibi sağa sola bakınıyorum . .Yok, görünmüyor. Yaşasın kaybetti beni! Oh, dünya varmış! Derin bir nefes alıyorum.
Sevinçle dalıyorum bir boşluğa, pazardan çıkıp yan yola sapıyorum. Sırsıklam tere batmışım. Kalbim küt küt atıyor hala. Adım atacak halim yok. Dizlerim titriyor. Göl manzaralı olup naylonla kapatılarak kışlığa çevrilmiş bir çay bahçesine giriyorum.
Çay, çok iyi geldi. Göl tekrar sahneme giriyor. Karabataklarla martılar, şölene dönüştürdükleri ekmek kavgasını bitirmişler; göl üzerinde olağan gezintilerindeler. Martılar ak gövdeleriyle delişmen ve sevimli; karabataklar ise kara ve sinsiler..Bir dalıp kayboluyorlar suda, ben nefesimi tutuyorum…Sonra çıkıyorlar kaygısız, ben derin bir nefes alıyorum…Yoruldum onları izlemekten.
İçtiğim çayların parasını ödeyip kalkacağım. Garsonu arıyor gözlerim. Şeffaf naylondan rahatlıkla görülen önümüzdeki yolun kalabalığında bir silüet çekiyor dikkatimi…O! Evet o! Ancak ansızın kayboluyor. Bir saniyeliğine delici saz gözlerini hissediyorum.
Garson dibimde bitiyor. Elinde küçük bir paket var;
- Abla, bu sizinmiş, deyip bana uzatıyor paketi.
Beyaz kağıda sarılmış bir paket.
- Kim verdi bunu size?
- Bir adam, akrabanızmış, öyle dedi.
Paketi açıyorum. İçinden küçük teneke bir kutu çıkıyor. Hani üzerinde minyatür figürler olan küçük kutulardan. Kalbimden bir heyecan dalgası gelip geçiyor. Kutuyu açıyorum. İçinden üç tane, mercimek büyüklüğünde siyah tohum çıkyor...
Evet, üç siyah tohum…
YORUMLAR
müget
teşekkürler yoruma..sevgimle...
.
Ahmet Bektaş tarafından 1/26/2010 1:24:00 AM zamanında düzenlenmiştir.
müget
Harika bir söyleşi. Günün yazısı olabilecek kadar güzel.
Söyleşide neler yok ki? İç dünyadaki med cezirler, korkular, telaşlar... Kayıp giden akıcı söcükler ve anlatımın müthiş gücü...
Yazınızı bunlarla özetleyebilirim...
Tebrik ederim...
müget
müget
Bir tohum insanlık (yeşerip bitsin),
Bir tohum insanlığa (yetecek) besin
Ve
Bir tohum (adaletle, eşitlik ve onurla yoğrulmuş) sevgiyle dağıtılmak için kullanılabilseydik besini...
müget
insanlığa yakışan bütün üç' lere selam olsun...