NANKÖR
NANKÖR VE DOST
Günün tüm yorgunluğuyla birlikte odama doğru yöneldim. Bu yorgunluğumu, ancak kitaplarımın tozları arasında kaybolarak giderebilirdim. Zifiri karanlık karşıladı beni önce ve bir titreme aldı tüm bedenimi baştan aşağı. Elim, gayri ihtiyari duvarda gezinmeye başladı, bu zifiri karanlıktan kurtarmak için titreyen bedenimi. Işık yanmaya çalışırken bende yavaş yavaş odama doğru süzüldüm. Odadan içeriye girdikten hemen sonra, sol tarafta tavana kadar uzanan kitaplığım ve onun hemen yanı başında benim dert ortağım; masam ve masamın üzerinde kitaplarım karşıladılar beni,
Masamın üzerinde duran, son okuduğum kitabı elime aldım. Tekrar gözden geçirdim. Altını çizdiğim yerleri, sayfa içlerine bıraktığım notları tekrar tekrar okudum ve bu kitabı okuduğum için kendimle bir kez daha gurur duydum. İçine dalıp kaybolmadığım tam aksine beslendiğim, büyüdüğüm ve öğrendiğim bir şehir gibiydi adeta bu kitap. Artık yeni bir serüvene başlama zamanı gelmişti. Kitaplığıma doğru yöneldim önce baştan sona seyreyledim bu muhteşem manzarayı. Nedendir bilmem kitapları izlemek, onların arasında dolaşmak, sayfalarında kaybolmak, arka kapak yazısını bile okumak bana fazlasıyla haz veriyor, kim bilir belki de bunca yazının bir yerlerde yaşamış olduğunu, yaşayabileceğini ya da yaşanıyor olduğunu bildiğimden yahut umduğumdan onlara duyduğum saygıdan olsa gerek. Bu kadar gezintiden sonra, İSTANBULA HASRET; üstat Necip Fazıl’ın gazetelerde tefrika ettiği, ayrı dönem ve ayrı zamanlarda yazmış olduğu, gerçekten de o dönemin İstanbul’una hasret çektirecek denemelerden oluşan çok güzel bir eser olan bu kitabı alıyorum elime. Her zaman yaptığım gibi arka kapak yazısından başlıyorum yeni serüvenime ve bir solukta beni içine çekiyor. Zaman ile birlikte akıp gidiyoruz gecenin karanlığına doğru.
Vakit ilerliyor, gün en karanlık anını yaşıyor. Koca şehir susmuş, çıt çıkmıyor ve sanki çevirdiğim sayfalarımın ipeksi sesi yankılanıyor gökyüzünde. Aslında bu sessizlik beni ürkütmüyor değil. Her zamankinden daha farklı, daha sinsi ve daha soğuk bir bahar akşamı bu akşam... Kitabımı yavaşça kapıyorum, gözlerim sımsıkı perdelerle zırhlanmış camlarda. Günüme ket vurur misali bir ses yükseliyor penceremin hemen dışında. Zırhla çevrili perdemin arkasından, giriş katta, bir insan boyu yükseklikte ancak olan penceremin hemen ardından gelen o sesler yüzünden bir anda irkiliyorum.
Tık tık tık tık…
Gözlerim, yıllardır saklandığı o çukurlara isyan edercesine dışarı çıkmak için yerinden fırlıyor adeta ve kalbimin ritmi yükselmeye başlıyor, o ürkütücü sesin verdiği korkuyla birlikte. Ses git gide yükseliyor, kulakları yırtacak sanki. Odama girerken saran titreme şimdi daha şiddetli ve daha çaresizce bedenimi esir alıyor ve nihayet oturduğum yerden düşüyorum, yatağımın köşesine. Düştüğüm yere büzülüp korkulu ama bir o kadarda meraklı gözlerle bekliyorum.
Ara ara ses diniyor. Ama umutlanmama izin vermeden tekrar başlıyor ve sinmiş bu halimden kurtulma umudum kursağımda kalıyor daha başlamadan. Derin derin nefes alıyorum, tüm cesaretimi toplamak için. Nihayet nefes alış verişlerim ve nabzım her zaman ki ritmine kavuşunca ayağa kalkmaya yelteniyorum ama nafile, dizlerimin bağları çözülmüş, ilk seferde düşüyorum ve tekrar eski halimi alıyorum yatağımın köşesinde, camım hala dövülüyorken. Korkum gitgide yükseliyor, onunla birlikte yükselen, o ses gibi. Artık tüm dikkatimi, beni yatağımın köşesine mahkûm eden o sese veriyorum. Çünkü bu sesi tanıyorum. Sanırım...
Kulaklarım daha bir dikkat kesiliyor, korkumun bedenimi terk etmeye hazırlandığı şu vakitte. Bu sesi tanıyordum. Bana sesleniyordu. Beni çağırıyordu. ‘Camımı dövüyordu ama korkutmak için değil, eğer öyle olsaydı bu kadar beklemezdi, çoktan işini halletmek için içeri girmiş olurdu’. Bu sözlerle kendimi avuta dururken cesaretim günün en son raddesine dayanmış ve ben ayaklanmış pencerenin yanına kadar gelmiştim. Perdeyi beyin frekanslarımın vermediği komutlarla yavaşça kaldırıyor ve beni biçare bırakan bu sesin ve camımı döven bu cüretkârın kim olduğunu ya da kimler olduklarını öğrenmek için gözlerimi penceremin dışına dikiyorum.
Kalbim yerinden fırlayacakmışçasına atmaya başlıyor, nabzımın kontrolünü tamamen kaybediyorum, gözlerimden yaşlar boşanıyor beni çaresiz bırakırcasına. Penceremde o vardı. Uzun zamandır bu diyarlara yokluğunu benimseten, bana hasret türküleri yaktıran o gelmişti. Ve bu tepkilerimin hepsi sevinçtendi, tarifi imkânsız bir sevinçten.
- Hoşgeldin, diyorum neşeyle gözlerimden dökülen yaşlar eşliğinde.
Ama uzun zamandır yüzüne hasret olduğun dostumdan ses yok. Rahatsız oluyorum, yüzümdeki neşe kaybolurken yavaş yavaş hüzne ve nedenini bilemediğim bir ruh haline sürüklüyor beni bu anlam veremediğim davranışı. Yüzüne bakmaya çalışıyorum ama boşuna uğraşıyorum çünkü bir türlü bakmıyor bana. Her defasında boşa kulaç atıyorum, ilişkimiz adeta sular altında ve ben hiç bir müdahalede bulanamıyorum. Kurtarmak için hiç bir gayret göstermiyor dostum ve yüzünü hep benden kaçırıyor benle konuşmak onu rencide edecekmişcesine nefretle çeviriyor başını sağa sola, hala camımı döverken. Daha fazla dayanamıyorum kendimce bu haksızlığa ve
- Ne yapmaya çalışıyorsun? Uzun zamandır uğramayan, dostun ne halde merak edip gelmeyen, bizi hasretlere salan, sen, şimdi gelme zahmetinde bulunmuş lakin yüzümüze bakma inceliğini mi göstermiyor. Neden acaba? Diyorum.
Şiddetleniyor, gözleri kan çanağına dönüyor adeta, sesi titrer halde ama daha gür çıkıyor, ürkütüyor bu hali beni. Ben onun gözlerine odaklanmışken o daha şiddetli dövüyor camımı. Ne yaptım şimdi ne oldu anlam veremiyorum. Bunca zaman sonra dön, hem de bu kadar nefretle, bu ne anlama geliyor aklım almıyor. Ve nihayet konuşmaya tenezzül ediyor.
- Ne kadar nankörsün? Diyor, sesi yeri göğü inleterek.
Sesinin hiddetinden mi yoksa sarf ettiği cümlenin vicdanıma yüklediği ağırlıktan mı bilemiyorum ama biranda soluğumun kesildiğini hissediyorum. Neyse ki fazla uzun sürmüyor. Ne fayda ki beynim işlemiyor bu kez. Düşünemiyor, birşey söyleyemiyorum. Nankör mü? Ne yapmıştım? Neden nankördüm? En ufak fikrim yoktu. Kızamıyordum, suçunu bilen bir suçlu gibi ve bundan pişmalık duyarcasına başım öne eğik hâkim beyin vereceği kararı bekliyordum adeta. Evet, gerçeketen nankörmüydüm, dostum haklımıydı? Peki, neye, kime karşı nankördüm? Açıkçası hiçbir fikrim yok. Gözlerinin içerisine bakıyorum, daha doğrusu bakmaya çalışıyorum ama nafile tüm uğraşlarıma rağmen ne göz bebeklerini görebiliyor ne de soruma cevap alabiliyorum. Neden nankörüm? Kime nankörlük yaptım? Yoksa sana mı? Yoo olamaz. Bu zamana dek uğramayan bir haber dahi yollamayan sana mı nankörlük yaptım. Bunu kabullenmemi beklemesi gerçekten çok saçma olur, diye düşünüyorum. Aklımdan bunlar geçerken dostum tekrar konuşmaya başlıyor. Bu kez daha yorgun ve daha sakin;
- Evet nankörsün! Nankörsünüz! Neden mi nankörsün? Diyor ve yavaşça başını öne eğiyor. Camımı hala döverken başı önde gözünden pınarlar boşalıyor, tane tane.
Bu cümleleri sarf ediyorken daha da kararlı ama bu kez çok daha umutsuz… Tahtanın başında, anlamadıklarını ya da dinlemediklerini bildiği halde vazgeçmeyen ve inadına o dersi işlemeye devam eden cefakâr bir öğretmen misali, gözlerimin içine bakıyor ve anlamam için adeta yalvarıyor. Bense hala o anlam verememişliğin saflığı ile aklımca bu karmaşayı çözmeye çalışıyorum. Beynimde bu olayın fikir fırtınaları kopadururken dostum tekrar konuşmaya başlıyor.
- nankörsünüz çünkü şükretmiyorsunuz. Yaşadığınızın farkında değilsiniz. Neden mi? Çünkü kime teşekkür edeceğinizi dahi bile bilmiyorsunuz. Dünya hayatında ölümü kovalarken sebepler dairesinde belki de bir sebep olduğunuz farkında dahi değilsiniz.
Soluklanıyor. Daha derinden nefes alıyor ve camımı daha şiddetli dövüyor. O camımı döverken ağzından çıkan sözleri de aklımı tarumar ediyor. Düşünme yetimi kaybediyorum. Nankör ve şükürsüz. Bu zamanadeğin kimse bu iki kelimeyi bana karşı kullanmamıştı. Kim bilir belki de bu iki kelimenin o derin manasını bilen dahi yoktu yanımda. Ama şimdi daha iyi anlamaya başlıyorum dostumu.
Devam ediyor;
- bu diyarlara uğramadım. Daha da uğramayacaktım. Ama dayanamadı şefkatin, merhametin, rahmetin ve bereketin yaratıcısı, dayanamadı sizin gibi nankör toplulukların içerisinde bulunan o şükür ve vefa sahibi müspet insanların hasretime dayanamamasına.
Bu sözleri belki de son sözleriydi gitmeden önce aramızda ki şükür ve vefa sahiplerine…
Camımı daha yumuşak lakin daha sık dövüyordu artık. Gözlerinden pınarlar boşalıyor rahmet olup yağıyordu yedi düvele şükür ve vefa sayesinde. Anlamlarına daha yeni anlam yükleye bildiğim, hayatıma yeni yeni ikame ettirebildiğim bu iki kelimeyi bana veren dostuma binlerce teşekkürler.
Seni bize tekrar kavuşturana, hasretimizi vuslata erdirenimize, şükür ve vefayı nankörlüğümüze rağmen en sevdiğimiz dostumuzla birlikte bize hatırlatana binlerce defa şükürler olsun.
Dudaklarımızdan dökülen bu şükür nidalarını duyan dostum şimdi çok daha mesut, çok daha huzurlu ve bu kez şefkat ile dövüyordu camımı. Gözleri gözlerimde, pırıl pırıldı. Gitmeye hazırlanıyorken gözlerimden son bakış ve dudaklarımdan son sözler dökülüyordu.
- Teşekkürler dostum, teşekkürler YAĞMUR!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.