- 741 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLÜMÜN ELLERİ SUYA DEĞİNCE
ÖLÜMÜN ELLERİ SUYA DEĞİNCE
Yakın bir yol bul diyor; içimden fısıldayarak bir ses ‘’yakın bir yol’’ ama nereye, nasıl? Hiçbir şey söylemiyor, sadece, yakın bir yol bul diyor. Belki gideceğim yere, belki de gitmek istediğim yere...
Ay ışığı zorluyor sığındığım gecenin sabrını. En ölümcül intiharların huzuruna musallatım şimdi. Yaka paça tutup kaldırıyorum derin uykularından, korkusuzca. Sokak lambaları artık beni tanımıyorlar. Okuduğum bir kitapta anlatılan, eski bir yaz gününü özlemliyorum. Dingin ve güneşin toprak yolları, zayıf yerlerinden kurutup ikiye ayırdığı. Tek tük geçen araçların kaldırdığı tozların, uzun süre havada asılı kaldığı. Özlemlenebilecek en güzel yazı özlemliyorum, gözlerimi kapadığımda.
Gözlerimi kapadığımda, ilk sayfalarından başlayarak, bütün dünya tarihi kitaplarını yeniden yazıyorum. Bütün yenik isyancıları, bellerinden kırbaçlayıp yeniden ayaklandırıyorum. İntikam için şaha kalkan atlarının, toprağı parçalayan gümbür gümbür nal seslerini işliyorum kadınlarının bileklerine. Çarpışan kılıçlardan çıkan alevlere uzatıyorum, üşüyen ellerimi, ısıtıyorum. Isınıyorum, eşkâl vermeme derdinden sıyrılıp, yüzündeki peçesini sıyırıp atmış, gözü dönmüş bir anarşist’in kundakladığı bir güzün kucağında. Hıncahınç alevlerden geçiyorum, yanmıyorum. Kurulmayacak hayaller kuruyorum, yoksa! Yoksa artık ölüyor muyum? Şah damarı kesilmiş ergen bir çocuk gibi bilicimi yitirip, mor yapraklı bir çiçeğin gölgesine düşüyorum. Yoksa! Yoksa artık ölüyor muyum?
Ani bir kararın etkisi, yazdığım eski şiirlere bir bir uğramam için tetiklese de bedenimi, ayaklarım korkak bir çocuk gibi her seferinde geri geri giderdi. Onca zaman sonra! Büyük bir kumar olabilirdi. Hepsini damarlarında kör bir jilet yürümüş ya da hepsini kılıçtan geçirilerek onuru kırılmış, mağlûp bir ordu gibi, kan revan içinde can çekişirken bulabilirdim. Açık renkli bir kan bürümüş olabilirdi, o güvercin kanadı bembeyaz yaprakları. Şiirlerimle beraber, döneceğim gün için orada bıraktığım, adımlarım da kaybolmuş olabilirdi. Hafızamı zorlasam da, hatırlayamazdım artık, en son ne zaman ciğerlerimi zorlayarak koştuğumu. Çünkü bilinçaltımın mezarlığı haddinden fazla dolup taşmıştı. Bir pazaryerinin çıkışı bulunamayacak en hengâme anı kadar kalabalıktı...
İtalyan yapımı eski bir silah, hızlı hızlı nefeslenirken şakağımda, ölümün elleri suya değerdi. Kimse bilmezdi ölümün elleri olduğunu, yüksek ökçeli kırmızı pabuçlar giydiğini. Sisli bir akşamın gizeminden, bütün duyguları aynı anda yansıtarak bakan, simsiyah çelişkili gözleri, nasıl da tekinsizdi, benden başka kimse görmezdi. Gördüğüm, sanki! Mesleğinde muazzam kabiliyetli bir fahişenin gözleriydi…
İtalyan yapımı eski bir silah, hızlı hızlı nefeslenirken şakağımda, ölümün elleri usulca durgun bir suya değerdi.
Benim gözbebeklerim büyür, avuçlarım sırılsıklam terlerdi…
Bir lodosun, sizin kapı eşiğinize, hiç emanet bıraktığı oldu mu yeni pabuçlarını? Ya da camlarınızı tıklayan kuşlarla, uzun uzun sohbetlere en son ne zaman daldınız? ‘’Vay be’’ nasıl da geçmiş zaman, hiç anlayamadım dediğiniz oldu mu arkalarından gittiklerinde? Hiç sıkılıp, gölgenize sövüp saydığınız oldu mu peki? Yeter artık düş yakamadan bırak peşimi diye!
Ben kendi sesimi kaybettim, kendime çok kızdığım bir gece, kendime söverken. Bildiğim en yüksek uçurumun kıyısına, sürüyerek götürdüm ruhumu, kimse görmedi. İtekledim, çığlıkları hala kulaklarımda yankılanır, vebali ellerime kaldı...
Kendimi kaybettiğim de olurdu benim. Yağmurlu geceler de mahmur bir telaşın elinden tutup, sokak sokak arandığım da. Bütün elektrik direklerinde ki, kayıp aranıyor afişlerindeki yüzlerle, tek tek eşleştirirdim yüzümü; babamın pala bıyıklarını düzeltmek için kullandığı aynasıyla. Bazen karanlıkta, afişlerdeki yüzlerden kendime benzettiklerim olurdu. Aynayı büyük bir heyecanla cebimden çıkarırdım ve kapağını açıp ‘’huh’’ diye üfledikten sonra, parkamın koluyla silerdim. İlk önce; afişteki yüze bakardım, dikkatli dikkatli, sonra aynada kendi yüzüme. Mutlaka uyuşmayan bir şeyler çıkardı. Ve ben o gece de kendimi bulmazdım. Sonra da bir kaldırıma oturup, karanlığa çakıl taşları atardım. Ve içimden yine o bir ses; hoyrat bir ses tonuyla, homurdana homurdana, ‘’saati kurma lan’’ saati kurma! diye seslenirdi bana. Ben hiçbir şey anlamazdım. Önümden beyaz renkli flâmalar taşıyan ölüler geçerdi, gülerdim. Çakıl taşlarının üzerlerine şiirler yazıp, karanlığa atardım.
Gözleri kördü yalnızlığın, görenler görmüştür, uykusu kaçık
Huzursuz bir nöbetçi asker gibi dolaşıp dururdu her gece sınırlarımda.Yazdığım her şiire, bir yerden bir çatlak bulup, mutlaka sızardı.Ve İtalyan yapımı eski bir silah gibi, sinirli sinirli soluk alıp verirdi şakağımda. O kırık dökük haliyle, içinde eski bir gangsterin kullanma gereksinimi duymayıp bıraktığı, son mermiye güvenirdi bilirdim.Patlayacağından korkardım her seferinde, taş kesilip hiç kıpırdamazdım, ölü numarası yapardım. Bereket nabzı düşer, sakinleşip geri döneceğini ima eden ters bakışlar atarak giderdi. İşte ölümün elleri, her seferinde böyle suya değerdi. Benim gözbebeklerim büyür, avuçlarım korkudan sırılsıklam terlerdi...
Mehmet Akif Çetinkaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.