- 1077 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
238 - TÜRK RİVİERASI
Onur BİLGE
Antalya, sadece Türkiye’nin değil; deniz, güneş, tarih ve doğanın, büyülü bir uyumla bütünleştiği, Akdeniz’in altı yüz otuz metrelik en güzel, en temiz, kıyısına; antik kentler, antik limanlar, anıt mezarlar, dantel gibi koylar, kumsallar, yemyeşil ormanlar ve akarsularla muhteşem bir güzelliğe sahip olduğu için ‘Türk Rivierası’ adını almış olan dünyanın en güzel ilidir.
Güneyinde Akdeniz, doğusunda İçel, Karaman ve Konya, kuzeyinde Isparta ve Burdur, batısında ise Muğla illeriyle çevrelenmiş; yüzölçümü, yirmi bin sekiz yüz on beş kilometrekare olan, nüfusu hızla artan bir kenttir.
Antalya’da hayat, il merkezinin kuzeybatısında yirmi kilometre mesafede bulunan Karain mağaralarında başlar. Oralarda, milattan önce yaşayanların eşyalarına rastlanmış. Hititler zamanında, ‘Irkların Ülkesi’ anlamına gelen ‘Pantilya’ adını almış. Milattan sonra yedinci ve sekizinci yüzyıllarda göç alarak nüfusu artmış. Adını, kurucusu olan Bergama Kralı II. Attalos’dan aldığı da söylenir. Önceleri Adayla, daha sonra da Antalya denmiş.
Lidyalılar, Persler ve Makedonya Kralı Büyük İskender’in eline geçmiş. Milattan önce ikinci asırda Roma İmparatoru Antonius tarafından, Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya hediye edilmiş. O da Antalya ormanlarındaki sedir ağaçlarından kuvvetli bir donanma hazırlatmış. Daha sonra Pamfilya ve Klikya, Roma’ya karşı savaşarak bağımsızlıklarını kazanmışlar. Roma parçalanınca, buraları parçalanmasından sonra ise buraya Doğu Roma almış.
Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türklerin eline geçmiş. Bizanslılar birkaç kere geri almak istemişler ama 1207’den beri bizimdir.
İlçesi olan Alanya, Selçuklular devrinde başkent olmuş. Selçuklular, İlhanlıların saldırılarıyla zayıf düşünce; Antalya, Hamidoğulları ve Tekelioğullarının yönetiminde kalmış. Anadolu’da birliği sağlandığında, 1391’de Yıldırım Bayezid devrinde Osmanlı Devletine katılmış ve Konya’ya bağlı, ‘Teke Sancağı’ olarak Cumhuriyet dönemine kadar gelmiş. Birinci Dünya Harbinde yenik sayılmamız nedeniyle, İtalyanlar tarafından 9 Temmuz 1922’ye kadar işgal edilmiş.
Palmiyelerle gölgelenmiş bulvarları, uluslararası ödül almış marinası, kendine özgü geleneksel mimari dokusuyla tarih kokan bir yer olan Kaleiçi ve modern mekânlarıyla, Türkiye’nin en önemli Turizm Merkezidir.
Antalya limanı; güneyde, Mersin limanından sonra gemilerin barınağı olarak ikinci sırayı almaktaymış. Endüstri Limanı faaliyete geçince burası Yat Limanı alını almış. Liman boyunca başlayan, büyük bir bölümü yıkılmış, yok olmuş; günümüze, Hadrian Kapısı ve yanındaki kuleler, limana bakan büyük kule ve liman surlarının bazı parçaları kalabilmiş olan at nalı şeklindeki surlarla çevrili alan içinde kalan Kaleiçi, sit alanındadır. Bir tarafı denizle, diğer tarafı da surlarıyla çevrili, zaten asırlar önce korunmaya alınmış bir yer, insanların o zamanki yaşam tarzlarına, maddi olanaklarına göre inşa edilen, küçük büyük ve çeşit çeşit evlerden oluşmuş bir mahalledir.
Kaleiçi, Antalya’nın ‘Tarihi Çekirdek Kenti’ olarak bilinir. Daracık sokakları inişli çıkışlıdır ve limandan yukarıya doğru, surlar boyunca uzanırlar. Hayat burada başlamış, daha sonra Antalya Ovasının kullanımı başlamış olmalı ki buraya, Eski Antalya da denilmektedir.
Gerçekten görülmeye ve incelenmeye değer olan bu tarihi yeri özelleştiren, çekirdeğini teşkil eden Kaleiçi’ni anlatabilmek için, eski Antalya evlerinden başlamalıyım.
Helenistik Roma Bizans Selçuklu ve Osmanlı devirleri ortak eseri olarak günümüze kadar ayakta kalan, seksen burcu olan surların içinde kiremit çatılı üç bin kadar evin karakteristik yapısı, Antalya’nın mimari yapısıyla tarihi hakkında fikir vermekle beraber, bölgenin yaşam tarzını, gelenek ve göreneklerini de en iyi şekilde ifade etmektedir.
Yazları çok sıcak ve kurak, kışları ılık ve bol yağışlı geçen bu yörede, evler yapılırken, daha çok soğuktan değil, sıcaktan korunma amacı güdüldüğünden, öncelikle güneşi önlemeye, serinlik sağlamaya gayret edilmiş; sahiplerinin ekonomik güçleri ve kullanılış amaçlarına göre farlılık gösteren, yine de pek çok ortak özellikleri olan, genellikle yığma taştan ve ağaç bağlantılı olarak yapılan bu evlerin hepsinde bir sokak cephesi ve arka bahçe, üst katlarda ev ve sokak mimarisine uygun olarak yapılan ve “cumba” denilen ağaç süslemelerle bezeli çıkmalar yer alır.
Bir ortak özellikleri de yığma taştan, ağaç bağlantılarıyla yapılmış olmasıdır. Genelde üç katlıdır. Hepsinin, bir sokağa bir bahçeye bakan iki yönü vardır. Dışa bakan taraflın alt katı az pencerelidir. İkinci katlar, binanın yapısına göre düşünülmüş ‘cumba’ denilen ağaç süslemelerle bezeli çıkmalarla genişletilmiştir. Evlerin en belirgin özelliklerinden biri de ‘taşlık’ adı verilen, hemen girişte yer alan, bir kapısı bahçeye açılan, taş zeminli geniş taşlıklardır. Burada ahşap sedirler vardır. Genelde düzayak, yani toprak hizasında olan taşlıklar, ilk kattaki diğer odalara açılır. Üst kata çıkılan tahta merdiven de buradadır. Gölgeli taşlıklar ve avlular hava akımını kolaylaştıran özellikte olup, mutfak, depo, kiler ve hol görevi yapan bölümler buradadır. Evin hizmet bölümü olarak inşa edilmiştir. Üst kat, ferah girişler ve büyük odalarla yaşamak için yapılmış, geniş pencerelerle aydınlatılmıştır. Genelde pencereleri iki katlıdır. Alt katta açılıp kapanabilir cam, üst katında camsız kafes, bazılarında sabit, küçük küçük renkli camlar vardır.
Bu evlerde önceleri Antalya’nın yerlileri otururdu. Kentleşme hızlanıp, yeni binalar, apartmanlar yapılmaya başlanınca, bu eski evlere, gelir düzeyleri düşük aileler, Karaferye Göçmenleri taşınmaya başlamış, bazıları da pansiyon haline getirilmiş, aralarında hediyelik eşya satan dükkânlar ve restoranlar oluşmuş.
Biri yat limanını, diğeri antik şehri kuşatan ve dört kapıdan girişi sağlayan surların kulelerinden biri, Kale Kapısı Meydanı’ndadır ve saat kulesi olarak kullanılmaktadır.
Pamphylia’nın en güzel kapısı olan Hadrianus Kapısı, 130 yılında, Hadrianus’un Antalya’ya gelişi onuruna; sütunları haricinde her yeri beyaz mermerden yapılmış, yanındaki iki kuleyle sağlam kalabilmiş, oyma ve kabartmalarıyla harika bir kapı olup, Üçkapılar olarak anılır.
Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğuna ait tarihi eser ve kalıntılarla adeta açık hava müzesi olan Antalya, Akdeniz kıyısında, Antalya Körfezinde, denizden otuz dokuz metre yükseklikteki kayalıkların üzerindedir. Yükseklikleri üç bin seksen altı metreye kadar ulaşan Toros Dağlarıyla çevrilidir. Denizle dağlar arasında, küçüklü büyüklüklü ovalar vardır. Kara denizle, kilometrelerce uzunluktaki plajlar veya sarp kayalıklarla buluşur. Toros Dağlarında derin uçurumlar ve kıyı kesiminde görmeye değer mağaralar vardır.
Çok sayıda berrak ve temiz akarsu, yer yer ve denize kavuşurken eşsiz güzellikte çağlayanlar oluşturarak Antalya Ovasına bereket taşır. O nedenle çok zengin bir bitki örtüsüne sahiptir. Kıyı boyunca her türlü tropikal bitki, yer yer dev kaktüsler, dağlarında ‘maki’ denem bodur bitkiler ve çalılıklar vardır. Dağlarında meşe ve çam çeşitleriyle dolu gür ormanları, ovalarında pamuk ve susam tarlaları vardır. Bahçelerinde özellikle narenciye yetişir. Portakal, limon, mandalina, greyfurt ve muz başta olmak üzere her türlü meyve ağacına rastlanır.
Her çeşit meyve ve sebzeden yapılan reçelleri meşhurdur. Kendisine özgü bergamut, turunç, patlıcan, karpuz reçelleri vardır. Yörenin kökboyasıyla boyanan ‘Döşemealtı Halıları’ da çok ünlüdür.
Antalya, kısaca yazılacak bir il değildir. Tarihi ve doğal güzellikleri anlatmakla bitmez. Kısaca, dünyanın en güzel yeridir.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 238