- 674 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YENİDEN
Güneşli bir gün olmasına rağmen hava oldukça soğuktu. Kasım ayı adına yakışanı sergiliyordu adeta. Geceleri ortaya çıkan ayaz, dışarıda kalmış tüm su birikintilerini dondurup hareketsizleştiriyor, tüm kenti bembeyaz kırağıya kestiriyordu. Hava oldukça kirliydi. Özellikle sabahları kentteki binaların tüm bacalarından yükselen dumanlar, kenti yaşanmaz bir hale getiriyordu.
Halit sabahın ayazında çıktı sokağa. Üzerindeki siyah renkli deri monta sıkı sıkıya bürünmüştü. Her sabah olduğu gibi uzun öksürme nöbetlerinden birisini yaşıyordu. Fazla sigara içtiğini ve bu öksürük nöbetlerinin sigaradan kaynaklandığını biliyordu. Buna rağmen sigarayı bırakmayı aklından bile geçirmemişti. Sokaktaki su birikintileri buz tutmuştu. Halit hızlı adımlarla geçti buz tutan su birikintilerinin üzerinden. Sonra her zaman ki gibi kendisini işyerinin olduğu semte ulaştıracak olan minibüs durağına doğru yollandı. Sokağı sonundaki bakkal dükkanının camları buğulanmıştı. Halit hızlı hareketlerle dükkana girdi. Dükkan sahibi Mustafa’ya selam verip bir paket sigara aldı ve saatine bakıp hızla çıktı dükkandan.
Durakta iş arkadaşları Salim ve Vehbi elleri ceplerinde bekliyorlardı. Hızlı adımlarla arkadaşlarının yanına yaklaştı Halit;
- Selamün Aleyküm.
- Aleyküm Selam.
- Aleyküm Selam Halit. Nerde kaldın, minibüs gelmek üzere. Bak işte geliyor.
Mavi-sarı renkleri olan eski minibüs durağa yaklaştı. İçerisi oldukça kalabalıktı. Üç arka da minibüse tıkış tıkış bindiler. Minibüsün içerisi oldukça kalabalık ve havasızdı. Ayakta bekleyen üç arkadaş şoföre ücretlerini ödediler. Halit;
- Salim senin kız nasıl oldu?
- Dün hastaneye götürdük işte. Bademcikleri iltihaplanmış. Yirmi tane iğne yazdı doktor.
- Geçmiş olsun. Soğuk mu aldı, üşüttünüz mü nasıl oldu?
- Ya malum havalar soğuk. Geçen hanım sobayı temizlerken üşütmüş herhalde. Biz de domuz gribi filan diye korktuk. Zaten çocuk okula gitmiyor. Okulları tatil etmişler. Hastaneler tıklım tıklım dolu, eczaneler de öyle.
- Çok geçmiş olsun ya.
- İğneyi yiyince biraz kendine geldi işte çocuk. Evde yorgan döşek yatıyor. Hastane de çok sıra bekledik.
- Soğuklar çok tehlikeli. Dikkat etmek lazım. Bir de domuz gribi çıktı anasını satayım.
- Hiç sorma, bir de bu çıktı başımıza.
- Bizim komşu Bekir amca domuz gribi olmuş diyorlar. Üzüldüm adama. Ziyarete gideceğiz, bulaşıcı diye korkuyoruz.
- Kaç yaşında?
- Ya sen biliyorsun ya, bir ara görmüştün. Emekli adam, yetmiş yaşında vardır muhakkak.
- O zaman tehlikeli.
- Çocuğun okulundan da kağıt göndermişler domuz gribi için. Aşıyı yaptırsak mı yaptırmasak mı bilemedik. Televizyonda birisi zararlı diyor birisi zararsız diyor.
- Bende bilemedim arkadaşım. Benim hanım izlemiş, yan etkileri çok fazlaymış zararlıymış diyor. Domuz giribine yakalansa o daha da kötü. Ne yapacağız bilemiyorum.
- Vatandaşı iki arada bir dere de bırakıyorlar arkadaş ya. Vehbi niye konuşmuyor?
- Dişini çektirmiş.
- Geçmiş olsun. Dişini çektireli baya olmadı mı ya?
- Çektirdiği yer iltihap almış.
- Of, çok zor olur o ya. Diş ağrısından daha beterdir. Soğuk değince öldürür.
- O yüzden ağzını açmıyor.
Eski ve yıpranmış minibüs her durakta yolcular bırakıyor ve yeni yolcular alıyordu. Sabah saatlerinde trafik oldukça yoğundu. Otomobiller, minibüsler ve otobüsler dizilmiş bekliyorlardı. İş arkadaşı Salim’le konuşacak bir şey kalmamıştı. Halit dışarı hafif eğilmiş, minibüsün camından dışarıyı izliyordu. Kalabalık, trafik, hava kirliliği ve soğuk tüm kenti ele geçirmiş gibiydi. Bu manzaranın içerisinde olmaktan hiç de memnun değildi Halit. İnsan bu şehirde neden yaşar ki diye geçirdi içinden sonra kendi sorusuna kendi cevap verdi; elbette ki başka çaresi olmadığı için.
Minibüs yoğun trafik içerisinde ilerlemeye çalışırken Halit geçmişini düşünmeye koyuldu. Bu kente göç etmeden önce orta Anadolu’da küçük bir köyde yaşıyorlardı. Babasının küçük arazileri, birkaç tane sığırı ve bir o kadar da koyunu vardı. Halit’in görevi sığırları ve koyunları otlatmak ve altlarını temizlemekti. Elbette annesinin ve kız kardeşinin yardımlarıyla yapardı bu işi. Ağabeyi Ekrem babasına yardım ederdi çokça. Ne de olsa ailenin en büyüğü Ekrem’di. Köyde yaşamayı sürünmek olarak görüyordu Halit o zamanlar. Hayvanlara bakmak, hayvanların pisliklerini temizlemek ve çobanlık yapmak kendisine ilkellik olarak görünüyordu. Daha ortaokula giderken şehre gitmeyi kafasına koymuştu. Ortaokuldan sonra da okumadı zaten. Askere gidene kadar ailesine yardım etti ve askerden gelir gelmez büyük dayısının kızı Saliha ile evlendi. Birkaç sene köyde durduktan sonra şehirdeki teyzesi ve eniştesinin yardımıyla şuanda çalıştığı fabrikada iş bulup taşındı. Bir gecekondu mahallesinde kendisine ev tuttu. Annesi oğlunun ve gelinin köyden ayrılmasına karşı çıkıyor olsa da babası Halit’i destekledi. Babasının Halit’e söyledikleri hala zihninde canlıydı Halit’in;
- Oğlum ben yıllardır köyü beklerim. Benim babamda köyü beklerdi, dedem de. Seni okutayım dedim okumadın. Beni de biliyorsun, köyü de biliyorsun. Yıllardır rençberlik ederiz, davarcılık ederiz. Böyle ne uzayabiliyoruz ne de kısalabiliyoruz. Şehre gitmek istiyorsan git. Ama unutma orası büyük derya. Batarsan tez boğulursun. Allah yardımcın olsun.
Halit ilk başlarda umutluydu. Şehri tanımıyordu. Şehir yazın gezmeye geldikleri eğlenceli ve kalabalık yerden başkası değildi O’nun için. Ama şehre taşınıp yaşamaya başladığında o kadar da eğlenceli ve cazibeli bir yer olmadığını anladı. Babasının dediği gibi batmamak için elinden geleni yaptı. Şehirdeki ilk yıllarında önce Safiye doğdu, sonra da Muzaffer. Zar zor geçiniyorlardı. Halit şehre taşındığı için pişman olmuştu elbet ama bu pişmanlığı hiç kimseye belli etmiyordu. Bu pişmanlık duygusu kalabalık ve havasız minibüsün penceresinden dışarıyı izlerken daha da keskinleşip tüm vücuduna yayıldı. Şehrin bu hali bir zamanlar şikayet ettiği köyünden daha beter göründü Halit’e. Köyüne geri dönmeyi bir çok kez düşünmüştü. Ama köydekilerin eleştirilerini kulak ardı edebileceğine inanmıyordu. Tüm köy başaramadı ve geri döndü diyecekti. Bu bir gerçekti. Üstelik şehirde kendine iyi kötü bir düzen kurmuştu. Köye dönüp yeni bir düzen kurması oldukça zor olacaktı. Ağabeyi Ekrem köyde kalarak en güzelini yapmıştı Halit’e göre. Köyünün dağları ve çayırlıkları geldi bir an aklına. Bu hayal Salim’in seslenmesiyle dağılıp gitti zihninden;
- Halit, haydi geldik. Ayakta uyuyorsun ya.
Minibüsten iner inmez keskin bir soğuk tüm bedenini titretti Halit’in. Koşar adımlarla fabrikaya doğru ilerledi. Bir tekstil fabrikasında çalışıyordu. Fabrikanın bekçisine selam verdikten sonra fabrikaya girdi ve makinesinin başına geçti. Ustabaşı her sabah olduğu gibi kontrol etti Halit’i. Elindeki kağıda bir şeyler yazıp selam bile vermeden döndü gitti. Sinir oluyordu ustabaşına. Ama elbette ki hiçbir şer diyemiyordu. İlk başlarda yaptığı iş oldukça zor gelmişti. Sonra zamanla alıştı ve bir refleks haline dönüştü. Şimdi ise sıkılıyordu. Önceleri çalışırken sigara içebiliyordu, sigara yasağından sonra ise yalnızca paydos verildiğinde içebiliyordu. Bu can sıkıcı bir başka durumdu Halit için. Kendisini bunalmış ve kuşatılmış hissediyordu. Eğer izin alabilirse kurban bayramında köyüne gitmeyi planlıyordu. Hiç olmazsa bu sıkıntıdan ve bu kuşatılmışlıktan birkaç gün olsun kurtulabileceğini düşünüyordu. Zaten kendisinin kurban kesecek durumu yoktu. Hem anamı babamı görürüm hem de çocuklar kurban eti yerler diye geçirdi içinden. Muhakkak köyde şehrin nasıl olduğunu soracaktı arkadaşları ve Halit yine çok şükür iyi diyecekti. Köyün yaşlıları Halit’i taktir edecekler, gençleri ise kendisine özeneceklerdi. Ama işin iç yüzünü elbette ki yalnızca Halit bilecekti yalnızca.
Makine olanca gürültüsüyle çalışmaya başlamıştı yine. Makaralarda sarılı olan ipleri bir canavar edasıyla yutuyor ve kumaş çıkarıyordu bembeyaz. Halit her zaman ki gibi makinenin ayarlarını, makaraları düzenliyordu. Birkaç saat çalıştıktan sonra sinir olduğu usta başı geldi ve Halit’in omzuna dokundu.
- Halit, patron seni çağırıyor!
- Efendim?
- Gel benimle gel. Salim, sen şu makineye bak Halit gelene kadar!
- Halit patron seni çağırıyor.
- Hayırdır usta? Patronun benimle ne işi olur?
- Ben orasını bilmem. Git patronla görüş.
Halit’in içinden ustabaşının suratına bir tane yumruk atmak geldi. Ama yapmadı. Söylene söylene uzun mutfağın yanındaki uzun koridoru geçti. Patronun odasına giden merdivenleri çıkarken içindeki merak gittikçe büyüyordu. Aslında kurban bayramı için izin işini de görüşebilirdi şimdi. Merdivenleri çıktıktan sonra sağa ilerledi ve sekreterin yanına geldi.
- Abla beni patron çağırtmış.
- İsim neydi?
- Halit Ergüleç.
- Bir saniye bekleyin ben haber vereyim.
- Tamam abla.
Halit merak içerisinde beklerken sekreter patronu aradı ve kendisinin geldiğini söyledi. Sonra sekreter sustu ve telefonu dinlemeye koyuldu. Tamam efendim deyip telefonu kapattı.
- Halit bey, Mehmet Bey şuanda bir toplantıda ve sizinle görüşemeyecek. Onun yerine durumu size benim izah etmemi emretti. Bu durumu izah etmesi oldukça zor. Malum ekonomik kriz fabrikamızı oldukça etkiledi. Bu yüzden eleman kadrosunda daralmaya gidiliyor. Mehmet Bey, muhasebeye gidip hesabınızı kestirmenizi söyledi. Bundan sonra sizinle çalışamayacağız malesef. Ama ekonomik kriz bittiğinde tekrar sizinle çalışmaktan mutluluk duyacağız.
- Nasıl yani, beni işten mi kovuyorsunuz?
- Buna kovmak demeyelim Halit Bey.
- Bırak abla ne beyi ya?! Ben patronla görüşeceğim. Kış günü insan işten mi atılır!
- Halit bey lütfen ısrar etmeyin, güvenliği çağırmak zorunda kalacağım. Lütfen. Biliyorum zor bir durum ama yapılacak bir şey yok. Bende sizin gibi burada çalışan birisiyim. Lütfen işi zorlaştırmayın.
- Ben ne yapacağım şimdi ya?
- Lütfen beyefendi.
- Tamam bacım ya, tamam.
Halit beyninden vurulmuş gibi hissediyordu kendini. Hiç ummadığı bir şeydi işten atılmak. Ne yapacağını bilmiyordu. Çaresizlik tüm bedenini kuşatmıştı. Elleri titriyordu. Sekreterin yanından çıktıktan sonra koridorda biraz soluklandı. Çocuklarını ve karısını düşündü. Şehre göç ettiğinden beri bu işte çalışıyordu. Ne yapacağını, nasıl iş bulacağını bilmiyordu. Üzgün ve çaresizdi. Dizleri titriyor güçlükle adım atabiliyordu. Birkaç adım sonra yığıldı kaldı koridorda. Bir anda karşı koyulamaz bir karanlığa gömülmüştü.
Gözlerini açtığında başında sekreter ve muhasebe görevlisi vardı. Bileklerini ovuyorlar ve burnuna kolonya tutuyorlardı. Halit işten çıkarılma gerçeğiyle tekrar yüz yüze geldi ve üzüntü tüm zihnini tekrar işgal etti. Halit yerden ayağa sendeleyerek kalktı ve;
- Tamam bir şeyim yok
- Ağabey biraz uzan istersen içeri.
- Yok istemem. Siz ne yapmam gerekiyorsa söyleyin.
- Tamam abi gel benimle.
Muhasebeci gencin arkasından muhasebe ofisine girdi Halit. Oldukça öfkeliydi. Muhasebeci genç ise acıyordu Halit’e. Bu acıma hissi konuşmalarından ve davranışlarından açıkça belli oluyordu. Muhasebeci genç bilgisayarda birkaç işlem yaptıktan sonra Halit’in çalıştığı günleri hesapladı ve kasadan para çıkarıp Halit’e uzattı. Halit titreyen ellerle aldı parayı. Sonra hızlı adımlarla çıktı ofisten. Sonra aşağıya inip işçi önlüğünü çıkardı, siyah renkli deri montunu giyip fabrikadan dışarı çıktı. Arkadaşlarına ve ustabaşına hiçbir şey söylemedi.
Keskin soğuk karşıladı Halit’i dışarıda. Ellerini montunun cebine koyup yürümeye başladı. Ne yapacağını bilmiyordu. Yeni bir iş aramalıydı ya da bu durumu fırsat bilip köyüne geri dönmeliydi. Eve gitmek ve bu kötü haberi karısına vermek istemiyordu. Bir sigara yaktı ve belirsizlikler içerisinde kentin kalabalıklarının arasına karıştı. Belli bir süre sonra içerisinde tuhaf bir huzur hissetti. Köyüne tekrar dönmeyi düşünüyordu. Karısı ve çocukları buna karşı çıkacaktı, biliyordu. Ama baba ocağından gayrısının kendisi için batmak olduğunu anlamıştı. Babası haklıydı, şehir büyük deryaydı. Boğulmamak içinse babasına sarılacaktı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.