- 1226 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAZGISI HÂSRET SEVDÂLARIN
I. BÖLÜM
(Sabah, Yağmur ve Bandırma Vapuru)
Şubat soğuğunu perçinleyen kuru bir rüzgar, yağmurlu bir sabahın hüzün dolu gözlerini titretiyor ve güneşin gri bulutların ardından doğduğu ancak saate bakınca anlaşılıyordu. Elbette ki güneş hep alıştığımız yerden yaklaşmıştı bu elem dolu şehre. Akşamüstleri gibi loş bir fersizlik çökmüştü büsbütün güne. Gözler o huzur veren göğün maviliğini çoktan arar olmuştu, lakin inatçı bir perde gibi, bir yığın bulut kümesi güneşin ışıldayan yüzünü saklamıştı. Büyük bir ihtimalle güneş, bu bulut yığınlarının hemen arkasından gülümsüyordu. Ancak ister istemez içini bir sıkıntı kaplıyordu insanın. Herşeye rağmen aydınlık sürüyordu günün sefasını. Karanlığa mı direniyordu?
Güneşin bulutların ardında olup olmadığı tereddüdü her ne kadar insanı bir anlığına da zaptetse bunun saçma bir düşünce olduğu mutlaktı çünkü vakit şimdiye kadar hiç olağanlığın dışına çıkmayı denememişti. Belli ki tabiat da belli bir kurala uyuyor ve kendisinin üzerindeki bir kudrete itaat ediyor, boynunu bu itaatkarlılığının garip sevinciyle önüne eğiyordu.
Sokağa bakan pencereler yağmurla yıkanıyor, içerde yanan sobaların samimi sıcaklığıyla içerden buğarlanıyordu. Yine aynı pencereler sokaktaki ıslaklığı yalayan haşin rüzgardan nasibini alıyor, pek kısa bir süre önce yağmurun dindiği anlaşılıyordu. İnsafsız yağmur, yaralı ve yoksul İstanbul sokaklarını iyice ıslatmış ve çukurları her zaman olduğu gibi suyla doldurmayı hiç ihmal etmemişti. Bir garip sessizlik, zaten bu mevsimde dinginleşen İstanbul’un büyülü sessizliğine ürküten bir durgunluk katmıştı. Yine o haşin rüzgar ağaçların yapraklarını kurulamaktan başka bir işe yaramadığı düşüncesiyle alabildiğine hırçın sokaktaki su öbeklerini sertçe yalayıp geçiyor adeta hırpalıyordu. Arkasından zayıf rüzgarlar yine aynı su öbeklerini okşuyor, şefkatli bir duyguyla üzerlerinden geçiyor ve havayı kendi haline bırakıyordu. Bir anlığına da olsa dinginleşen hava insana bir lahza huzur veriyor ama pencereleri döven şiddetli rüzgar ile huzuru parçalanarak dehlizlerde kayboluyordu.
Sokaktaki su öbeklerine dalan bir çift göz; onların titrediğini ve akabinde yeniden durgunlaştığını farkediyordu. Deli bir rüzgarın ardından durulan küçük su öbeklerine bu sefer de elektrik tellerinden aheste aheste süzülen su damlacıkları rahat vermiyor ve inadına öbekleri yormaya çalışıyordu. Birikintilere seyrek de olsa rastgelen bu su damlacıkları, öbekleri yumuşakça hareketlendiriyor, düştüğü yerden etrafına doğru dairesel bir biçimde onlarca halka çiziyordu. Bu küçük dalgalar soğuk asfaltın ıslak ama birikintisiz yerlerine kadar ulaştığında eğer başka bir su damlacığı öbeklere rastgelmezse sular duruluyordu. Bütün bu kendiliğinden oluşan seromoniyi tabiat hazırlıyordu ve muhakkak ki bu eşsiz oyun insanlar içindi sadece. Her perdesini aralayıp penceresinden gözleriyle oyunun herhangi bir yerine süzülen kişi, bu eşsiz oyunu seyredebiliyordu; hem de tek bir kuruş para ödemeden. İşte bu oyun yağmur sonrasında insanın içini istemeden kaplayan hüznün tek tesellisi olmaya çalışıyordu, tek tesellisi..! Bu teselli insanın içini bir an için titrettiğinde, yüreğimizi gelip geçici bir heves gibi çoşkuyla kaplıyordu lakin içimiz bunu reddediyor ve tekrar yavaş yavaş duruluyordu. Tesellilerle ânın dışına çıkıp uzun sürmeyen saadet rüzgarlarına kapılmaktan korkuyordu besbelli ki.
Dışarıda İstanbul bu ruh halindeyken, yatağında uykusunun son demlerini yaşayan Hicran, evlerinin önünden büyük bir gürültüyle geçen ilk trenin tahtadan evlerini hafiften sallamasıyla uyanır gibi oldu. Hemen her sabah ilk seferine Sirkeci’den 06:00 sularında başlayan bu tren, Cankurtaran’a 06:10 gibi telaşla selam verip uzaklaşırdı. Uykuya direnen vücudunun isyan edip uykuya bulandığı ilk anda gelip geçerdi bu tren. Hicran yatağından yavaşça doğrulup gözlerini ovuşturtu, ardından uzun uzun esnedi. Uykusu bir saman alevi gibi söndü gözlerinde. Mutlaka kalkmalıydı, günün ilk ışıkları odadan sızdıktan sonra hepten uyuyamazdı zaten. Üzerinden yorganı attı, ayağa kalkıp kaslarını rahatlatmak için gerindi. Banyoda yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa geçti, günün ilk çayını koymak için. Dışarıda İstanbul, kış mevsimine yaraşır biçimde pastel renkli giysisine bürünmüştü tıpkı kendisi gibi. Biraz dışarıyı izledikten sonra mutfakta fokurdayan çaydanlığın sesini duyup mutfağa koştu ve çayı demledi. Daha sonra kardeşini kaldırmalıydı, sabahtan Bandırma’ya gidecek vapura yetiştirmeliydi onu. Sorumluluğunda olduğu bir “kuzu”su vardı: Canan, biricik kardeşi.
- Canan kalk. Kalk hadi, saat yediye geliyor.
- Tamam abla, kalkıyorum.
- Çabuk ol. Çayı demledim bile. Geç kalacağız.
- Tamam, diye mırıldandı sıcak yatağında Canan. Bu sırada Hicran, içeri geçip sofrayı
hazırlamaya koyuldu. Kardeşi hala kalkmamıştı. Her sabah onu okula kaldırıyor, kahvaltısını hazırlıyor, yanaklarına şefkatli bir öpücük kondurup uğurluyordu. Fakat bu sefer sömestr tatili için Bandırma’ya uğurlayacaktı onu. Aslında seminerleri olmasa kendisi de onunla birlikte gidecekti iş yerinden izin alıp, ailesini çok özlemişti. Üniversite yılları geldi aklına o an. Ne de güzel yıllardı! Her bayramı, her tatili iple çekerdi. Okullar tatile girmeden ilk vapura biletini ayırttırır ve büyük bir şevkle Marmara’nın hasret dolu sularından, Bandırma vapuruyla salınarak vuslata koşardı. Saate baktı; 7’yi biraz geçiyordu.
- Canan, diye bağırdı. Daha kalkmamıştı anlaşılan.
- Allah’ım bu kızın uykusu neden bu kadar ağır, diye söylendi içinden. Canan’ın
odasına ikinci defa gidip, kararlı bir ses tonuyla:
- Kalk bakalım, küçük hanfendi. Hadi! Kime diyorum? Canan:
- Tamam abla, dedi ve yatağından doğruldu. Uykusunun bütün mahmurluğu yüzüne
yapışmış, gözleri yarı açık yarı kapalı biçimde sallanarak ablasının yardımıyla banyoya gitti. Hicran masaya oturup kahvaltısını yapmaya koyulmuştu aceleci haliyle. Canan da gelip masaya oturdu kısa bir süre sonra. Hicran:
- E, küçük hanım neler hissediyorsun? diye sordu Canan’a.
- Çok özledim onları fakat bunu söylemeye senin karşındayken çekiniyorum abla. Çünkü sen şu saçma seminerler yüzünden benimle birlikte gelemeyeceksin.
- Ah kuzum, o kadar çok isterdim ki! Tam sekiz ay oldu onları görmeyeli. Neyse ki kardeşim gidiyor. Üzülme!
- Ben senin yerine de hasret gideririm onlarla ablacığım, meraklanma. Onların sıcaklığıyla geri döneceğim İstanbul’a.
Gözleri hafiften nemlenerek başını önüne eğdi ve titrek bir ses tonuyla:
- Allah daha büyük hasretlikler vermesin Kuzum, dedi.
- Amin.
- Hadi acele edelim, vapur sekizde biliyorsun.
- Tamam. Çantamı akşamdan hazırlamıştım zaten. 15 dakikaya evden çıkmış oluruz,
dedi Canan. Pencereye doğru gidip perdeyi araladı, şöyle bir dışarı bakıverdi.
- Abla, hava berbat! İstanbul gideceğime mi üzülüyor nedir, dedi neşeli ve bir o kadar
da şımarık bir tebessümle.
- Sanırım öyle olmalı kuzucum, diye alaycı bir şekilde cevapladı Hicran.
- Hadi laf kalabalığı yapma da bir an önce hazırlan küçük hanım.
Ablasının bu kati uyarısına uyup hazırlanmaya koyuldu. İçinde garip bir sevinç güvercinler gibi çırpınıyordu.
***
Yeni Cami’nin önünde günün ilk istihkaklarını almanın sevinciyle, uzun vapur düdüklerinin musikisi eşliğinde tarifsiz bir sevinçle uçuşan güvercinleri ürkütmeden iskeleye doğru yol alan iki kardeş, şemsiyelerinin altında hüzünlü adımlarla ilerliyordu. Yağmur inanılmaz bir hızla asfaltı dövüyordu, öyle ki zeminden sıçrayan su damlaları bile şemsiyesi olanları ıslatmaya yetiyordu.. Saatler yediyi kırk geçerken vapurun kalkacağı iskeleye nihayet merhaba dediler. Hicran saatine göz attıktan sonra:
- Canan, vapurun kalmasına yirmi dakika var, dedi.
- Evet abla, diye onu tasdikledi saatine şöyle bir baktıktan sonra Canan. İskelede
Bandırma Vapuru’nu bekleyenler bir an önce vapurun kalkma saatini kolluyorlardı. Canan’ın da aynı sabırsızlık içinde olduğunu farkeden Hicran, kardeşini öptükten sonra:
- Kapılar açıldı, hadi bavulunu al. Cam kenarında bir yer kaparsın hem. Annemle babamı da benim için öpmeyi ihmal etme canım kardeşim, tamam mı?, dedi.
- Kendine iyi bak ablacığım, diyerek bavulunu aldı, tekrar öpüştüler ve Canan vapura bindi.
Hicran vapura el sallarken bütün anılarıyla birlikte mazide kayboldu. Vapur düdüğünü
çalarken; Hicran, Eminönü’ne doğru ağır adımlarla yürüyordu.
II. BÖLÜM
(Tesadüf)
- Hicran, Hicran, Hicran...
Biri sesleniyordu ona. Önce tereddüt etti, fakat yine de arkasını döndü. Bu Ekrem’di. Koşarak ona geliyordu, Kadıköy İskelesi’nden bulunduğu yere doğru. Ekrem soluk soluğa:
- Hicran, kaç zamandır nerelerdesin? Çok merak ettim seni.
- Asıl sen nerelerdesin kaçak?
- Artık karşıda oturuyorum, Kadıköy’de. Cerrahpaşa’dan taşındım. Dergi de oraya taşındı, her sabah vapurla geçmek güzel ama yorucu oluyor diye taşınıverdim. Kendimi tamamiyle işe verdim, dünyadan koptum biraz. Türkiye’nin en güçlü kültür dergisinde çalışmak kolay değil. E, sen neler yapıyorsun bakalım, okulun en tatlı hocası?
- Seminerlere hazırlanıyorum. Biliyorsun ne sıkıcı şeylerdir. Dinlemesi bile büyük bir sıkıntı verirken, anlatıcı olarak katılmak ne beter bilsen. Üstüne üstlük uyuyamıyorum yıllardır, en son görüştüğümüzde bahsetmiştim sana. Artık haplarla falan, ancak... Ekrem endişeli:
- Bir doktora falan gözüktün mü?
- İşim doktorluk değil biliyorsun Ekrem.
- Biliyorum, hiç bilmez miyim?
- E, sen neler yapıyorsun?
- Bildiğin gibi, dergide yazmaya devam ediyorum. Derginin yeni editörü şu an karşında duruyor Hicrancığım.
- Çok sevindim adına.
Ekrem bir an duraksadı Hicran’ın gözlerinin içine dikkatlice baktı, sebebi yağmurdan olmadığı belli olan bir ıslaklık gördü gözbebeklerinde.
- Kötü gözüküyorsun sen. Birşeye mi üzüldün?
- Yok, yok. Kardeşimi demin Bandırma’ya yolcu ettim. Üniversite yıllarım aklıma geldi de hüzünlendim biraz. İyiyim yani.
- Nereye gidiyordun?
- Hiç! Öylesine yürüyordum yağmurda.
- Çok ıslanmışsın. Hadi ıslanmayalım. Anlaşılan vaktin de var, Piyer Loti’ye gidelim ha ne dersin? Eski günlerdeki gibi, biraz laflarız Altın Boynuz’a doğru. Hem sana anlatacaklarım var yığınla.
- Çok iyi olur aslında, epeydir bir dostla sohbet etmiyorum.
Ekrem yoldan geçen bir taksiyi ufak bir el hareketiyle çevirdi. Bu yağmurda haftaiçi Eminönü’de boş taksi bulmak çok zordu aslında. Şanslıydılar ki hiç beklemeden bir taksiye binebildiler:
- Piyer Loti’ye lütfen.
- Peki efendim.
III. BÖLÜM
( Piyer Loti’de koyu bir sohbet )
Mezarlıklar içinden kahveye uzanan kısa, hafif yokuş ve eski bordür taşlarla kaplı patika yoldan beraberce kahveye vardılar. Kahvenin ahşap dış cephesinin üstüne doğru inen çatısının saçak altına birkaç kumru sığınmış, soğuktan titriyordu. Hicran birkaç saniye durup bu kumruları izledi. Tüylerini kabartarak silkiniyorlardı bir taraftan. Onlara acıdı.
- Hadi içeri girelim, dedi Ekrem.
- Peki.
Cam kenarında bir masaya oturup iki çay söylediler. Çay geldiğinde Ekrem ile Hicran
sohbete koyulmuşlardı bile. Önce üniversite yıllarından, uğradıkları mekanlardan, özledikleri kişilerden sonra istikballerinin ahvalinden ve ailelerinden daha sonra da gelecekten bahsettiler. Konular dönüp dolaşıp Hicran’ın en büyük belası, uykusuzluğuna geldi. Hicran:
- Sabah uyandım, yine o 06:00 treninin işi. Tam uykuya dalıyorum, ev sallanmaya başlıyor. Zaten uyuyamıyorum doğru dürüst. Trenleri bu yüzden sevmiyorum.
- O evden taşınsanıza.
- Yok, yok Ekrem, ben o eve çok bağlıyım. Herşeye rağmen seviyorum o evi. Hoş ya trenler geçmese bile yine uyuyamayacağım. Benimkisi bahane işte anlasana. İnsanoğlu hiçbir şeyden tad almaz olur, nankörleşir zamanla.
- Doğru söylüyorsun.
- Uykusuzluğuma bahane oluyor trenler.
- Sahi, sen hala uyuyamıyor musun?
- Ne yazık ki!
- Üzüldüm Hicran. Sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki, hangisinden başlayacağımı bilemiyorum. Belki de seni daha fazla üzecek şeyler de var içlerinde. Yeni öğrendiğim bir kaç haber! Kötüsünden başlamayı uygun gördüm bir an, dedi
ve sustu. Hicran, ani bir tepkiyle yerinden sıçrayarak, tedirgin bir ses tonuyla:
- Hilmi? O mu? diye sordu. Ekrem kafasını hafifçe salladı, yüzünde limondan suratı
ekşimiş bir ifade belirdi. Hicran şaşkın bir halde maziye dalıp çıktı. Sonra:
- 2 yıl oldu bir haber almayalı. Onu hala seviyorum, bu yüzden uykularım kaçıyor, bu yüzden biçareyim. N’olursun çabuk anlat. İyi miymiş?
- Onunla konuşmadım. Bir arkadaş Paris’te rastgelmiş ona. İyice fransızlaşmış duyduğuma göre. Arkadaşla Türkçe bile konuşmamış ya da tenezzül etmemiş. Türklüğünü unutmuş gibi davranıyormuş. Israrla Türkçe konuşmaya çalışmış. Cevap vermese Türkçe’yi unuttuğunu sanacakmış neredeyse. Anlamış ki cevap vermiş. Hal, hareket ve tavırları bir fransızı aratmıyormuş. Science Politique’i yarıda bırakmış sanırım. Çünkü Sarbonne’dan uzak bir yere taşındığından bahsetmiş.
- Tam bir fransız hayranıydı zaten. Sırf bu yüzden beni bırakıp Paris’e gitti. Kim bilir belki de içindeki fransız sevdası, bana olanına ağır basmıştı, dedi ve derin bir nefes çekti sigarasından. Sonra devam etti:
- Hatta bana durmadan “Matmazel” diye hitap ederdi, hem de kızmama rağmen. Kimi zamanlar hoşuma da gitmiyor değildi. Benim fransız kadınlar gibi giyinmemi ve onlar gibi davranmamı arzu ederdi, örnekler verirdi. Şöyle yap, böyle davran gibi bir sürü safsata. Hatta beni en az onlar kadar zarif bulurdu, hoş!
Hicran, Ekrem’e Hilmi ile o Paris’e gitmeden önceki son gecelerini anlatırken dudakları titreyerek sustu ve ağlamamak için ellerini yüzüne kapatıp sakinleşirken o geceye açıverdi yelkenlerini. Hilmi:
- Akreple yelkovan sağ ve sol elimde eridi bugün. Sen olmasan Don Kişot ölebilirdi. Belki de kadranı yalama olup durabilirdi saatim. Değirmenim dönmezdi zamanın kıyısındaki saniye çubuğunda, Matmazel.
- Ve gidiyorsun Hilmi, zaman kadar gerçek olan tek şey bu, şu an benim için.
- Hayali değirmenleri döndürmesi kolaydır lakin hayali döndürmek zordur Matmazel.
- Hep bu Paris hayalindeydin zaten.
- Zor olan bir şey daha vardır hayali gerçeğe karmak! Gerçeğin aydınlığında kaybolmak da vardır. Ben hayalin karanlığını tercih ederim, vesselam.
- ...
- Loş karanlıkların arkasına gizlerim gözlerimi ve döndürürüm değirmenleri elbet.
- Ah bu şairliğin öldürüyor insanı!
- Şairlik dediğin bir kuru gürültüdür Matmazel. Mühim olan kuru gürültüler içinde şiir kalabilmektir.
- Ben de kuru gürültü oluyorum bu gece sanırım.
- Kuru değil ama gürültüsünüz Matmazel, ama kulağı tırmalayan bir ses değil güçlü bir çığlıksınız hayatın ortasına salınmış, avaz avaz. Sizi bu yüzden seviyorum. Sussanız bile gürlüyorsunuz, konuşsanız sağırlaşacak duyma uzvum. Siz fısıldayın Matmazel. Bu bana kafidir!
- ...
- Biliyorum bu sizin için önemsiz ama hayal gücüme yeni işçilikler katmalıyım. Halet-i ruhiyeme bambaşka bir berduşluk katan İstanbul sokaklarından, Paris’in asil caddelerine sığınmalıyım. Mesela Champs Elysee...
Champs Elysee, diye mırıldandı Hicran. Ekrem:
- Champs Elysee mi? diye sordu. Hicran:
- Evet, dedi. Paris’in en asil caddelerinden biriymiş. Öyle söylemişti o akşam. Üstelik
İstanbul’un sokakları ruhuna bambaşka bir berduşluk katıyormuş. Ekrem acı acı gülümsedi. Hicran o akşama geri döndü tam o sırada.
- İstediğin rengte büyümelisin Matmazel, ben mordum bir aralar, şimdi sararır gibiyim, bir eylül yaprağı gibi. Siz kırmızısınız ama. Evet, "rouge".
- ...
- Bir dakika geliyorum Matmazel. Dolapta Monseir Albert’in Fransa’dan getirdiği Berdeux şaraplarından kalmıştı. Alıp geleyim. Bekleyin. Hem beklemek kişiyi olgunlaştırır, öyle değil mi? Ardından kısa bir kahkaha atarak koridorun girişinde
kaybolmuştu. Kısa kahkası henüz yankılanırken elinde şarap şişesiyle belirivermişti kapının önünde.
- ...
- Hmm, ne diyordum? Yoksa hatırlamıyor musunuz?
- ...
- Ahhh unutkanlık değil mi? Ama karamsar olmayın bu kadar. Yüzünüzden düşen bin parça. Üzülmeyin Paris’i fethedip geleceğim en yakın zamanda.
- ...
- He, hatırladım! Sizi kırmızıya benzetmiştim bir an fakat şimdi giderek kırmızıdan pembeye doğru değişiyor renginiz. Hayal gibi Matmazel, tıpkı Paris gibi. Toz pembesiniz, bakın şimdi. Sanki birazdan beyazlaşacaksınız, hayallarimiz gibi. Ahhh Matmazel zamana ayak uyduramadık! Siz beyaz kalın şimdilik, ben siyahın peşinde dolanacağım. Ben mordan siyaha doğru... Bu daha kolay olsa gerek, kırmızıdan dönüşmeye göre.
- ...
- Susuyorsunuz. Yine saçmaladım değil mi Matmazel?
- ...
- Biraz gerçeğe dönelim o zaman.
Hicran gerçeğe döndü. Ekrem meraklı gözlerle ona bakıyordu.
- Ne düşünüyorsun Hicran? O akşamı mı?
- Evet, dedi. Ekrem sustu ve Hicran o akşama tekrar dalıverdi.
Hilmi bütünüyle yarım fransızlığından sıyrılıp doğru dürüst bir soru yöneltmişti Hicrana:
- Nasıl geçti günün?
- Fena değildi.
- İyi de değildi o zaman. Bir an kaygılandım senin için.
- Ne iyi ne kötüydü işte anlasana Hilmi. Yarın bu şehirden kaybolup gideceksin. Nasıl olmamı bekliyorsun?
- Nedendir bilmiyorum ama iki olumsuz kelime ard arda gelince içim bir fena oluyor. Susmak en iyisi bu gece. Gecenin akışına bırakalım kendimizi. Ben birer kadeh daha doldurayım.
- ...
- 1899 Berdeux, hmm enfes.Bonne santé (şerefe) Matmazel.
- Bonne santé.
- Tokuşturalım camları. İşte zerafet bu olsa gerek. Bir kadından beklenebilecek en estetik kadeh tokuşturma. İçelim Matmazel,içelim. Daha içelim bu gece.
- ...
- Türkler yeterince estetiktirler. Doğunun bütün gizemini saklarlar içlerinde. Dizelere dökülünce Leyla, Fuzuli’den; evet işte o zaman inanın ki Juliette ağlar Shakespeare’in mısralarında. “Budala” der bir taraftan Dosteyevski. Suçluluk duygusuna kapılır biri Hesse’de! Aman boşver. İçelim bir kadeh daha. Bonne santé Matmazel.
- Bonne santé.
- İşte zerafet bu! Bir daha, bir yudum daha. Hayata içelim, ya da durun! Durun! Zerafetinize içelim, en doğrusu bu şu an. Bonne santé.
- ...
- Bergson okudun mu hiç?
- Hayır.
- Ne yazık! Roman mı okursun hep?
- Evet.
- İstersen Bergson’un zaman felsefesinde kısa bir tur atalım. İstemiyorsan şuracıkta bir roman yazarız. Roman dediğiniz bir safsata değil mi? Kurgusal bir merhale değil mi ki? Konuşarak da yazabiliriz. Serseri bir roman ateşleriz şöminenin kenarından. Biri bedbaht, durmadan acı çeken iki sevgili koyarız içine. Beraberce yanarlar ateşte. Sezar Roma’yı yakadursun, biz olağanca fransızlığımızla övünürüz.
- Ya türklüğümüz ne olacak? İyice fransızlaşıyorsun Hilmi. Saçmalık! Türklüğümüzle övünelim bence.
- Matmazel, Türklüğümüz içimizdeki serserilikte değil mi?
- Serserilik?!
- Ruhumuzu şahlandıran bir akış değil mi?
- Sadece serserilikte mi?
- Türklüğümüzü takınalım o vakit Matmazel ama siz önden gitmelisiniz sanırım.
- Ben giderim elbette, hem de tarifsiz bir gururla...
- Matmazel, farkında değil misiniz? Hiç bir duyuşun, hiç bir dokunuşun farkında değil misiniz? Ben hissettirmeden dokunuyorum kemanın tellerine oysa siz ısrarla piyanonun tuşlarını zorluyorsunuz. Bırakın Mozart eşelesin sert notaları. Biz yumuşak yumuşak süzülelim keman sesinden.
- ...
- Matmazel, bitmesin bu akşam değil mi? Zaten sözlerimiz de şiir gibi. Roman gibi bitecek gece. Geceleri yakacağız Sezar’ın Roma’sı gibi. Acele ediniz Matmazel yoksa bir düş gibi kayacağım gözlerinizden. Gözleriniz hayallerimi yakacak. Yangın yeri gibi kuruma bulanacağım. Dokundukca siyahlaşacak elleriniz ve kara toz zerrecikleri uçuşacak havada. İşte onlar, işte onlar benim hayallerim Matmazel. N’olur biraz gülün, n’olur. Bembeyaz gülümseyin.
- ...
- Hayallerimi kurumlaştırmadan acilen beyaz bir boya bulmalıyım, gülüşünüz Matmazel. Arz ve talep meselesi deyip duruyorlar ve bizi sebepsiz yere kireçle sıvamamız için duvarların yalnızlığına bırakıyorlar. Beyaz istiyorsan kirece de katlanacaksın. Hem “dezenfectation” sağlarmış. Peh! Oysa sizin gülüşünüz daha temiz, daha saf; sentetik bir boya gibi şu duvarları bile canlandırabilir.
- ...
- İşte müzik bu olsa gerek! Bu gecenin ruhunu yansıtan müzik yani. Akordeon sesini özlemişim. Sanırım bu gece sizin sus gününüz Matmazel. Sus yerine süs gününüz de olabilirdi aslında.
- Sustuğumu da nereden çıkarıyorsun? Fısıldıyorum sadece öyle demiştiniz ya! Belki de siz duyamıyorsunuz.
- Hadi bu geceyi en azından süsleyelim sizinle, zerafetinizle. Bonne santé, Matmazel...
“Bu ne derin estetik! Bu ne içten bir kibarlık! Kadehi eline alışı, bir kadına dokunur gibi ince ama bir kadın oluşunun arkasına gizleyemediği şuhlukla beraber bütün inceliğiyle tokuşturuyordu camı, ağır ağır ve bütünüyle estet! Ruhuma dokunduruyordu kadehin şeffaflığını, kristal parçaları gibi dağılıyordu yüreğim. Bu kadına aşıktım; evet aşık! Hayal miydi düş mü?”
***
- Silkelendim.Kadeh tokuşu sanki hafifçe mahrur başıma dokundu. Uyanmadım ama şarhoştum. Kesinlikle şarhoştum. Çok içirmişti bana o akşam. Bütün iyi gördüğü özelliklerime birer kadeh içtik sanırım. Sarhoşlukla uyku hali arasındaki bir vaziyet: Sızmak! Sızmışım kucağında belki de bu yüzden gece boyu bulutların üzerinde anne kucağı kadar şefkatli bir bulut teni hissi uyandı içimde. Sabah uyandığımda şömine çoktan sönmüş,içerisi buz kesmişti. O çoktan kalkmış ve bavullarını hazırlıyordu. İçeri girdiğimde fransızca şarkılar söyleyip dans ediyordu kendi kendine. Islık çalıyordu şarkısına. Ve o gün 10:00’da kalkan Sauvage isimli fransız yolcu gemisine binip yok oldu bu şehirden. Birkaç kez aradı beni. Sonra mektup bile göndermemeye başladı. Tamamen yok oldu! Bazen düşünüyorum, hepsi hayal miydi diye? Onun bu haline sinirle karışık üzülen Ekrem:
- “Hepsi hayalmiş, evet” diye atıldı. Sözlerini bir an önce bitirip yılın en büyük itirafını nihayet Hicran’ın bir güz gülü gibi solan yüzüne bir tokat gibi vuracaktı. Devam etti Ekrem:
- Daha fazlasını duymak ister misin bilmem ama sana anlatmak zorundayım Hicran. En azından daha fazla üzülüp de kendini harap etmemen için. İyiliğin için. Anlıyor musun?
- Evet, duymak istiyorum Ekrem. Ekrem biraz susup Hicran’ın elem dolu gözlerine
baktıktan sonra:
- “Evlenmiş!!!” Ekrem’in bu “ş” ile biten tek kelimelik cümlesi Hicran’ın
kulaklarında bir müddet yankılanıp, uğuldadı. Kafası gövdesine ağır geliyormuş gibi önüne düşerken:
- Aman Allah’ım, diye uzun ve tekrar eden serzenişlerde bulunup, derin bir nefes
çekti, içine dolan hava sonsuz hıçkırıklara dönüştü. Ekrem ne kadar teselli vermeye çalışsa da o ağladı... Sonra biraz kendine gelir gibi oldu. Ekrem, suçluluk duygusuna karışan bir pişmanlık yaşadı o anda. Bilmesine gerek var mıydı? Evet, vardı elbette. Kız bu yüzden amansız bir hastalığa yakalanıp kötürüm olabilirdi. Bu daha mı iyiydi? Ne oluyorsa üzüntüden olmuyor muydu? En azından bu şekilde hayallerinden sıyrılıp gerçeklerle mücadele edecek, daha kolay sıyrılacaktı bu işten. Evet, “bu işten” çünkü “bu aşktan” demek istemedi. Aşk bu kadar acımasız olamazdı. Evet, ona en büyük iyiliği yapmıştı!. Şimdi uzun hıçkırıklarla ağlıyordu fakat yarın sonsuz kahkahalarla gülecekti elbet. Etraftakiler Hicran’ın halinden tedirgin olmuştu. Ekrem hesabı ödeyip, Hicran’ın koluna girdi ve dışarı çıktılar. Hava o kadar soğuktu ki Hicran soğuktan değil acısına karışan ürpentiden titriyordu. Saçaktaki kumrular gibi değil!
Ekrem bir taksi bulup onu evine götürdü. İyi olduğuna kani gelinceye kadar yanında kaldı. Hava henüz karardığında Ekrem Eminönü’den Kadıköy vapuruna binerek yoğun bulutların arasından sızan günün son ışığını seyrediyordu.
IV. BÖLÜM
(...Ve Gece)
Gecenin karanlığında yorgunluğun, gürültünün, hareketliliğin yerini artık kesinlikle upuzun bir dinginliğin alması gerekliliği yatar. Gece usul usul çöker güne ve karanlığın baskınlığı hissedilmeye başladığı anda, bütün şehir farklı bir giysiye bürünür. Bütün gizemiyle bir kadını hatıra getiren günün akşamüstü saatleri, onun sessizliğini dinleyen yorgun vücutlara dinlencenin rahatlığını haber eder. Akşam genellikle şehrin bütün ahalisini kati bir sevinçle muştular. Hicran için hiç de öyle olmamıştı ve olmayacaktı bu gece.
Gece; şehri gün içerisinde hiç olmadığı kadar büyülü bir renge ve saklı bir ruh haline sürükler. Nedense gizemli olan şeyler insanı bir girdap gibi içine çeker! İnsanlar bilinmezliğin peşinden kaşifler gibi koşar! Merak denen his; muammalarla dolu iklimlerde eserken, sonunun ne olacağı bilinmeyen biraz heyecanlı ama çoğu kez maceralarla dolu oyunlar; sırların kapısını vurur. İçinden ne çıkacağı bilinmeyen, üzeri süslenmiş hediye paketleri gibi önümüze konulmuş ve eğer istersek sahiplenebileceğimiz bir yığın sır...
Akşam her zaman olduğu gibi binbir sırrı içinde saklayarak kararlı bir halde günü uğurlamıştı. Kimse kaybolan gün ışığına hasret duymadan -karanlığın içinde kaybolmak istercesine- gün sonu telaşı içinde evlerine koşuşturuyordu. Kimilerini evlerinde bekleyenler vardı, kimilerinin belli bir yeri bile yoktu, kimileri amaçsızca günün sarhoşluğunu gecenin ilerleyen saatlerine taşımakla meşguldü. Akşam saatlerinde şehri gri bir perde gibi örten bulutlar, besbelli yeniden hırçın bir yağmurun son hazırlıklarını yapıyordu. Hicran’ın tek derdi ise şu karanlığın içinde sonsuza dek kaybolmaktı.
Yağmur önce hafiften başlamış, hızlanarak devam ediyordu. Tek derdi ya eve bir an önce gitmek ya da sığınacak bir yer bulmak olan ahali, gün sonu telaşlarına yağmurun telaşını da katmıştı. Sanki bir kat daha artmıştı şehrin geceye akışı. Hızlı saran bir film şeridi gibi akıyordu zaman, yağmurun beslediği şehirden... Kendilerini eve atan ya da yağmurun ıslaklığından mekanlara sızan insanlar, tamamen gecenin içindeki yerlerini almıştılar.
***
Masanın üzerinde duran Ekrem’in bıraktığı “Son Posta” gazetesi ikiye katlanmış duruyordu. Gözüne “Uykunun Sırları” başlıklı yazı takılmasa uzanıp durduğu yerden gazeteyi almaya takati bile yoktu aslında. Uzandı ve gazeteyi alıp yazının olduğu tarafa dikti yorgun gözlerini: “ Cambridge Üniversitesi Polisomnografi Labaratuvarı’nda uykular ve rüyalar üzerine yapılan araştırmaya göre 8 saatlik uyku süresince insanlar onlarca defa rüya görüyor ve bu rüyaların en uzunu en fazla 5 saniye uzunluğunda oluyor. Uykunun derinliğine göre rüya görme sayılarının arttığını ve rüya sürelerinin en yüksek sınır olan 5 saniyeye yaklaştığını bildiren uzmanlar, sağlıklı bir uyku için tavsiyelerde de bulundu. İşte tavsiyeler...” haber devam ediyordu fakat o okumadı ve yerinden kalktı hafifçe. Mutfağa giden 8 adımlık koridor aklında uzalıp kısalıyordu. Düşüncelere salınan aklından en son ne zaman bir rüya gördüğü geçti ve hatırlayamadı. Epey zaman olmuştu ya da onun uykuları yeterince derin değildi. Ne hoş ki o; hiç bir zaman 8 saatlik bir uykudan nasibini alamamıştı. Bir an “rüya görseydi kimi ya da neleri görebileceği” hayali pürsükun etti. Derin bir “ah” çektikten sonra koridorun sonuna geldi. Hayalinden sıyrılıp şöyle sıcacık bir çay demlemeye koyuldu, sonra da masasına geçecek ve bir şeyler karalayacaktı. Belki bir mektup yazacaktı, belki de hiç bir şey. Acılarını sardığı sigarasından zifiri dumanlar çekip gecenin sessiliğine koyulacaktı; içinde tarifsiz hislerin sefilliğinde... Önündeki küllük kadar bile kalabalık olamayacak, yalnızlığa mahkum yaşayacaktı. ...ve bugün öğrendikleri hayallerini bütünüyle yıkmıştı.
***
Ürperdi önce, sonra silkindi. Kalemi parmaklarının arasından kayarak masanın üstüne düştü ve bir kaç kere zıpladıktan sonra çıkardığı o garip ses ile birlikte kayboldu. Kalemin bile kendine has bir senfonisi vardı elbet. Ama herşey susmalıydı o anda. Ne bir kimse laf etmeliydi ne de herhangi bir yaratık garip sesler çıkarmalıydı. Susmalıydı tabiat. Sustu...
Yanağından süzülen bir kaç damla donuk gözyaşı “pıt, pıt” diye mektubu yazdığı eski, cilası aşınmış masaya düşüverdi. Bu iri gözyaşlarının masadan kulağına yaptığı akis; maziyi canlandırdı gözlerinde. Bir uzun şerit halinde dimağında yer etmiş filmi oynatmaya koyuldu. Ağlıyordu, ağlıyordu, ağlıyordu... Kendini hiç sıkmadı, boşalttı gözyaşlarını ve sonra hafifçe başını salıverdi, -masanın sert tahtasının üzerine bıraktı hasretten ağırlaşan başını-, tok bir ses duyuldu. Odanın içinde yankılandı... Masanın üzerinden havaya doğru yankılanan bu ses; düşmanlarıyla cebelleşen aciz aklının içinde garip bir cerayan ile durmadan zihninde kendiliğinden oluşan hayaller zincirini sökün ettirdi. Bu amansız ve engel olunmaz saldırılar beynini, ruhunu tamamiyle zaptetmişti ki bir anlığına beyni durmuş sonra tekrar şarj etmişti. Başını bile masaya çarptığını yeni farkedip hafifçe elini başına getirdi sadece ufak bir şişiği hissedebildi yorgun parmaklarının uçlarında ve avcunun içine doğru yavaşça parmaklarını çektiği takatsiz yumruğunu sıkmaya çalıştı. Kederden ağırlaşan kafası biçare bir halde hasret denizinin içinde çırpınan vuslat arzusu halini almış, deniz onu azgın dalgalarıyla epey uğraştırmış, amansız serzenişlerine hiç de acımadan onu içine almış, ne yazık hapsetmişti. Hasret denizinde boğulmak bu olsa gerekti!
Bir hayli ağlamıştı, masanın üzerinde kollarının arasına koyduğu başı, gözyaşına bandırılmış gibiydi. Biraz da terlemişti anlaşılan. Bazı zamanlar bu şekilde belli müddet bilinci yerinde olmadan şuursuzca yattığı bilinirdi. Ya da muhtemel olarak kısa bir uykuya dalardı, içi geçerdi uykusuzluktan. Uykuları o kadar uyumsuzluk içinde seyrederdi ki akıl sırra ermez, sınırlarını zorlardı. Bir gece içinde bu kadar fazla uykuya dalan ve çıkan başka mahlukatın yeryüzünde olabileceği akla asla gelmezdi.
V. BÖLÜM
(Ertesi Sabah)
Mütemâdiyen vûslatı hayal eder, arzularla kavrulan yüreğine kurak topraklara ab-ı hayat niyetine yağan bir yağmurun serinliğinin gelmesini beklerdi. Heyhat! İçine düştüğü bu karanlık dehlizlerden kurtulamıyor, cehennem ateşine denk bir büyük yangında yanıyordu. “Burcu burcu esen seher yelleri” onun baharına rast gelmiyor aksine yalnızlık, kızgın bir demiri amansız tokatlayan çekiç gibi arzularını dövüyordu. Evden çıktığında dünden beri devam eden sağanak dinmiş, ayakları onu ıslak Cankurtaran sokaklarından sahile doğru götürmüştü.
Sarayburnu’nda boğazın manzarasına hakim bir noktada kayalıkların üzerinde vapurların geçit törenini izleyen Hicran’ın zihninde serseri düşünceler volta atıyor, bir vapur düdüğü kaçınılmaz bir sonu haber ediyordu. Neden buraya gelmişti? Bilmiyordu. Yanağına süzülen ılık gözyaşlarını silmedi bile. Ellerinde tuttuğu fotoğrafları, cebindeki mektupları ve ona ait olan birkaç eşyayı yanında getirmişti. Günlüğü de yanındaydı. Geçmişe o kadar bağlıydı ki bütün bunları hep yanında taşımaktan üşenmez aksine özüne ait birer parça olarak addederdi. Düşünceli gözlerle boğazın serin sularına daldı bir süre. Tekrar bir vapur düdüğü uzaklardan acı acı yankılandığında Hicran irkilerek boğazın derinliklerindeki uykusundan uyandı. Kurtulmalıydı! Onu hatırlatan herşeyden... Fotağrafların hatıralara uzanan ellerini kesecekti öncelikle. Fotoğrafları kenara bırakıp cebinden çakmağını çıkardı akabinde de diğer cebinden bir sigara çekti, yaktı ve derin bir nefes çekti. Sanki bütün mazisini içine doldurdu bir nefeslik duman. Üfledi ve hatıralar Sarayburnu’nda gezinen sert rüzgarlarda dağıldı, uçtu, gitti. İşte böyle; sonsuza dek yok olmayı, dağılmayı bekleyen hatıralar bir sonraki vapurun düdüğüyle birlikte silindi.
Kayalıkların ıssız kavuğunda kül olan fotoğraflar ve yırtılmış mektuplar, boğazın serin sularında dalgalarla akıntıya kapılan ve kıyıdan uzaklaşan ona ait birkaç eşya ve de günlüğü; Hicran sahil boyunca yürürken sırra kadem basıverdi. Artık ânı yaşayacaktı sadece. Dünde kalanlardan kurtulmuştu en azından.
***
Sonu ne olursa olsun, âkibetine aldırmadan insanoğlu sevmek ister. Sonsuz bir sevgiyle yaratıldı insan - ki hamurunda her daim bu his var- Fıtratında sevmek, durmadan sevmek vardır insanın. Düşünmeden sever ve mantık sevdânın en azılı düşmanıdır. Bazen akıl devreye girer, gönül buna isyan eder. Baskın mahalde yazılır aslında sevdâların âkibeti. Ya gönle bakar toprakta yok olur, ya akla bakar dünyada zayi olur. Ama sonu ne olursa olsun yazgısı hasrettir sevdâların, yazgısı hasret!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.