- 755 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
249 - BİR AKREBİM VAR
Onur BİLGE
Saatlerin durduğu gibi takvimler de dururmuş ve insan, dünyanın en güzel şehrinde yaşıyor olsa da koparılamayan yapraklar arasında güller gibi kururmuş.
Nerede ve nasıl yaşıyorsam yaşayayım, içinde bulunduğum durumdan şikâyet etmemeye, elimdekilerle mutlu olmaya çalıştığım halde on gün için için yandım, zamanın acımasız yaprakları arasında kurudum.
Sevdiğimiz neredeyse; cennet, orası... Antalya, cennetin sekizinci katı kadar güzel ama benim için yeryüzünde Bursa kadar çekici hiçbir yer yok! Çünkü içinde, güzelliğine güzellik katan sevgilim var.
Otobüse bindiğim anda kendimi orada gibi hissetmeye başladım. İlk basamağa ayağımı koyar koymaz, sanki otobüsün içine değil, Bursa topraklarına ayak basmışım gibi bir hisse kapıldım. Bursalılara has konuşma ağzıyla konuşan kişilerin sesleri geldikçe bu duygum güçlendi. Henüz hareket bile etmemiştik hâlbuki.
Yolcularda hep aynı telaş ve heyecan... Bavulların teslimi, vedalaşmalar, sarılmalar, hüzün dolu bakışlar, sık rastlanmaz olsa da gözlerden kayıveren paha biçilmez yaşlar... Ne olursa olsun, bütün yolculuklar böyle hüzünlü ve buruk başlar. Başlar camlardadır, bakışlar birbirini takip etmekte... Yine de gidecek olan gitmekte... Götürecek olan araç hareket edinceye kadar garip bir kıpırtı, yüreklerde; gözlerde derin veya değil, mutlaka hüzün...
Önce bir süre motor çalıştırılır, yolcular sayılır, kapılar kapatılır ve sallana sallana, yaylana yaylana yola koyulur ya otobüs, gidenler de geride kalanlar da sus pus, küs küs...
Ne kadar içim kıpır kıpırsa da sevinçten, gülümsemeden duramaz olduysam da beni de kapladı aynı ruh hali ve etrafa, sanki son görme hakkımı kullanıyormuşum gibi bakmaya başladım.
Ey, taşına toprağına kurban olduğum! Akdeniz’in nazlı kızı! Torosların, elleri kınalı, gözleri sürmeli, üçetekli, kekik kokan gelini! Yeter artık, yoruldun; sallama elini! Bakma gözlerime buğulu, puslu, ağlamaklı! Kanıma girme! Gitmeliyim, biliyorsun. Garip, mahzun, ihanete uğramış gibi bakma!
Gitmem lazım, Antalya. Öğrenmeye, öğretmeye çağırıyor gurbet beni. “Doğduğun yer değil, doyduğun yer...” diyor, birileri.
Cana gidiyorum, Antalya! Canana! İlhan’a! Define beni özlemiştir. Okuduğum ve çalıştığım o iki okul; Virane, yani üçüncü okul da özlemiştir. Arkadaşlar, komşular... Sokak lambası özlemiştir. Karşı apartmanın ser veren sır vermeyen pencereleri, perdeleri özlemiştir. Kim bilir oralardan bir çift simsiyah göz, yolları ne kadar gözlemiştir!
Antalya! Bırak beni, gideyim! Yeter artık, öyle buruk, öyle ağlamaklı, yeşil yeşil bakma gözlerime! Haydi, kapat gözlerini, usulca; çam yeşili bakışlarını gizle! Olsun, birazcık özle! Ben de özlüyorum, şimdiden; henüz ayrılmadan hem de. Ne kadar istesen, ne kadar istesem, gelemezsin benimle. Ölmez, sağ kalırsam, tek veya çift, sana mutlaka geleceğim! Bu can bu bedende oldukça ve sen burada böyle durdukça, bir gün er geç buluşacağız. Ne olursa olsun, sana döneceğim! Gelemesem de getirirler, merak etme!
Etim sen, kemiğim sen, kanım sen! Sende filizlendim, sende yeşerdim. Çam kokulu toprağında eseldim, boy attım, yine senin koynuna gireceğim. Çünkü sana aidim. Yeryüzünde hiçbir toprak, toprağın gibi olamaz! Bu beden, başka bir toprakta huzur bulamaz! Hiçbir şehir, senin yerini tutamaz!
Hoşça kal, Antalya!.. Akdeniz, hoşça kal! Hoşça kalın Toroslar!
“Çekemedim Akça Kız’ın göçünü...” diyor, yol boyu bana el sallayan çam ağaçları. Uğurlayan zeytinlikler: “Sırma saçlar bırak dövsün döşünü!” diyor. “Gülüver de görem mercan dişini!” diyor, fabrikalar. “Yol ver bana Çubuk Beli, geçeyim! Ah kız geçeyim!” diyorum. Bucak’a çıkmadan serinliyor hava, üşütüyor.
“Yayaların yeli soğuk esmez mi?
Sevdiğim de rüyalara girmez mi?
Girmezse de gönül sana küsmez mi?
Yol ver bana Çubuk Beli, geçeyim!”
Tesadüf diye bir şey olmadığına göre İlahi plan gereği birbirimize yakın düşmüş iki genciz. Belki fikren uyuşamayız, arkadaşlık etsek geçinemeyiz belki de ama coşkun duyguları ve hassas ruhları olan kişileriz. Ne kadar vaktimiz kaldı bu gezegende, bilmiyoruz. Belki de yine program gereği birbirimizi çok ama çok seviyoruz. Her fırsatta birbirimizi arıyor, gözlerimiz. Bulabilirsek, hissetmekte olduğumuz duyguları paylaşıyoruz. Yaşıyoruz işte, bu nasıl yaşamaksa...
Aysima da Somuncu Baba’nın kendini gizleme tarafını almış. Hayatlarınızın o yönü benzeşiyor. O da insanları çok seviyor ama içinin gurbetinde yalnız yaşıyor. Sanki herkes kendi kanımızdanmış gibi ve halk içindeyiz yine de münzevi yaşıyoruz. İnsanı çok ama pek çok sevemeyen, Allah’ı gerektiği gibi sevebilir mi? Candan kaynaşmalıyız onlarla. Kâmil insan öyle olur.
Az da olsa dostlarım var, yüreğimde yaşayan. Kalbim, bin bir odalı saray... Herkes bir odasına yerleşmiş, keyfine bakıyor. Arkadaşlığım sağlam, dostluğum devamlı...
Sadece insanlar değil, zerreden küreye her yaratılan farklı birer âlem... Hayatta her şey sade göründüğü halde girift... Dünya, arada... Makro ile mikro arasında... Dünyada aşk... Doğduğum toprağa olan aşkımla Vatanıma olan aşkım, iç içe... Mücevher gibi yanmakta ve ateş gibi yakmakta, parçası da tamamı da beni! Kul aşkıyla Allah aşkı da öyle... Çöllerde susuz kalmışçasına yakmakta!
Hayat yolunda tek ayakla yürünmüyor. Seke seke nasıl yol alınır? Nereye kadar gidilebilir? İkinci ayak gerekiyor herkese, rahat ve emin bir şekilde ilerleyebilmek için.
Tek kol neye yarar yani? Yani aklın bir yarısı? Seçilenler tamamlayacak yarımları; sevgiyle, anlayış ve hoşgörüyle...
Çokluklar içinde de yalnızız. Yapayalnız dünyaya geliyoruz, yapayalnız çekiyoruz acılarımızı ve yapayalnız teslim ediyoruz, canlarımızı. Kabirlerimizden yapayalnız çıkacak ve Allah’ın huzurunda yapayalnız olacağız. Herkes içinin gurbetinde... Hepimiz, garip ve acınacak haldeyiz. Öyle olmasaydı, o şiir denilen anlamlı sözler art arda dizilir de acının tadı olarak sunulabilir miydi?
Dağlar, dolaşmayın ayaklarıma! Bırakın, geçeyim! Bana yol açın! Ey! Mert Beydağları! Kenara çekilin! Yol verin; geçeyim, Toroslar! Ey, yüce dağlar! Ötede, uzaklarda; aşkına ram eden bir ilgilim var. Caddeler, açılın birbirinize! Hepiniz yol verin, sokaklarıma! Yollara çıkmış, sokaklarda beni bekleyen bir sevgilim var.
Aniden gelen ayrılığın kahreden hüsranıyla yasa bürünen beldede, sessizce hıçkıran bir âşığım var. Yunus gibi ete kemiğe, yani varlığa bürünen ve şahıs olarak görünen, şavkı göz kamaştıran İlahi bir ışığım var.
Arkamı döndüğüm anda vuracak, parmağı tetikte bekleyen, yollarımı gözleyen bir hayranım; basacağım yere tuzaklar kuracak bir avcım, bağrına basacak özleyenim var.
Savulun araçlar! Bırakın bizi yollar! Çılgınca özledim, Aysima’mı! Çok acelem var! Dağların ardında açılmış kollar, hasretle ağlayan yüz, o dupduru yüzde derin bir elem var.
Ey! Sıra sıra sıralı sıradağlar!.. Taşınızı toz eder, eler, savururum! Öyle bir ırmağım ki O/Nur/la çağlarım! O Nur’un aşkıyla çağladığım için güçlü bir debim var. Ciğerinizi tünel tünel deler geçerim!
Uzaklarda bekleyen, benim için canına kıymaya kararlı bir akrebim var.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 249
YORUMLAR
Etim sen, kemiğim sen, kanım sen! Sende filizlendim, sende yeşerdim. Çam kokulu toprağında eseldim, boy attım, yine senin koynuna gireceğim. Çünkü sana aidim. Yeryüzünde hiçbir toprak, toprağın gibi olamaz! Bu beden, başka bir toprakta huzur bulamaz! Hiçbir şehir, senin yerini tutamaz!
Hoşça kal, Antalya!.. Akdeniz, hoşça kal! Hoşça kalın Toroslar!
Evet ne kadar uzağa gidersek gidelim, ne kadar başka yerlerde doyarsak dolayım ve ne kadar doyduğumuz yerler bizim dersek diyelim, biz en sonunda yine kendi doğup büyüdüğümüz ve yeşrdiğimiz topraklara geri döner ve yine doğduğumuz yere gömülürüz.
Yine baştan sona çok güzel bir yazı sevgili Onur Bilge. Ama beni bu bölüm çok daha fazla etkiledi haberiniz olsun.
Sevgiler yüreğinize.