Matilda'nın Düşündürdükleri
Marketten aldığı iki şişe sütün olduğu torbalar kucağında koridorda yürürken, tüm ailesinin hunharca katledilmiş olduğunu gören kız ağlamaya başlar ve kendi dairelerini geçip onun kapısına yönelir ve zili çalar.
<<aç lütfen -der kapının önünde ölümcül bir bekleyişle- kapıyı aç lütfen>>
İçeri girmek istediği ev bir tetikçinin evidir ve kız henüz bunu bilmemektedir. Kapı açıldığında kızın yüzüne bir ışık yayılır, tüm hüzünlerini yıkayıp temizlemiştir pencereden süzülen günışığı. Bir çocuk için hiç uygun olmadığı varsayılan bir ortamın, onun hayatını kurtaran ve hatta şu anki hayatının anlamsızlığına çözüm olabileceği kimin aklına gelirdi ki.
Oysa daha bir gün önce babasından yediği bir dayak sonrası çok kötü durumdayken aynı koridorda gördüğü adama, hayat hep bu kadar zor mu yoksa sadece çocukken mi böyle dediğini anımsayınca içiniz acıyor halen. Ailesinin yok edilmesinden sonra ona nasılsın diye sorar adam, kızın cevabı daha iyi günlerim oldu olur. Daha iyi günlerimiz oldu…
Ara sıra toplanıp film izlemek en sevdiğimiz şeylerden biriydi. Biz üç eski kafadar özenle seçilmiş bir film ve ardından yapılan içkili bir sohbetle, birbirimizin görmeyeli ne denli azaldığını ve-veya arttığını adeta test eder hallerimizle çok eğleniyorduk. Hep kendimize çok gördüğümüz o kaliteli vakitlerin değerini bilen arkadaşlardandık. Ancak çok fazla ciddiye almadığımız hayatın bize oynadığı oyunlardan fazlasıyla etkilenmiş olmamızdandır, çok fazla görüşemez olmuştuk.
Film bittikten sonra çatı katına çıktık, pencerenin önünde bizi beklermiş gibi duran fiskos masasının etrafındaki berjerlere yerleşip, konuşmaya başladık.
‘Yıllar sonra tekrar izleme fırsatı bulduğum Leon filmindeki küçük kız Matilda tekrar eritti içimi. Kaderci olmamam arabesk bir üzüntüye gark olmamı durduruyor olsa da içimden yansıyan yanık kokusu genzimi yakmaktaydı.’ Diyerek sessizliğin üstün gelmesine izin vermedim, onlarla sohbetin özlemi ağır basmıştı. O sırada Ömer lafa girdi.
<<Neyin son nerenin başlangıç olduğunun karışıklaştığı dönemlerimizde, şekillenmemiz biraz süre alıyor. Acı çekmeye meylimizden midir bilinmez içinde vurgunlar yediğimiz öyküleri severiz. O dönemlerimizde gereksiz ağlamalar eşlik eder büyümemize. Yitirdiklerimiz gelir aklımıza yanmak isteriz. O eski ucu yanık mektup kokuları kadar dert oluruz kendimize. Aç kalırız kimi zaman, dostlara acıkmış hallerimiz tokat gibi yüzümüze çarpar her yalnızlığımızda.>>
Ardından duygusallığı ile dalga geçtiğimiz Serdar konuştu.
_Böylesi eserlerin açığa çıkardığı koca puntolu gerçeklerin dediği gibi sevdiklerimiz sağken değerlerini bilelim. Her ne kadar beğenmediğimiz yönleri olsa da… Yaş kemale erdikçe onlar gibi düşündüğümüzü unutmadan. Fırsat verilmemiş, imkân bulamamış bir kuşağın bizi biz yapan tüm yaşlılarına saygı duyuyorum, hele ana-baba bir başka kokar insanın her döneminde, özlemle anar dururuz. Bayramlarda akrabalara gitmemizi isteyen şeker reklamlarındaki duygusallığı her anımıza taşımak lazım diye düşünüyorum.
Yakın zamanda babasını yitirmenin verdiği aşırılık vardı sanki söyleminde.
‘Matilda bile ailesinde sevecek birini bulmuştur. Üvey anne ve onun kızı ile öz babası ona dünyayı dar ediyor olduğundan nerdeyse öldüklerine üzülmemiştir. Ancak henüz dört yaşındaki küçük kardeşinin hiç suçu olmadığını, hatta hiç ağlamayan bir çocuk olduğunu söyleyip üzüntüden kahrolduğu bölüm oldukça etkileyicidir.’ Diyerek konuyu filme getirmek istemiştim. Ama nerde…
<<Çocuklukları hep beraber geçen, çokça şeyler paylaşan amca çocuklarının hatta kardeşlerin her ne sebeple olursa olsun, birbirleriyle görüşmemelerini anlamakta zorluk çekiyorum.>>
_Çat kapı komşuluğa gitmenin hayal olmadığı yıllarda büyümüş bir kuşaktan olduğum için, böylesi kahredici vakalar sarsıyor beni. Miras için birbirini yiyenler, dedikodu boyutundaki şeylerle ömür boyu konuşmayanlar olduğunu duyup gördükçe üzülüyor insan.
Arkadaşlarım filmden çok kendi özellerinde saklı olup açığa çıkan bu konu etrafında konuşmayı tercih etmişlerdi. Yaklaşık bir saat bu ve benzer konularla geçen sohbetimiz sonunda ne içmek istediklerini sordum.
İçkiler yudumlanırken hep beraber bir kez daha izledik size sormak istiyorum dedim.
‘Filmin genel işlevinde sübyancılığa övgü konusunun sizde bıraktığı etki nedir?’ ilk bakışta bile çok ağır bir soru olduğu açık seçikti. Her ne kadar kendi beğendiğimiz yaftalarla oluşturduğumuz modern insan bakış açımız olsa da. Her ne ölçüde tabulara yaklaşırken sorgulamacı yaklaşımdan yana olduğumuz doğruysa da. Bizim gibi eski solculara bile ağır gelebilecek bir konuydu bu.
Ortama sessizlik hâkim olunca ben girdim söze.
‘Kimliğini, kişiliğini hatta cinsiyetini bilmediğimiz şairi hatırlıyor musunuz? O ne denli etkilemişti bizi değil mi. Soruyorum size biri gelse dese ki o şair var ya eşcinselmiş biliyor musunuz? Ne değişir bizim için hiçbir şey. Ben de bu filmde bu konunun çok önemsiz olduğunu vurgulamak isterim. Konusunda, çekimlerinde, oyunculuklarda konuşulacak onca şey varken hem de.’
<<Ben toplum hassasiyetlerinin böylesi kitlelere ulaşması muhtemel eserlerde dikkate alınması taraftarıyım>>
Her zamanki gibi Ömer’in şaka yapıp yapmadığı anlaşılmıyordu.
_Oğlum senin içine Bülent Arınç kaçmış nasıl lakırdı o öyle.
Cuk oturmuş esprileriyle Serdar devreye girmiş epeyce gülmemizi sağlamıştı.
Ne zaman toplum ahlak martavalları üzerinden söylemler ediliyorsa, bilin ki orada bir cinayet işlenecektir. Ortaya çıkmadan öldürülmek istenen sanat eserlerinin dilleri olsa keşke diye düşünüyorum. Nice sevilmesi muhtemel cici şey üretilemedi bu baskılardan kim bilir. Nice devasa düşünce su üstüne çıkmadan yok edildi veya biçimsizleştirildi-sansür sayesinde-.
Aralık 2009
Nadir