- 657 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
248 - YALINAYAK
Onur BİLGE
Babam anlattıkça amcamın yüzü aydınlanıyor, iç huzuru dışına yansıyordu. Gözlerindeki endişeli ve karamsar ifade, yerini umutlu ve mutlu bir bakışa bırakmıştı. Onlara meyve suyu ve poğaça getirdim.
“Nerden bildin acıktığımı?” diye sordu, amcam.
“Bunu bilemeyecek ne var? Kaç saattir bir şey yemedik. Ben acıktığıma göre siz de acıkmışsınızdır. Üstelik deniz havası insanı acıktırır. Az dolaşmadık.” dedim. Babam:
“Kul bile kulun ihtiyacından haberdarken; Allah’ın, kullarının ihtiyaçlarından haberdar olmaması düşünülebilir mi? Habir’dir. Her şeyden haberdardır.”
“Ne zaman başım dara gelse, bir sebep halk ederek sıkıntımı giderdi. İbadette tembellik ettiğim halde, ne istediysem verdi! Acaba ben de mi sadece dünyalık dileyenlerdenim? Orada, ahreti dileyenlere mükâfat verirken benim yüzüme bakmayacak mı? Ya ben, ya ben O’nun Cemaline nasıl bakacağım? Çok pişmanım ve çok mahcubum, ağabey!”
“Nedamet, pişmanlıktır; pişmanlık, tövbedir. Yolumuz, umutsuzluk yolu değil. Müslüman, korkuyla ümit arasında olacak. Tövbe ettiğin zaman, yeni doğmuş gibi günahsız olacaksın. Yeter ki ondan sonra aynı hataları yapma ve ibadette gevşeklik etme! Bişr’i boşuna mı anlatıyorum, sana?”
“Neden hayatı boyunca yalınayak gezmiş? Orasını tam anlayamadım. Konuyla ne ilgisi var?”
“Meyhaneye girerken çarıklarını çıkarmış. Demirci Cafer, konuşmak için onu dışarıya çağırdığında, ağacın altına yalınayak gelmiş. Tövbe ettiğinde, ayağında çarık olmadığından, tövbesini unutmamak için hep o zamanki halde kalmak istemiş. Yani yalınayak...”
“Çarıklarını tekrar giymekle, meyhaneye gitmeyi bir tutmuş demek ki.”
“Belki de nefsini öyle cezalandırmış. Yazı var kışı var, soğuğu var sıcağı var... Çöllerde yanan kumlara çıplak ayakla basmak; karda kışta, yağmurda çamurda yalınayak gezmek kolay mı? O bütün bunlara katlanmış.”
“Sadece demirci mi yetiştirmiş onu?”
“Tabi ki hayır... O, ilk elinden tutan... İlk öğretmeni... Demirci Cafer’den sonra, dayısı Ali bin Harşam’dan da ders almış. Kufe’ye, Mekke’ye, Basra’ya, Şam’a ve Lübnan’a gitmiş. Seyyah sufilerdenmiş.”
“Sufi ne demek, ağabey?”
“Sof, yani yün giyen demek... O zamanlar, ilim tahsil eden talebeler sof giydiklerinden, onlara sofi derlermiş.”
“Asr-ı Saadet’te de yün giyenler varmış. Daha çok fakirler giyermiş, değil mi?”
“Evet. Hatta Efendimiz, kendilerine İslam’ı tebliğ etmek için Mekke müşriklerinin ileri gelenleriyle bir araya gelmek istediğinde; onlar, böyle bir görüşmeyi, yanlarına yün giyenler gelmezse kabul edebileceklerini söylemişler de o konuda ayet inmiş.
İşte Bişr de onların yolundan gitmiş. Hayatı boyunca; bilene talebe, bilmeyene öğretmen olmuş. İlim tahsil edip, hadis toplamış. Zamanla âlim ve veli olmuş. Pek çok talebe yetiştirmiş. Sırrî-i Sekâtî bile onun yetiştirdiği zatlardanmış.
Tıp konusunda da söz sahibi birisi haline gelmiş. Bitkilerden, özellikle şifalı ot ve baharatlardan yaptığı ilaçları dualarıyla birleştirerek, Allah’ın izniyle şifa dağıtırmış.
O devirde Bağdat’ta bulunan üç büyük zatın ilkinin Ahmet Bin Hambel; ikincisinin Ebu Üveyd bin Selman, üçüncüsünün de Bişr-i Hafi olduğu söylenir.
Bağdat’ta; Süfyân-ı Sevrî Fudayl bin Iyâd, Muâfa bin İmrân, Ahmed bin Hanbel ve İmam-ı Mâlik gibi âlimlerin sohbetlerine katılmış ve orada vefat etmiş. Ahmed bin Hanbel, Bişr’i çok sever, onu ziyaret bile edermiş.”
“Hambeli Mezhebi’nin kurucusu mu?”
“Evet. Bişr geldiğinde, ilmine hürmeten ayağa kalkarmış.
“Nasıl olur? O, bir mezhep imamı...”
“Talebeleri de senin gibi merak ederek sormuş:
“Efendim, hadiste eşsizsiniz, fıkıhta müctehidsiniz, o dervişte ne buluyorsunuz da sık sık ziyaretine gidiyorsunuz?” diye. O da:
“Hadis ve fıkıhta ondan iyi olabilirim ama kalp ilminde o, hepimizden iyidir. Zamanın bütün ilimlerini en iyi ben bilirim; Bişr, Allah’ı benden iyi bilir.” diye cevaplamış.
Bir akşam evine girerken: “Bağdat’ta bu kadar kişi var. Hıristiyan, Yahudi, ateşperest, putperest... Benim ne ayrıcalığım var ki İslam’la şereflenenlerdenim? Ben ne yaptım, onlar ne yapmadılar da bu şereften mahrum kaldılar?” diye düşünmeye başlamış, tefekkürü o eşikte, sabah ezanı okununcaya kadar sürmüş.
O, Bağdat’a adım attığı andan ölünceye kadar, yalınayak dolaştığı için hayvanlar bile yerleri kirletmemişler; Bağdatlılar, Bişr-i Hafi’nin öldüğünü, onların tekrar eski hallerine dönmelerinden, sokakları kirletmeye başlamalarından anlamışlar.
Bişr bir gün, askerlerin bir suçluyu meydana çıkardıklarını, çok kötü bir suç işlediği için çok fena dövdüklerini, yüz kırbaç yediği ve iler tutar yeri kalmadığı halde hiç ses çıkarmadığını görünce yanına yaklaşmış ve ona:
“O kadar çok kırbaç vurdular, derin sıyrıldı, lime lime oldu, her yerin kan içinde kaldı, buna nasıl tahammül ettin? Hiç de seslenmedin. Sebebini merak ettim. Neden ses çıkarmadın?” diye sormuş.
“Meydana toplanan insanların içinde, sevdiğim kız var. Beni görüyor. Nasıl bağırıp çağırabilir, nasıl ağlayabilirim?”
“Sevdiğin kızdan utanarak ses çıkarmıyor, ağlamıyorsun bile. Peki, Allah-ü Teâlâ’yı sevmiyor musun? Seni her an görüyor. Onun huzurunda nasıl suç işleyebildin?” diyince, onca kırbaç yediği halde bana mısın demeyen genç, o anda:
“Allah!..” diyerek, can vermiş.
Bişr-i Hafi, Abadan civarlarında bir saralı görmüş, bayılmış, yerde çırpınmaktaymış. Yaklaşıp bakmış ki hem cüzamlı hem de kör... Karıncalar yaralarına hücum etmiş, yemekteymiş. Başını kucağına almış, yüzüne su sürmüş, ayıltmaya çalışmış. Saralı genç kendine gelince:
“Sen kimsin?” diye sormuş, “Rabbimle arama neden girdin?”
Bişr-i Hafi Hazretleri, sohbetlerinde en çok şu sözleri tekrarlarmış:
“Çok yemekten ve çok konuşmaktan kaçının. Aziz olmak isteyen dilini tutsun. Şahitlik etmesin, imam olmasın, ziyafetlere katılmasın.
Sabır, Allah’ı kullarına şikâyet etmemektir. Sabır susmaktır. Susan, konuşandan daha fazla vera sahibidir.
Şöhret isteyen, Allah’tan korkmaz, ahretin tadını alamaz. Övülmekten, ahmaklar hoşlanır.
Kötülerle arkadaşlık eden, iyilere sui zan eder.
Dün öldü, yarın doğmadı, bugünse can çekişmekte. Sen, anı değerlendir.
Karınca, bir buğday tanesini taşımak için uğraşır, didinir, tam yuvasının ağzına getirir ki taneyi de onu da kuş kapar. Kimse dünyada kalıcı değildir.”
Bunları aklında tutsan sana yeter. Böyle zatlar, hiçbir karşılık istemeden Allah’ın yoluna davet eder, O’na kavuşmak isteyene bedava rehberlik yapar, yol gösterirler. Yasin Suresi’nin ilk sayfasının sonundaki iki ayette bu gibi zatlara uymamız emredilir. O ayetlerin mealleri aynen şöyledir:
Yasin Suresi: 20. 21. Ayetler: O sırada şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve: "Ey kavmim! Uyun o elçilere! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir."
Yasin Suresi: 26. 27. Ayetler: "Haydi, gir cennete!" denildi. O da dedi ki: "Ne olurdu kavmim bilseydi! Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını..."
Bu zatlar kolay yetişmez ve kolay bulunmaz. Hiç bir menfaatleri olmadığı halde ömürlerini insan yetiştirmeye adar, yeryüzündeki bütün insanların kurtuluşları için olanca güçleriyle çalışırlar.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 248
YORUMLAR
“Kul bile kulun ihtiyacından haberdarken; Allah’ın, kullarının ihtiyaçlarından haberdar olmaması düşünülebilir mi? Habir’dir. Her şeyden haberdardır.”
nekadar güzeldi burasi.evet Allah herseyden haberdar.
cok güzeldi.
evet tövbe edildimi takrari olmamali.
begenerek okudugum bir yaziydi yine.
yüregine saglik.
sevgim sonsuz