- 875 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Anne Yüreği (34)
“Yarın evdeyim, pazartesi günü için de iş almadım. Çocuklarımı okula bırakacağım. Serkan yeni başlıyor, umarım sorun yaşamaz”
“Yaşamaz. Serkan uyumlu bir çocuk, Gökhan ve Sıla gibi. Zaten sınıftaki arkadaşlarının çoğu mahallede arkadaşlık yaptığı çocuklar. Onunla zaman zaman konuşuyoruz bu konularda, yani okul ve arkadaşlık konularında.”
“Sizi, anneanne diye çağırmasının nedeni, göstermiş olduğunuz yakınlık değil mi zaten?"
“Anneanne demesini çok seviyorum Serkan’ın. O, anneanne diye seslendiği zaman, yüreğimde binlerce duygunun yeniden hareket ettiğini hissediyorum. Anneannelik ve ya babaannelik böyle bir duygu mu acaba diye düşünüyorum? Bu özel duyguyu yaşattığı için Serkan’a teşekkür ediyorum. Of! Saate bak gece yarısı olmuş, hemen kalkayım, konuşmaya başlayınca saatleri unutuyoruz.”
Hayriye Hanım evine gittiğinde Ayşe, yine yalnız kalmıştı. Çocuklar uyumuş, arada bir yatağın içinde kımıl kımıl hareket etmeleri, Serkan’ının, bacaklarını abisinin üstüne atmasıyla, Gökhan’ın ağırlık altında eziliyormuş gibi hissedip, kardeşinin bacağından kurtulma çabasını izlemişti bir süre. ”Sizler benim gerçek dünyamsınız” diye yüksek sesle konuşarak, çocuklarının üstünü örtüp, yanaklarına birer öpücük kondurup, salona geçmişti.
Eline kitap almış, fakat kitap ona, o kitaba bakıyordu. Kafası öyle çok olaylarla meşguldü ki, bir türlü kitaba kendini veremiyordu. Elindeki kitabı sehbanın üstüne bırakıp, yerinden kalkıp, evin ışığını söndürüp, pencereye doğru yürüdü. Perdeyi kenara sıyırdı ve dışarısını izlemeye koyuldu. Cise cise yağan yağmur, sokak lambalarının ışığında, yere düşüyor, düştüğü yerde kayboluyordu. Gökyüzünde tek bir yıldız bile yoktu, Ay da çıkmamıştı bu gece. İki elini birbirine bağlamış, hayallere dalıp gitmişti. Yağmurlu havalar Ayşe’ye köyünü hatırlatıyordu. Özellikle de, çok sevdiği, çocukluk aşkı Ahmet Can’ı getirip, Ayşe’nin gözlerinin önüne bırakıveriyordu.
Ahmet Can, köye yeni gelen, dört kişilik bir ailenin, ikinci çocuğu idi. Kendinden bir kaç büyük, ilkokulu bitirmiş, bir tane de ablası vardı. Bu dört kişilik ailenin nerden, ne için geldiklerini, kim olduklarını hiç kimse bilmiyordu. Bir defasında kan davasından kaçtıklarını duymuştu. Bunun gerçek mi, yoksa dedikodu mu olduğunu bilmiyordu. Henüz ilkokul ikinci sınıfa gidiyorlardı. Ahmet Can’ın sınıfın kapısından girdiği gün yağmur yağıyor, yağan yağmur, camlara vurarak şarkı söylüyordu sınıftaki çocuklara. Kapının girişinde, başak rengi saçları, ışıl ışıl yanan, denizi masmavi gözleri, siyah önlüğünün içinde, küçücük bedeni ile Ahmet Can, sınıfa girdiğinde, Ayşe’nin yüreğinde de binlerce kelebek uçmuştu. Öğretmeninin, Ahmet Can’ı, Ayşe’nin yanına oturtması ise, Ayşe için tam bir sürpriz olmuş, ona yer vermek için kenara çekilirken, yüzü kızarmış, sesi titremiş, ne öğretmenine, ne Ahmet Can’a tek bir kelime söyleyememişti.
Üç yıl boyunca, çocukça duygularla gizli gizli bakıp durmuşlardı birbirlerine. Ayşe’nin babası çok sinirliydi. Erkek ve kız arkadaşlıklarını normal karşılamadığı için, erkek çocuklarla konuşamıyor, Ahmet Can ile yalnızca okulda bir araya geliyor, o zaman da, konuşmaktan çok ,sevgi dolu gözlerle ona bakıyor, dili ile söyleyemediğini gözleri ile anlatmaya çalışıyordu. İlkokulu bitirdiklerinde, Ahmet Can’ı okutabilmek için ailesi köyden ayrılmış, Ayşe evlendirilmiş, Ahmet Can’dan bir daha hiç haber alamamıştı.
“Of..! Neden hep olur olmaz zamanlarda aklıma geliyor o çocuk bilmiyorum? Kaç yıl oldu. Evlenmiş, çocukları bile olmuştur. Belki de okumuş, iyi bir makama gelmiştir. O hatırlamıyordur bile seni. Ama sen, ne zaman yağmur yağsa, çocukluk aşkın Ahmet Can’ı hatırlıyorsun. Ayıp değil mi sana? Üç tane çocuğun var. Bırak şimdi düş kurmayı” deyip hışımla perdeleri çekip, doğruca yatağa girmiş, fakat yine bin bir düşünceler içinde zor uykuya dalabilmişti.
Ertesi günü, Yasemin ile konuşma fırsatı bulamamıştı. Pazar günü, kardeşini görmek için Gül Hanıma gitmek istemiş ama takip edildiği endişesi ile vazgeçmiş, muhtarın evinden telefon açıp konuşmuşlar, başarılar dilemişti.
Pazartesi günü, çocuklarının üçünü de okula teslim etti. Kendisi eve girmeden çarşıdaki işlerini halledip birkaç saat sonra evine geri geldi. Çok işi yoktu evde. Eline kitabını alıp kaldığı yerden okumaya başladı. Kendisi de ders çalışmaya başlamalıydı. Meltem öğretmenden listeyi alması gerekiyordu.
O haftayı bir koşuşturma içinde geçirmişti. İşten eve, evden işe. Çocukların ihtiyaçlarını tamamlamış, kardeşi ile iki defa telefonda görüşmüş, iyi olduğu haberini almıştı.
Aklında Yasemin vardı. Yasemin, her geçen gün biraz daha içine kapanmış, kimseyle hiçbir şey paylaşmamaya başlamıştı. Ayşe’de, bir fırsatını bulup konuşamamıştı. İkinci hafta başında yakalamıştı Yasemin’i.
“Yasemin evde misin? Eğer evdeysen, gel çay içelim. Çay demlemiştim”
Yasemin hiç ret etmeden gelmişti Ayşe’nin evine. İkisi birlikte, bahçeye bakan mutfağına geçmiş, masada karşılıklı çay içiyorlardı.
“Yasemin, neyin var senin? Bir şeyler oluyor ama sen paylaşmıyorsun. Ben, senin ablanım. Belki senin için yapabileceğim bir şeyler vardır, anlat bana”
“Bir şey yok abla. Sıkılıyorum işte”
“Son bir buçuk aydır aynı durumdasın. İzliyorum seni. On beş gündür hepten içine kapandın. Nişanlınla bir sorun mu var? “
Yasemin’in, o ela gözleri buğulanmış, gözlerini Ayşe’den kaçırmaya çalışmış ama başaramamıştı.
“Bir sorun yok abla” derken sesinde ki titreme de her şeyi göstermesine rağmen, Yasemin inatla bir şey yokmuş gibi davranıyordu.
“Bir şeyler var, anlat bana. Elimden gelen her şeyi yaparım senin için.”
Yasemin’in gözlerinden akan yaşlara, kirpikleri de mani olamıyordu artık. Bulutların dolup boşalması gibi, gözpınarları da boşalıvermiş, hıçkırıklar dudaklarının arasından, kuş sesi gibi çıkıyordu. Ayşe, çok şaşırmış, yerinden kalkmış, Yasemin’in yanına gidip, iki eli ile onu kucaklamış, başını göğsüne yaslayıp, çocuk okşar gibi Yasemin’in başını okşamaya başlamış, sessizce ağlamasının bitmesini beklemişti.
“Nedir seni bu kadar üzen olay? Neden çekiniyorsun? Neden paylaşamıyorsun kimseyle?”
“Anlatacağım ama nasıl anlatılır bu olay bilmiyorum abla. Ben istedim Mustafa ile nişanlanmayı, hatta evlenmeyi”
“Evlenmek mi? Nasıl evlenmek? Anlamadım. Siz nişan yaptınız, nikâh yapmadınız ki?”
“Nikâh yaptık biz. Biliyorsun. Nişanlım devlet memuru. Bu şehirde değil. Başka şehirde. Tayin işleri olmuyordu. Biz de anlaştık nikâh kıydık, bir araya gelebilelim diye”
“Ne zaman kıydınız nikâhı?”
“ Altı yedi ay oldu, Mustafa buraya geleli. Yani eş durumundan tayini çıktı. Ama benim de gerçekleri görmem kolaylaştı”
“Nasıl gerçekleri görmen? Ben anlamıyorum, ne gerçeği?”
“Benimle çok sık görüşen adam, artık aramamaya başladı. Ben de merak ettim. Onu sıkmak istemediğim için bir şey sormadım. Bir akşam erken çıkmıştım işten. Nişanlımı da alıp, biraz dolaşırız diye düşündüğüm için yanına gittim. Gittiğimde işyerinde yoktu. Arkadaşları, beni daha önce görmemişlerdi. Bana “Nişanlısı geldi. İşleri varmış, onun için erken çıktılar” dedi. Şok oldum. Nişanlısı bendim. Onlara kim olduğumu söylemeden çıktım oradan. Dolaşmaya başladım. Parka doğru gittim düşünceli düşünceli. Bir de baktım, deniz kenarında bir bankta, bir başka kadınla birlikte el ele, göz göze oturuyorlar. Onları görünce bir an yanlarına gitmek, rezil etmek istedim ama yapamadım. Kendimi küçük düşüremezdim. Onlar öyle dalmışlardı ki, beni görmediler. Hemen eve geldim. Şimdi, başıma açtığım bu pisliği nasıl temizleyeceğim diye düşünüyorum. Babamın kalbine iner”
“İnanamıyorum, gerçekten inanamıyorum. Sen nasıl böyle bir hata yaparsın? Gözünün önünde bu kadar örnekler varken, aynı hatalara nasıl düşersin?"
Devam Edecek
YORUMLAR
Akıcılık konusunda “lazuşağı”na katılmakla beraber, konu konusunda ciddi sıkıntı içine girdim. Böylesine akıcı ve akılcı bir kalemin yazdığı konularında bir o kadar farklı olmasını diledim içimden...
Elbette bu ve benzeri aynı konu binlerce versiyonu ile kaleme alınabilir, alınmıştır. Ancak biraz daha başka penrelerden baksak mı acaba? Biraz daha zorlasak mı kendimizi? Konuyu güzel yazmak yeterli olur mu acaba? Gelecek günler için. Elbette her deneme, her yazı biraz daha ileri taşır ya da taşımalıdır kişiyi.
Sonrasını ya da tamamını okumadan bir yorum yapmak yanlış olsa da, haddimi aşmaktan korksam da, bir merhaba demek istedim size...
Bu aralar kafama taktığım ve örneklediğim bir konu ile ifade etmek isterim kendimi... Daha çok gençlerin ilgi gösterdiği alaca karanlık kuşağı serisi ile dünyada fırtınalar estiren bir kadın yazar var. 1973 doğumlu bu bayanın 70 milyondan fazla satan kitabının konusu, bir vampir ve vampir olmayan bir kızın aşkı diye özetlenebilir.
Konu ne kadar basit gibi duruyor değil mi? Oysa yıllarca vampirleri hemen hemen her rolde izledik. Cani, koruyucu, iyi vampir, kötü vampir, aşık vampir vs vs vs... aslında bu tür bir konuya sahip hatırı sayılır bir çok film bile var. Ya da şöyle söylemek daha doğru olacak, birçok vampir filminde bu durum işlenmiştir.
Peki ama böylesine bir konu, hatta ilk bakışta sıradan bile denilebilir. Neden bu kadar sattı. Neden bu kadar sevildi. Bence biz analiz yapmaktan, araştırmaktan geri kalıyoruz. Belki de okudunuz bahsettiğim seriyi bilemiyorum. Okuduysanız ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız. Neden bizim Stephenie Meyer’lerimiz olmasın. Neden bizim dünya çapında yazarlarımız çoğalmasın.
Konu ve konunun işlenişi ve her yazıya başlamadan, özellikle romanlarda ufak çaplı bir matris hazırlanmalımıdır acaba? Konu uzadıkça uzar. Ve ben bu konularda teknik ahkâm kesecek durumda asla değilim. Sadece orta düzey bir okurum. Bir merhaba bu kadar uzadıysa gerisine girmek ne demek siz düşünün. Saygılarımla…