- 680 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HER SABAH HER SABAH
“Sana konan göçer bir gün” Ey fani dünya!
Sana konan gelişir, gezer, tozar sonra da pılını pırtısını toplayıp göçer. Kimisi daha konmadan, kimisi günlük, kimisi aylık, kimisi yıllık, kimisi yıllarca yaşadıktan sonra göçer. Her canlı gibi insan da ömür denen yolculuğun yolcusudur. Her göçüşün şekli de başka başkadır; ecel, kaza, korku, maktül, şehitlik...
Kiminin yaşamı güllük gülistanlık,
Kimininki ise hep karanlık.
Kimisinin yaşamı destandır,
Kiminin yaşamı ise, ha vardır ha yoktur...
Yaşam acıyla başlamaz mı?
Her çocuk doğarken ağlamaz mı?
Yaşam acılarla başlar,
Acılarla sürer.
İnsan eti acılarla yoğrulur,
Acılar yaşamın tuzu biberi olur.
Acı vardır, diken acısı.
Acı vardır, ana-baba, evlat acısı.
Acı vardır, sevda acısı.
Acı vardır, kardeş-arkadaş acısı.
Hele de dost acısı,
Hele de dost acısı.
Ya bir kurşun, ya bir kaza,
Ya ecel, ya da bıçak.
Ya da yaşıyor gibi görünüp de,
Yaşayamamak...
Mustafa’nın babasının adı da Mustafa’ydı. Baba Mustafa’nın çocukları doğup doğup, daha bir yaşına varmadan ölüyorlarmış. Mustafa doğduğunda babasının adını vermişler. Vermişler ki yaşasın. İnanç değil mi? Ölmemiş Mustafa. Bir yılını değil, neredeyse on yılını dolduracak. İlkokula da gidiyor...
Sabah sabah babasının kulağını büktüğü küçük ve eski radyodan bir halk türküsü yükseliyordu:
“Her sabah her sabah kalkar giderdi
Yemen ellerinde Veysel Karani
Her deveyi bir akçeye güderdi
Yemen ellerinde Veysel Karani”
Mustafa, okul tatil olunca menç yaymaya giderdi. Çeşitli yamalarla ve düğmelerle bezenmiş gömleğini ve uzun donunu giyerdi hep. Kendi mençlerini yayardı, mençler biraz büyüdü mü babası başkalarına katardı onları. Mustafa’nın bu işi diğer arkadaşlarınınki gibi güze kadar sürmezdi. Babası Mustafa’yı çok severdi. Hele de anası. Mustafa evin tek gülüydü...
Karnesini aldığında Mustafa oğlu Mustafa çok sevinçliydi. Başarısız dersi yoktu karnesinde. Sevinirdi elbette. Babası ona söz vermişti, yeni bir gömlek alacaktı.
Arkadaşlarının bir kısmı mençleri alıp gitmişlerdi. Mustafa da onlara yetişerek katıldı ve kayalara doğru sürdüler mençleri. Bir boğaza gelince onlardan ayrılan Mustafa boğazı geçerek yeni bulduğu yere vardı. Mençleri yaydıktan sonra kuşlukta eve geldi. İçi içine sığmıyordu. Çünkü bulduğu otlağa daha önce hiç kimse gitmemişti. Otlar diz boyu, çiçekler türlü türlü, dolu doluydu...
İkindiden sonra mençleri oraya götürmeyi düşünüyordu. Zor etti ikindiyi. Herkesten önce yollandı kayalara doğru. Kayaların doğusu gölgelenmeye başlamıştı. Kısa sürede boğaza ulaştı. Boğazdan geçerken köyden daha yeni yollanan arkadaşlarını gördü. Kendi kendine gülümsedi, “Daha yeni yollanıyorlar...”
Bulduğu otlak bir yarın dibindeydi. Biraz ileride ikinci bir yar başlıyordu. Çayırlara baktı, çiçekler daha iyice solmamıştı. Aşağıdaki yara doğru küçük bir kaynaktan sular akıyordu. Önce muzip oğlaklar indiler. Kuzular da ister istemez bu kısa yolculuğa katlandılar. Tırnakları taşları ancak tutuyordu. Nazik tırnaklar nasıl da dayanıyordu sert ve sivri kayalara? En sonunda Mustafa indi.
Bir sürü otlardan, çiçeklerden kıpır kıpır yiyen mençler oynamaya başladılar. Oğlaklar taşların üzerine çıkıp atlıyorlar, kuzular da onlara özeniyorlardı. Mustafa da mençlerin yemediği, yiyemediği çiçeklerden toplamaya başladı. Neden sonra başını kaldırdığında yıldızları gördü. Pırıl pırıl, ipil ipil yıldızlardan başka hiç bir şey görünmüyordu. Dört bir yanına bakınmaya başladı. Her inişin bir çıkışı olacağını, her gündüzün de gece olacağını unutmuştu Mustafa. Nasıl unutmasın? O güzelim otlağı kendisi bulmuştu...
Hava iyice kararmıştı. Korku düştü yüreğine. Korku ki ne korku! Ya cinler gelirse? Ya periler? Korkusu koyulaştı, yeniden o yana bu yana bakınmaya başladı. Kara kara kayalar ve ince bir su şırıltısı...
Ağlamaya başladı, mençler de meleşmeye. Sesler yankılanıyor, kayalar da ağlıyor, meleşiyordu sanki. Neden sonra ince su şırıltısından başka ses duyulmaz olmuştu. Rüzgârın çıkardığı hafif ses ise suyun şırıltısında kayboluyordu...
Hava iyice karardığı halde eve gelmeyen Mustafa’yı merak etmeye başladılar. Anası baba Mustafa’ya yalvarmaya başladı. Aman duman derken köyde duyuldu Mustafa’nın gelmediği. Arkadaşlarına sordular, olumlu bir karşılık alamayınca birkaç kişi ile babası aramaya başladı Mustafa’yı.
Şafak vaktine kadar aradılar. Boğazın yanındaki kayalara tırmandılar. Yukarıdan yarın başına geldikleri zaman güneş oldukça yükselmişti. Aşağıdan gelen kuzu-oğlak seslerini duydular. Geceden doymuş olan mençler oynayıp meleşiyorlardı. Kimisi Mustafa’nın yüzünü yalıyor, kimisi uzun donunu çekiştiriyor, kimisi yayılıyordu. Kimisi de boğazın girişinde bulunan kayalara çıkıp, yeniden iniyor, yeniden çıkıyordu.
Boğazın girişine döndüler. Aşağıya indiklerinde Mustafa’yı yüzükoyun çimenlerin, çiçeklerin üzerinde yatar buldular. Kimseden çıt çıkmıyordu. Mustafa’yı ve mençleri yardan çıkardılar. Oynaya zıplaya gelenlerin ayakları dibinde meleşe meleşe köye doğru koşmaya başladı mençler...
Baba Mustafa’nın kollarında taşıdığı Mustafa korkudan ölmüştü...
6 Nisan 1971-Malatya
ÖZEROL, Süleyman: "Televizyonu Nasıl Buldum?" Karataş Gayret Matbaası, Malatya 1999, s: 11-14
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.