- 1485 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BENİM KÜÇÜK YAZARIMIN AĞLATAN HEDİYESİ
Yazı yazmak sevgilinin dudağına kondurulan bir öpücük kadar değerli ve mutluluk veren bir olaydı benim için. Bazı geceler sadece yazı yazabilmeyi düşünerek mutlu olmuş bazı gecelerde düşündüğümü yazamamamdan dolayı sinirlenmiş, duvarları yumruklamış ve bu işten vazgeçiyorum demiştim kendi kendime. Tozlu raflarla kapalı odamda yatağıma uzanarak bazı geceler ağladığım bile olmuştu. Oysa düş bahçemde yarattığım kurgulardan dolayı çoğu zaman kendimle gururlanırken bunları yazıya aktaramamak ise cehennemin sıcak ateşinde yanmak, kavrulmak gibiydi. Her şey yazı yazmaktı benim için. Hayat buydu. Rüyalar âleminde dolaşmak, gerçek hayatta yanına bile yaklaşmaya korktuğum kişilerle özgürce konuşmak, istediğin zaman resimlerde gördüğüm kadarıyla Newyork, Roma, Paris semalarında uçmak ya da melankolik bir şekilde deniz kenarında dolaşarak denizi seyretmekti. Benim her kahve falı öncesi tutuğum dilek aynıydı. Ben yazar olmak isteyen bir adamdım. Yazı yazmak benim için cennetteki bir ağacın altına oturup sefa sürmekti ve her insan gibi bir gün cennete ulaşacağıma bende inanıyordum ama içimizde bulunan ve her daim karamsar ve şüpheci olan ikinci sesimizin “ya cehenneme gidersen” dediği gibi bende kendi kendime şu soruyu soruyordum: “ Ya yazar olamazsam?”
Her insan gibi benimde bir hayalim ve gelecek umutlarım vardı. Yazı yazmak ve yazar olabilmek benim için hayallerinde ötesinde bir kurguydu aslında. Oysa bugün yazı yazmayı bıraktım. Geceler boyunca hayaller kurmaya, kurulan hayalleri kâğıda aktarabilme mücadeleme, sinirlenmelerime, duvar yumruklamalarıma, gözyaşlarıma, mutluluk gülümseyişlerime, her gece bana bir arkadaş gibi eşlik eden masa saatime, ardı ardına içilen kahvelere, izmarit dolu kül tablama ve yazı yazmakla eş değer olan hayata veda ettim. Şimdi nemi yapacağım? Her insan gibi saat on iki olduğunda yatağıma yatıp mışıl mışıl uyuyacağım. Peki, uğruna ölümü bile göze aldığım yazı yazma sevdasından beni vazgeçiren şey neydi?
“Kitap yazman için yeterli birikime sahip olman gerek. Devamlı yazmalısın aklına ne gelirse, bir sürü öykü yarışması var onlara katıl. Kelime hazineni geniş tut bunun için bol bol kitap oku. Bulduğun konu hakkında sistemli ve ciddi bir çalışma içine girmelisin. Sabretmelisin, hırs yapmamalısın, ilham sabretmeyi bilenlere gelir, yapacağım diyince değil. İşin sırrı başkalarının göremediği şeyleri görmektir, onları anlatmaktır. Her zaman bilinen olaylardan yola çıkıp bilinmeyenlere varacaksın bir nevi matematik problemi gibi. İlk cümle her zaman çok önemlidir, çoğu yazar ilk cümleni bulmadan yazı masana oturma der. Tabi ki aşkı da unutma. Aşk çok önemlidir.” Bu cümlelerinin kafamın içinde uçuştuğu dönemlerdi. Yirmi sekiz yaşındaydım. Üniversite çağlarındaki edebiyat profesörümüzün söylediği bu tavsiyeler ezbere bildiğim tek bir paragraftı ve benim için işin sırrı bu paragrafın içine dizilmiş cümlelerin anlamında saklıydı. Üniversiteden mezun olalı tam dört yıl olmuştu ama bu sözleri her gün sayıklar durur ilham perisinin gelmesi için daha ne kadar bekleyeceğim diye kendi kendime sorardım. Dört yıl boyunca hiçbir şey yazamadım. Yazmayı denediğim her kâğıdı sinirle çöp kutusuna atıp yatağıma geçtim ve harıl harıl okudum. “ Artık dükkâna gelip işe başla ya da kendine adam gibi bir iş bul boş boş duracağına para kazan kaç yaşına geldin “ diyen aileme “ben yazar olacağım” diye karşılık veriyordum. En zoru ise uzak bir akraba ya da arkadaşlarla karşılaştığımda sorulan sorulardı. “ Ne iş yapıyorsun” diyenlere “ Yazarım” diye karşılık veriyor, “Nerede yazıyorsun” diyenlere de “ Roman yazıyorum çıkarmak üzereyim artık “ diye cevap veriyordum. Bana en çok dokunan ise bu kişilerin “ Hadi kolay gelsin bol şans” diyerek yüzlerinde oluşan ufak tebessümü fark etmem oluyordu. Tabi bu yaşıma kadar bekleyebilmemdeki ve çalışmamamdaki en büyük sebep ailemin durumunun iyi olmasıydı. Yoksa böyle bir şeye kalkışmak aptallıktan başka bir şey olmazdı. Babamın fotoğrafçı dükkânı vardı. Bayrampaşa semtinin en ünlü fotoğrafçısı bizdik. Özellikle yazın düğün fotoğraflarından kazandığımız para bize bir kış yetecek kadar fazlaydı. Ağabeyim lisede okumayı bırakmış ve dükkânda çalışmaya başlamıştı ve dükkânın patronu o olmuş gibiydi. Bense bütün zorlamalara rağmen üniversiteyi İstanbul dışında okudum ve babamın deyişiyle “Çakma yazar” olmaya karar verdim. Ama daha fazla dayanamıyordum ve kendime iki yıl daha süre tanıdım. Otuzuma kadar bir şey yazamaz ve hayallerimi gerçekleştiremezsem baba mesleğine merhaba diyecektim. Ağabeyimin ve babamın alaycı ve “Bizi dinlesen baştan böyle olmayacaktı” bakışları altında işi öğrenecek, daha sonra evlenecek ve normal insanlar gibi saat on iki olduğunda karımın sıcak kolları arasında uykunun huzurlu derinliğine dalacaktım. Bunun için sadece iki yılım kalmıştı. Ya bir şeyler üreterek hayatımın en güzel oyununu kendi kendime oynayacak ya da her şeyi bırakarak küçüklüğünde hiç oyun oynayamayan bir çocuk gibi içimde her şeye karşı bir uhde kalacaktı. Yazı yazmak benim için bir sevgilinin dudağına kondurulan öpücük kadar değerli ve mutluluk veren bir olaydı ve bu oyunun çarkları hiç ummadığım bir günde dönmeye başladı.
Bir bayram sabahıydı. Rahmetli olan babaannemin boş evi benim yazı yazmam için kiraya verilmemişti. Askerlik sonrası babamdan yalvar yakar bu evde kalabilmek için izin almış ve evin bir odasını sadece kendime yazı yazmak için elverişli bir duruma getirmiştim. Vaktimin büyük bir bölümünü bu evde geçiriyor, geceleri sabahlara kadar burada pinekliyor ve yemek zamanı gelince ise eve yaklaşık bir kilometre uzakta olan ailemin yanına gidiyordum. Her eve dönüş yolculuğumda ise ailem tarafından sorulan bir sürü karmaşık ve geleceğe dair soruları cevapsız bırakmamın tesiriyle ruhumun kara bir bataklıkta can vermesine neden oluyordum.
Oyunun çarklarının dönmeye başladığı o bayram sabahı yatakta kalkıp kalkmama ikileminde kurtulup abdestimi alarak caminin yolunu tutmuştum. Sabahın soğuğu yüzüme vuruyordu. Karanlık olan hava yavaş yavaş aydınlanıyor, sokak lambaları sönüyordu. Şehir egzoz sesleri ve ayakkabı tıkırtıları haricinde sessizdi. Kadınlar ve çocuklar yataklarında horul horul uyuyorlardı. Sadece erkekler vardı sokaklarda. Çamurlu yollardan, kepenkleri kaldırılmamış dükkânların önünden, sokak direğine dökülmüş çöplerin içinde yalanan kedilerin yanından geçerek camiye geldim. Cemaatin arasına sıkıştım. Pekte ön saflara girmedim. Cami çıkışı iki, üç yaşlı amca ile bayramlaşıp her bayram namazı sonrası camiye yardım amacı ile toplanan ve paraların birikme yeri olarak kullanılan bisküvi kutusuna beş lira bıraktım. Geldiğim yerlerden tekrar geçerek evimin yolunu tuttum. Uzun süre yazı masamda oturup yazılmayı bekleyen boş kâğıtlara baktım. Tozlu raflarda duran Dostoyevski, Gogol, Tolstoy ve diğer yazarların kitaplarını iç geçirerek elime alıp hemen hemen her gün yaptığım gibi inceleyip, kitapların o güzel kokusunu içime çektim. Ben fotoğrafçı olmak istemiyordum. Ben yazar olmak, eserlerimin bu dâhilerle yan yana olmasını istiyordum. Daha sonra kitapların arasında kendimi boğulur gibi hissetim. Benim sıkıntıma eşlik eden benim talihsiz kitaplarım ise belki birazdan ayaklanarak evi terk edeceklerdi. Onlar çıkmadan ben çıkayım dedim kendi kendime.
Dışarı çıktım. Arabaya atladım. Yeni açılmış bir bakkaldan bir gazete ve babamın en sevdiği kıymalı böreklerden alarak ailemin evinin yolunu tuttum. Ağabeyim benden önce gelmiş arabasını park etmişti. Yukarı çıktım. Kapıyı biricik annem açtı. “ hoş geldin yavrum, haydi kahvaltıya oturmak için herkes seni bekliyor” dedi. Hızla mutfağa geçerken içerde tanımadığım seslerin yükseldiğini duydum. İçeri girdiğimde, babam “ Çakma yazarımızda sonunda gelebildiler” diye alaycı bir bakışla bana baktı. Mutfakta tanımadığım üç kişi oturuyordu. Babam hemen tanıştırdı. “ Bak oğlum bu benim üniversite yıllarımda en yakın arkadaşımdı. Dört yıl boyunca hep birlikte kaldık. Sağ olsunlar bu bayram bizi ziyarete gelmişler. Duymuş olduğum sevinci anlatamam“ dedi. Teker teker hepsine hoş geldiniz diyerek ellerini sıktım. “ Bak oğlum işte bu Ahmet amcan eşi Menekşe teyzen ve kızları Firuze”. Masaya oturdum. Bayadır tanımadığım insanlarla bir arada bulunup yemek yememekten midir bilmem garip bir heyecan sarmıştı bünyemi. Arada bir kafamı kaldırıp kızları Firuze’ ye bakıyordum. Kendimi o kadar miskin, güvensiz ve kirli hissediyorum ki bu güzel kızla aynı masada oturup yemek yemek mi heyecanlandırmıştı beni? O saniyelerde buna neyin sebep olduğunu bulmak benim için çok güçtü. Ama şimdi geriye dönüp o saniyelere gittiğimde bu heyecanı içimde başlayan aşkın ilk kıvılcımları olarak söyleyebilirim. Babam arada bir bana takılıyor “ Çakma yazar bir şeyler yazabildin mi bakalım” diyordu. Bense “ Ayıp ama baba” diye karşılık veriyor, masada gülüşmelere neden oluyordum. Firuze de gülüyordu. Yirmi yaşındaymış. Babam söyledi. Üniversitede edebiyat öğretmenliği okuyormuş. Babamın eğlenceli olduğu her halinden belli oluyordu çünkü durmadan bana saldırıyor ve yalnızca gülüyordu. “ Ne o her bayram sabahı yemeğini yer çıkardın, bu bayram bizle mi oturmaya karar verdin küçük bey. Yoksa misafirlerimizi mi sevdin” dedi en son saldırısında. Keşke şimdi de yanımda olsaydı da verdiğim yazı yazmama kararıma sevinse ve “ Ben sana dememiş miydim oğlum” deseydi. Ne yazık ki babamın bu son bayramıydı. Diğer bayramlarda sandalyesi bom boş kalacaktı.
Saçları kıvırcık, kumral ve omuzlarına kadardı. Gözleri en sevdiğim renkti. Mavi. Dişlerinin önü hafif aralıktı ve güldüğünde net bir şekilde belli oluyordu. Hiç ummadığım bir anda karşıma çıkmıştı. Hem de kendimi çok güçsüz hissettiğim bir zamanda. İlk görüşte aşk bana her zaman saçma gelmişti ve bu zamana kadar hiçbir kadın kalbimin pır pır atmasına neden olmamıştı. Bana hiçbir şey yapmadığı halde nasıl oluyordu da kalbim durduk yere çarpıyordu. Bunu anlamak benim için hala güçtü ama en azından böyle bir duygunun olduğuna ilk kez inanmış ve kendi kendime oynadığım yazı yazma sevdasından uzaklaşır gibi olmuştum. Dört gün boyunca bizde kalmışlardı ve gittikleri son gün telefon numarasını alabilmiştim. Boş kâğıtların ve âşık olduğum kitapların arasında kaçamak bir şekilde Firuze’yi düşünüyordum. Kendimi kitaplarıma ihanet ediyormuş gibi hissediyordum. Saatlerce yatağa uzanıp onun portresini gözümün önüne getirmek ve suçlu bir şekilde öpüştüğümüzü hayal etmek mutluluğun en tatlı haliydi.
Onu son görüşümden bir ay sonrası ise ben ve çevremdeki herkes beni tanıyamaz duruma gelmişti. Verdiğim bütün sözleri unutmuş, daha da önemlisi bir kadın uğruna gelecek için kurduğum bütün hayallerin tam ortasına balta vurmuştum. Yazı masasına oturmak, saçma bir şeyler karalayıp çöp tenekesine atmak, kitap okumak her şey anlamsız ve bom boş geliyordu şimdi. Bir ay boyunca onu arayacak gücü kendimde bulamamış ve yalnızca onu düşünmüştüm. Kendimi babama ilk açtığımda duruma çok şaşırmış ama birazda sevinmiş gibiydi. Bunun kanıtı da “Ne duruyorsun ara o zaman” deyişinden belliydi. Değişik duygular içinde telefonu elime alıp onu aradım. Buluşma teklifimi kabul etti. O da benim gibi çok fazla kitaplar okuduğunu ve şiirler yazdığını söyledi. Ben ona kendimi anlattım. Daha doğrusu heyecandan ne anlattığımı bile bilmiyordum ama net hatırladığım tek şey bana “ Senin bir gün büyük bir yazar olacağına inanıyorum” deyişiydi. Bu zamana kadar beni destekleyen tek kişiydi Firuze. O gece boş yatağıma yatarak gülmüş, mutluktan havaya uçmuş ve boş duvarlara “ Seni seviyorum Firuze” demiştim.
Daha sonraki günler buluşmalarımız sıklaştı. Kitap okumaktan, her gün kitapçının önüne giderek heyecanla kitapları karıştırmaktan daha da önemlisi bir şeyler yazmaktan vazgeçmiştim. Her görüşme sonrası eve gelip saatlerce yazı masamın başında oturarak pencereden dışarısını izlerdim onu düşünerek. Hiç ummadığım anda karşıma çıkan bu kız hayatımın akışını tamamıyla değiştirmişti. İyi mi yapıyorum kötü mü yapıyorum bilmiyordum.
Babamın ölmeden önce yaptığı en büyük iyilik bana Firuze’yi istemesi olmuştu. Nitekim düğünümüzden yaklaşık iki ay sonrada babamı kalp krizinden kaybetmiştim. Hayatta ilk kez gerçekçi gözyaşları döktüğümü o gün anlamıştım. En azından ölmeden önce onun istediği gibi bir adam olduğumu ona göstermiştim. Evlenmeme en çok o sevinmişti. Ağabeyimin yanında işe başlamış fotoğrafçı olmuştum. Otuzuma gelmeden vazgeçmiştim yazmaktan. Sabahları kalkıp işime gidiyor, akşamları eve gelip birlikte oturuyor arada bir dışarı çıkıp dolaşıyor, bir kafede bir kahve içiyor ya da sinemaya giderek evliliğimizin tadını çıkartıyorduk. Bu zamana kadar duymadığım bir mutluluktu bu yaşadıklarım. Bazı geceler yatağa yattığımda evlenmeden önce kendime yaptıklarımı düşünüyor, yatak altından kıs kıs gülüyordum. Babaannemin evini tamamıyla değiştirmiş ve yepyeni bir ev yapmıştık. Sevmeyi, tatlı bir öpücüğü, sıcak kollarının arasında uyumanın huzurunu ilk kez yaşıyordum.
Karımın bir gün bana “ Beni yalancı çıkaracaksın” deyişiyle irkildim. “ Anlamadım “ dedim. “ Sana bir gün büyük bir yazar olacaksın demiştim “ dedi “ Ama bakıyorum bu hırsından hemen vazgeçmişsin” diye ekledi. “ Senden sonra her şeyden vazgeçtim. Çünkü hayatımın en büyük mutluluğunu buldum “ diye karşılık verdim. Güldü. “ Ben senin en çok hangi yönünü sevmiştim Murat biliyor musun? Edebiyat yönünü. Beni bana anlattığın hayallerinle, yapacaklarınla, bana kitaplarda duyduğun aşk sözlerini söylemenle kandırdın. Ama benim kanmış olduğum erkek gitmiş yerine normal bir aile babası gelmiş. Ben seni tekrar eskisi gibi hırsla şevkle yazarken ve çalışırken görmek istiyorum” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Yalnızca sarıldım. “ Senin için her şeyi yaparım” diye karşılık verdim.
Aradan tam sekiz yıl geçmiş otuz yedi yaşında olmuştum. Bir tane oğlumuz olmuştu. Adını babamın ismini koydum. Cengiz han. O gün sevgili karımın bana söylediği sözler sonrası yazı masamın başına geçmiş daha önceleri planlayıp ta yazamadığım bir tarih romanını yazmaya başlamıştım. Her gece iş dönüşü odama çekiliyor sabahlara kadar okuyor ve yalnızca yazıyordum. Firuze arada bir yanıma gelerek kahvemi getiriyor, bazen de yazdığım şeyleri okuyor ve “ çok başarılı “ diyordu. Sabah ezanı okunduğunda yazı masamdan kalkıyor ve sevgili karımın sıcak kollarına sarılarak yarın yazacaklarımın hayalini kuruyor, farkında olmadığım bir anda da uykuya dalıyordum. İşe saat on bir gibi gider olmuştum. Ağabeyim her sabah dokuzda benden önce geliyor dükkânı açıyordu. Kısa zamanda yazdığım ve bastırdığım “ Karanlık Geceler” adlı tarih romanım çok fazla ilgi görmüştü. Kütüphanelerde, kitapçılarda benim kitabım vardı. İnanılır gibi değildi. Bu kitaptan çok iyi para kazanmış ve dükkânda artık çalışmak istemediğimi ağabeyime söylemiştim. İlk kitabımdan kazandığım parayı ailecek güzel bir restauranta giderek kutlamıştık. Kadehimi ölen babam için kaldırmıştım. Aynı zamanda içimden pis pis sırıtıyor ve benim bir yazar olacağıma inanmayan aileme “ Başardım” diyordum. “ Ben yazar oldum baba”.
İlk kitabımın getirdiği başarının ardından yayınevleri daha yeni başladığım ikinci kitabımı yayınlayabilmek için teklifler üzerine teklifler yağdırıyorlardı. İkinci kitabım bir polisiye romanı olacaktı. Bir cinayet sonrası açığa çıkan bir sırın peşinden koşuyor, çözülen sırın yarattığı kaosla her insanın psikolojisine darbe gibi inen düşünceleri ve değişen hayatlarını anlatıyordum. Derken felsefi bir olayı anlattığım üçüncü romanım da piyasaya çıkmıştı. Gazeteler beni yazıyordu. Televizyondaki programlara davetler alıyor, panellere ve konferanslara “Onur konuğu” olarak çağrılıyordum. Her yerde adım yazıyor, herkes beni konuşuyordu. İkinci kitabımı film yapmak isteyenler bile olmuştu. Ben ise artık daha fazla yazıyor, daha fazla okuyor, sabah ezanı okunduğunda sevgili karımın sıcak kollarına sarılarak düşünüyordum. Onun o içimi açan kokusu bana öylesine ilham veriyordu ki yazı yazma sonrası yatağa yatmanın daha yazı masasında hayalini kurmaya başlıyordum. Bazı geceler yazacağım olayları rüyalarımda yaşadığım bile oluyordu ve sabah kalktığım gibi hemen masama oturuyor ve yalnızca yazıyordum.
Hayat çok isteyenleri istediği yerlere getiriyordu demek ki. Hırsla harıl harıl okumanın, devamlı yazı yazmayı düşünmemin, raflardaki kitaplarımın yanlarına geçerek onlarla sohbet etmemin ve “ Bir gün bende bir kitap çıkarabilecek miyim acaba” dememin meyvelerini işte bu zamanlar yemeye başlamıştım. Sevgili karım ve bir tanecik çocuğum Cengiz han’la eskisi kadar ilgilenmediğimi biliyordum ama onların bana verdiği içten desteği de her zaman biliyordum. Boş kaldığım geceler Firuze ile Nişantaşı’na gider bir kahve içer ya da Ortaköy’ de sahil kenarında yürürdük. Ancak imza almak için başıma üşüşen sevgili okurlarımın ilgisinden çok sıkılır ve hemen eve kaçmak isterdi. Cengizhan’ı da lunaparka götürür, onunla beraber atlıkarıncaya, gondola biner ve çığlık attığında bende onla birlikte çığlık atar, aşağıda bizi bekleyen sevgili karıcığıma el sallardık. Evliliğimde hayatımda her şey yolunda gidiyordu.
Hayat, bazen güzel bazen de cilveli oyunlarını yakamdan hiç eksik etmemişti. Bir kış sabahıydı. Öğlene doğru yataktan fırlamıştım. Hızla sevgili karıcığımın bulunduğunu umduğum mutfağa doğru gittim ancak her sabah onu gördüğüm masada bu sefer bir mektup buldum. Karım evi terk etmişti. Ne nereye gittiğini ne de neden gittiğini hiç yazmamıştı. Yalnızca “ Beni arama. Böyle olmasını istemezdim. Üzgünüm. Bir gün belki tekrar geri dönebilirim ancak bu sana bağlı. Cengizhan’ı görmek istersen onu anneme bırakıyorum o ona çok iyi bakar, sakın yanına onu alma, bakamazsın, bir süreliğine yurtdışına gitmeye karar verdim. Boşuna arama beni sokaklarda. Hoşçakal” demişti. Çılgına dönmüştüm. “ Geri dönmem sana bağlıda ne demekti?”. Babamın ölümünden sonra döktüğüm ilk gözyaşlarını o gün dökmüştüm. Hızla annesinin evine gittim. Çocuğumu sevdim ama eşimi dinleyerek onu yanıma almadım. Annesi ne olursa olsun nereye gittiğini bilmediğini ama bir gün döneceğine inandığını söylüyordu. İnanmıyordum. Ne olmuştu? Neden böyle olmuştu. Ona ne yapmıştım? Her şey yeni bir teorinin çıkmasıyla anlamını yitiren eskileşmiş bir teori kadar anlamsız ve boş geliyordu. Yurt dışına gidemezdi. Onu İstanbul’ da bulacaktım.
Ortak tanıdığımız bütün arkadaşları, bütün akrabalarını, apartmandaki bütün komşuları hatta sokağımızda alışveriş yaptığı tüm dükkânları tek tek gezerek onu sormuştum. Aldığım cevap hep olumsuzdu. Gündüz tüm İstanbul sokaklarında onu arıyordum. İstanbul’ da ki tüm otellerin ismini bir kâğıda yazmış ve hepsini tek tek gezerek araştırmıştım. Eşim hiç birisinde kalmıyordu. Nişantaşı’nda beraber gittiğimiz kafelere uğruyor. Ortaköy’ de beraber yürüdüğümüz sokakları bir avare gibi dolaşıyor, Eminönü’nde balık ekmek yiyenler arasında onu arıyor, Kapalıçarşı’yı turluyor, Sultanahmet’te ziyarete gelen turistlerin arasına karışıyor ve yolunu gözlüyordum.. Bazı günler Kadıköy, Eminönü vapur seferindeki vapurlardan hiç inmiyor ve boğazda bir Anadolu yakasına bir Avrupa yakasına gelerek vapura binen insanlar arasında onun olacağı umuduyla yaşıyordum. Geceleri çaresizce evimin yolunu tutuyor, boş evde ondan kalan hatıralarla yaşıyordum. Uzun bir süre eşimi aradım ama hiçbir izine rastlamadım. İçten içe yurt dışına gittiğine inanmaya başlamıştım çünkü koca İstanbul’da gitmediğim, gezmediğim bir yer kalmamıştı. Yayın evleri ve sevgili okuyucularım sürekli yeni kitabımı ne zaman yayınlayacağımı soruyorlardı ama elde yazdığım daha yeni hiçbir şey yoktu. Onu aramaktan ayaklarıma kara sular indiği bazı gecelerde üzgünce yazı masamın başına oturuyor ve bir şeyler karalamak istiyordum. Tek kelime bile çıkmıyordu. Boş kâğıtlara bakarak eski günlerdeki gibi yine onu düşünmeye başlamıştım. Sabaha kadar harıl harıl sigara içiyor, uykum geldiğinde boş yatağıma giderek yatıyor ama uyuyamıyordum. Sevgili karımın sıcak kollarını özlüyordum. Çok ağlar olmuştum o günlerde. Neden beni terk etmişti. Hiç mi özlemiyordu. Nasıl dayanabiliyordu? Yatağa girdiğimde üşüyordum artık. Geceleri kâbuslar görerek uyanıyordum, sabahları yataktan kalkmak istemiyordum. İlham perim ansızın geldiği gibi ansızın hayatımdan uçuvermişti. Onu çok özlüyordum.
Dile kolay aradan tam üç yıl geçti. Ne sevgili karımdan bir haber alabildim ne de yeni bir şeyler yazabildim. Her gün içmeye başlamıştım. Her dakika alkolik dolaşıyordum. Ailem bu duruma çok üzüldüğünü ve hayatımı yoluma koymam gerektiklerini söylüyorlardı. “ Ben büyük bir yazarmışım”. Gülüyordum. Çünkü kimse gerçeği bilmiyordu. Eşimin sıcak kollarında uyumadan bir şeyler üretemediğimi kimse bilmiyordu. Ben onsuz yirmi sekiz yaşındaki Murat’tım. Kocaman bir hiçtim.
İstanbul sokaklarında dolaşmanın alışkanlık haline geldiği karlı bir gün hayatımın en komik aynı zamanda en dramatik olayı ile karşı karşıya kaldım. Şok oldum. Oynanan bu oyun karşısında kas katı kesilmiş bir şekilde duruyor ve nedensiz bir şekilde gülüyordum. Bu da neyin nesiydi? Bir kitapçının yanında durmuş kitapları inceliyordum. Yeni kitapların bulunduğu yere doğru yürüdüm ve elime bir kitap aldım. İşte o an bütün hayat durmuş, ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde aptal aptal gülüyordum. Kitabı eşim yazmıştı. Kitabın ismi “ İstanbul sokakları ve aşktı.” Hemen arkasını çevirdim ve okumaya başladım. “Bu kitap eşi tarafından terk edilen bir adamın hikâyesidir. Kitabımızın kahramanı Selim eşini bulabilmek için her gün İstanbul sokaklarını dolaşmaktadır. Ama üç yıl içinde eşinin hiçbir izine rastlamaz. Ama aslında sevgili karısının da arkasından kendisini izlediğini ve üç yıl boyunca kara çarşafa bürünerek evlerinin tam karşısındaki apartmanda saklandığını öğrenince deliye döner ve işte o günden sonra akıl almaz olaylar olmaya başlar.” Kitabın arka kapağını daha fazla okumaya kendimde cesaret bulamadım, kitap heyecandan yere düşmüştü, hızla koşmaya başladım. Şaşkınlığımı bir arabanın korna sesi bozmuştu. Adam arabanın içinden küfürler yağdırıyor ben ise sadece gülüyor ve özür diliyordum. Bizim sokağa girdim ve karşımızdaki apartmandan hızla yukarı çıkarak evimin pencerelerinin tam karşısında bulunan dairenin zilini çaldım. Kapıyı eşim açmıştı. Güldü. “ Demek oyunumuz artık burada son buluyor” dedi. “İnanamıyorum, şaka mı bu?” dedim. “ Bekle” dedi, “Geliyorum, evimize geçelim”. Görüşmemiz hiç birbirlerini özleyen sevgililerin kavuşmalarına benzememişti. Ne sarılmış ne de birbirimizi öperek aşk sözcükleri fısıldamıştık kulağımıza. Hemen eve geçtik. Koltuğa oturdu ve anlatmaya başladı. “ Çok merak ediyorsun değil mi seni niye terk ettim diye, aslına bakarsan bu kararı çok zor aldım. Evliliğimizin ilk yılları her şey yolunda gidiyordu. Mutluyduk çünkü hep birlikteydik, ne zaman ki ben sana, senin eskisi gibi olmanı istiyorum, dedim işte o zaman yanlış yaptım herhalde. O günden sonra sadece sabahın köründe yatakta buluşmaya başladık. Hevesini kırmanı istemiyordum ama birazcıkta ilgi bekliyordum. Belki dedim en azından kitaplarında az da olsa beni anlatır ya da kitaplarının başına “Eşime” yazarak bana armağan eder. Ama hiç birisi olmadı. Evet, sen büyük bir yazar oldun ama bu büyük yazar sevgili karısına iki çift güzel söz söylemekten aciz ve fakir bir yazardı benim için. Bundan dolayı gitmeye karar verdim. Aslında çokta uzaklara gitmedim. Çünkü seni görmeden yapamazdım. Seni her şeye rağmen çok seviyordum. Sadece karşı apartmana taşındım. Beraber yaşayan kapalı üniversite öğrencilerinin yanına geçerek onlara hem maddi destek de bulundum hem de ev işlerinde yardımcı oldum. Çoğu gün kara çarşafa bürünerek seni takip ettim. Senle beraber bir Kadıköy’ e bir Eminönü’ ne vapurla geçip durdum. Bazı günler haline dayanamıyor sana kavuşmak istiyordum, ama sabrediyor bekliyordum. Bazı günler her şeyi göze alıp senin evi terk ettiğin dakikalarda eve geliyor, evimizi görüyor ve pisliğin içinde yaşamandan dolayı haline çok üzülüyordum. Ama dayandım, sabrettim. Acaba dedim ben terk ettikten sonra oturupta hakkımda bir şeyler karalar mı diye çok düşündüm çoğu gece bekledim. Murat sana ne dediğimi hatırlıyorsun değil mi? Eve dönmem sana bağlı demiştim. Ama sen bu şifreyi bile çözemedin. En sonunda sana gözükmeye karar verdim. Senin yapamadığını ben yaptım ve seni anlattığım bir kitap yazdım, buyur.” Kitabını önüme fırlattı. Firuze’nin söylediği her şey sonrası tutulup kalmış hiçbir şey söyleyememiştim. Yerinden kalktı, yanıma geldi. Pis vücuduma sarılarak “ Seni çok özledim” dedi. O an titreyerek ağlamaya başladım. Ağzımdan çıkan kelimeleri zorlukla söylüyordum. “ Seni çok özledim bebeğim, beni sakın bir daha bırakıp gitme. Ne olur. Çok düşündüm, yazmak için ama yapamadım. Çünkü ben sen olmadan yazamıyorum, gece yatağa yattığımda o sıcak kollarına sarılmadan olmuyor. Her şey yazmak değildir hayatım. Haklısın son zamanlarda çok ilgisiz davranıyordum ama bu kadar acımasız bir oyunu bana neden oynadın, Firuze” dedim. “ Merak etme ben senin an ve an peşindeydim sevgilim. Bu oyunu sana neden oynadım? Çünkü her şeyin daha güzel olması için, inan bana sevgilim”.
Her şey eskisi gibi olmaya başlamıştı. Eşimin eve dönüşünü tüm arkadaşlar ve akrabalar ile kutladık. Yalnız anneme çok kızdım. Çünkü eşimin üç yıldır nerde saklandığından haberi varmış. Her gece eşimin sıcak kolları ile buluşmanın sevinci ile ona bir sürpriz yapmaya karar verdim ve sonunda yeni bir kitaba başladım. Tam bir yılda kitabımı bitirip bastırdığımda büyük bir coşkuyla karşılaşmıştım. Bütün her yerde kitabımın reklamı yapılıyordu. Hayatımın unutamayacağım günlerinden birisi ise kitap tanıtımımın olduğu geceydi. Konferans salonu tıklım tıklım doluydu. Sahnedeki kız “ Kısa zamanda ülkenin en başarılı yazarlarından biri durumuna gelen Sayın Murat Atlan’ın yeni çıkan kitabı “Hayatımın Aşkı”nı bizlere o güzel yorumuyla anlatması için sahneye davet ediyoruz” dedi. Büyük bir alkış tufanıyla sahneye çıktım ve yarım saat boyunca kitabımın ve yaşadıklarım hakkında bilgi verdim. Konuşmamın son dakikalarında ise şunları söyledim. “ Sevgili konuklar sözlerimi burada tamamlarken sizlere üzüleceğiniz bir haberi vereceğim. Artık yazı yazmayı bırakıyorum. Bu kitapta hayatımın aşkı olan sevgili eşimi anlattım ve bir şeyi fark ettim. Hayatın sırrını, aşkı keşfettim. Bu üç harften oluşan ve anlamı hayatla eş değer olan aşkı yazdıktan sonra başka şeyler yazmak benim için çok boş geliyor çünkü bundan sonra bir şey vereceğime inanamıyorum. Beni yazı yazmaya teşvik eden rahmetli babama ve benim mimarım sevgili eşime huzurlarınızda çok teşekkür ediyorum. Gençlik yıllarında yazı yazmanın bir sevgilinin dudağına kondurulan öpücükle eş değer olacağını sanmışım, tabi ki yanılmışım. Huzurlarınızdan ayrılırken son kez şunu belirtmek istiyorum. Eğer aşkı bulduğunuza inanıyorsanız bırakın kendinizi bunun tadını çıkarın. Çünkü hayat çok kısa ve bunu mutlu geçirmenin yolu aşkta saklı. Sevgili okurlar sevgili eşimle uzun bir tatile çıkıp kısa ömrümüzü birlikte geçirmeye karar verdik. Kendinize çok iyi bakın. Sizleri çok seviyorum”. Herkes ayağa kalkmış beni alkışlıyordu. Sevgili eşim ayakta elleri patlarcasına beni alkışlıyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Salonda devam eden alkış sesleri altında hemen eşimin yanına giderek boynuna sarıldım ve ona “ sonsuza kadar seni seveceğim” dedim. Son olarak ta sevgili okuyucularımın isteklerini kırmadım ve herkesin kitaplarını imzaladım. O günden sonra kalemi elime hiç almadım.
Aradan yıllar geçtikten sonra oğlumun benim anlattıklarımdan esinlenerek sizlere sunduğu bu hikâyeyi okurken gözlerimdeki yaşlara engel olamadım ve ona dönerek “ çok teşekkür ediyorum oğlum” dedim. Babamın bana hiçbir zaman söylemediği şeyi de yutkunarak söyledim “ Bir gün çok büyük bir yazar olacaksın.”