MERDİV(A)N
Uyuyamadı. Sokağa attı kendini. Üzerini değiştiremeden yattığı yataktan yine aynı açlıkta kalkmıştı. Kaç gündür aynı elbiseleri giydiğini düşündü. Çıkamadı işin içinden. Kaç gündür kravatını gevşetmediğini, kravatını gevşetmeye kalktığında anladı.aşağıya doğru yürüdü… yürüdü… tıpkı ömrünün seyri ve meyli gibi geldi ona bu sonsuz iniş. Gecenin sır-rı yeni yeni çözülüyordu daha. Kampus üst kapısından girdi üniversiteye. Binalar silindi; içindeki masalar aksine belirginleşti birden… “İş istiyorum!” kimse duymasın diye bu saatte bağırdı. Yoksa ne mümkün derdini anlatmak.
O kadar gelecekten geliyordu ki; bir an bu kadar geriye dönüş yıpratmış, belki de sinirlerini bir an olsun çekip alıvermişti. Koca binalar geçti. Bir sürü insan… Eskisinden çokça yabancı geldi içinden çıktığı, hatta neredeyse itekleyerek çıkartıldığı bu yerler… Kabaca bir hesap yaptı. O sırada yağmur – ki hiç adeti değildir bu mevsimde düşmezdi buralara- hiç başını kaldırmadan, kaşları hala çatık, sadece gözleriyle yukarıya bir bakış atmasına sebep oldu. Çok yorgundu. Fazla tutamadı gözlerini yağmurda. Fazla ters bakamamıştı da zaten… Ne düşündüğünü bilmediği bu anda rektörlük binasının arka merdivenlerini iniyordu. Merdivenleri saymadı; zaten biliyordu. “Acaba bu son basamağı saymış mıydım?” sorusu üzerine gidecekti ki kareli betonun üzerinde çizgilere basmama uğraşında buldu kendini. Sayılarla, çizimlerle çok uğraşmaktan olsa gerek hiçbir parkeli yolda çizgilerle haşır neşir olmadan yapamıyordu. Utanmayıp sormuştu, çoğu insanda varmış. Bunun yüzünden farklı sayılmazdı, sayılamazdı.(ki bu farklılık ona hiç prim yapmamıştı hayatta. Hatta iş bile buldurmamıştı.) belki kırk elli adımlık patika yolun başına geldiğinde bitirdi çizgi macerasını. Çizgilere basmamak çok yoruyordu insanı. Çimlere ilk adım atışı o kadarda değiştirmedi içerisinde ki fırtınayı. On adım ileride, solda, asma söğüdü görünce adını unuttuğu ufak bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Gözlerine… Zor da olsa bir yer bulup, o yosma kızın hatırasıyla birlikte küfürleri ve isyanı sağa sola rasgele sıkıştırarak oturdu dudaklarına gülümseme. İki biradan sonra orada, o gecenin kör saatinde seviştiği çıktı hemen aklından. Tabii gülümsemeyi de alıp öyle çıktı. Hemen olumsuza meyilli beyni karşılaştırmalara gark etti onu. “ o zaman da ev sahibine üç aylık kira borcum vardı şimdi de…” işte bitmişti artık o soluksuz öpüşme. Her şey bir anda kararmıştı tekrar. “hem geceydi, soğuktu… O biralardan sonra midemi üşütmüştüm…” O günü lanetleyecek bir sürü şey düşünmek zorunda kaldı. Ama ne olursa olsun hayatında ki bu hızlı çöküş sırasında bir basamak dahi olsun durdurmuştu bu asma onu. Ellerinin ıslanmasını sevmezdi hiç. Yağmur şiddetini artırdı. Elleri ıslanıyordu. Ama ceketin cebine ellerini sokmayı da sevmezdi. Soktu. “Demek ki ellerimin ıslanmasını ceketin ceplerine ellerimi sokmaktan daha çok sevmiyorum” diye geçirdi aklından. Bunu fazla düşünemedi. Yirmi adım ileride kütüphanenin yanında o az önce yosma deyip geçtiği kimya mühendisliğinde okuyan kızı düşündü yine. Gerçi şimdi bilmem nerede çalışıyormuş. Ha ha hoca olmuş. Kız üzerinden çok sinirlenecekti yine. “İyisi mi boş ver…” anını tam mühendisliğin önüne geçişte yaşadı. Yağmur hızlandıkça o da hızlanıyordu. Aniden duraksadı. Niçin böyleydi? Hiç sevmedi doğayla olan bu uyumu. Bunu bozmak için zaten yorgun tabanlarının üzerinde bilinçle hafifledi. Yok… bu kadar hafiflik ona aşıkmış gibi bir hava kazandırdı. Böyle bir izlenim kazanması onun şu an ki durumuna hizmet etmiyordu. Omuzlarını düşürdü iyice. İşte şimdi cinnetin eşiğinde ki yorgunluğa sahipti artık. Öğrenci kapısına ilerledi. Kimse yoktu dışarıda. Yoksa yağmur o kadar mı çok yağıyordu?.. Öğrenci kapısının önüne geldi. Merdivenlere baktı fakat artık merdiven inmek istemiyordu. Hele bu merdivenleri hiç inemezdi. Geriye döndü. Adını bilmediği kapıya baktı. Doğru ya neydi bu kapının adı. Hoca giriş kapısı mı? Değil… o öğrencilerin taktığı bir isimdi sadece. Dekan giriş kapısı?.. o da değil… İş kapısı… ya da yok… “ekmek kapısı” işte bu onun durumuna en çok uyan kapı adıydı. Niye olduğunu bilmeden ekmek kapısına doğru yürüdü. Yine istemeden hızlanmıştı. Bu kez o kadar düşmedi kendi üzerine. Gitgide bir yılgınlık hakim oluyordu ona. Bundan şikayetçi de değildi. Bazen gözlerine o şiddetli yağmur altında ki sakinliğiyle bir seri katil tavrı yerleşiyordu. İyi de kimi öldürebilirdi ki kendi cinnetinin içerisinde. “Cinnet geçiren subay (komiser bilmem ne…) eşini, çocuklarını…” bu kısımda kesti. Çünkü meslek kısmında kaybetmişti zaten. Çoluk çocuk kısmı ise gereksizdi. Ne denilebilir ki… Hiç mi umut yok… Yani mesela; “ Çevre mühendisliği ve yüksek lisans mezunu genç ( kabul ediyorum genç olmadı) iş bulamayınca otuz beş yaşında hayatına son verdi.” Yok bu çok eksik oldu. Hatalı bir de… Yaşımı ismimin yanına parantez içerisinde yazacaklar. “Yusuf Ziya Karagöz (35)…” yoksa ismi tam yazmazlar mı?.. ya da soyadı mıydı tam yazılmayan… Hem cinnet de geçmedi cümlede… Artık sesli düşündüğünü hissederek ekmek kapısının önünde buldu kendini. Kapıya baktı. Herhangi bir işi yoktu içeride. Fakat yine merdivenlere baktı tekrar. Kapının dışında üç basamak ve ardından üç dört adım sonra iki basamak daha bulunuyordu. Böylece bitmiyordu merdiven sıkıntısı. İçeride hoca katına çıkan bölüme bir kat merdiven; dekanlık katı içinse bir kat daha… “Bu kadar merdiveni çıkamam” dedi. Kim bilir kaç yıl daha kimlere katlanmalıydı?
Elleri ıslanıyordu. Ceket sırılsıklam olmuştu artık. Ellerini çıkardı ceplerinden…ceketin ceplerine ellerini sokmayı sevmese de alışabildiğine göre buna da alışabilirim diye düşündü. Geri dönmüştü ve iki kapı arasında çıkmaz sokak sendromu yaşıyordu. Böyle bir sendrom var mıdır bilmiyorum. Ama fena durmadı… yol kenarına çekti kendini. Yazın güneşten boyası yanmış, şimdi ise sırtını yağmurlara dövdüren şu park edilmiş araba kadar mekanik ve kontağından anahtarı çekilmiş hissiyle çöktü çimenlerin üzerine. Önce bağdaş kurdu… sonra uzattı bacaklarını. Oturamazdı öyle uzun süre. Hala manşeti düşünüyordu. Ya da manşet olmasa da olurdu… karşı boşluktan bir ses ilişti yağmurdan buğulanmış kulağına… “kalk oradan… öleceksin!..” nereden anlamıştı ki? Hem de bu bir kız sesiydi… Oysa üniversitede ki kızlar başkalarının ölümleriyle ilgili değildirler ki… Sadece kendi ölümcül kapanları içerisinde ya da dantel dantel ördükleri ağlarında çırpınanlar girer ilgi alanlarına. Üzerine alınmamalıydı… öyle yaptı… Zaten kız da dışarı çıkıp müdahale falan etmedi. Ama iyi bir fikir edindirmişti. Eski ve gereksiz sandığı ve tam emin olmadığı bir bilgiye göre ıslak çimen üzerinde yatarsa insan; ölürmüş… “yağmur sürse bari” diye geçirdi içinden… Ayakları yol tarafında, karşısına mühendislik fakültesi, uzanmıştı… Bu çok etkili olacaktı. Mühendislik fakültesinin önünde ki intiharı… İki dakika belki üç… sessiz bekledi. Hiç hareket etmedi. Zehri önce beyni mi çekmeliydi yoksa vücudu mu?.. Önce beyni ölürse hiçbir şey duymazdı. Araba çarpmış gibi… Bu hiç etkili olmazdı. En son beynim ölmeli. Gereksiz ama en son beynim olmalı. Evet bu çok anlamlıydı. Hemen doğruldu. Boynunu hemen çimlerin bitimindeki tek taş kaldırıma koydu. Boynu aşağıya doğru salındı. Tersten fakülteyi görüyordu ve birazcık da yolu. Vücudu tamamen ıslak çimenlerin üzerinde… Aniden yine sarsıldı. Bir mektup, not, yazı, işaret… hiçbir şey kalmayacaktı geriye. Sonra tekrar aynı yere bıraktı kendini. Kaldırım taşı yüksek olduğu için boynu ağrımaya başlamıştı. Gerçi ölecekti, boynunun ağrımasının ne önemi vardı ki?.. fazla uzun sürer miydi?.. Mektubu düşünmek istemedi daha. Çünkü bu çok anlamlı bir son noktaydı zaten… Açıklamaya gerek yoktu hem açıklayacak kimse de yoktu. Gandi’nin hayatı geldi aklına. Lise yıllarında idealist bir yaşam sürdüğü zamanlarda okumuştu. “tepkisizliğin tepkisi…” Böylece bir ülkeyi sarmıştı bu felsefe…sonra dünyayı… Onun ölümü tekrarı olmasa da bu felsefenin en azından kendince açıklayıcısıydı. Bu son zamanlarında sessiz kalmak istemiyordu. Kendince yalnız ve boşaltılmış dünyaya son cümlelerini sesli ve umarsızca savurmak istiyordu.
Bir gürültü duydu. Yağmur hala devam ediyordu. Ölüm bu kadar gürültülü mü gelirdi?.. fazla muhakeme yapamadan yağmurlu ölümünün ve baş aşağı olmuş dünya görüntüsünden siyah bir araba ve egzost dumanı geçti yine onun penceresinden baş aşağı… Ölümü, okulu ve sonradan mesleğiyle arasından resmi salyalarıyla siyah bir araba geçmişti. Diz kapaklarından yukarıya doğru hızlıca tırmanan bir uyuşma hissetmeye başlamıştı. Geliyordu artık. Derken geri vites sesi… kapı açıldı ve kapandı… “N’olur biraz daha geç kal!” diye yalvardı kapanan kapının kapatıcısına. Cümlenin tuzu ve yağmur suyu henüz daha dudaklarını terk etmeden göbeğinden yüzü görünmeyen bir adam dikildi başucuna. Ve yanında göbekli adamın şemsiye tutucusu… “N’apıyorsun sen burada?” “git başımdan!” göbekli adam bu cevabı beklemiyordu şüphesiz. “Oğlum, neyin var, hasta mısın, paran mı yok, derslerin mi kötü, n’apıyorsun burada?” “ben dilenci değilim, git başımdan!” artık zorla konuşuyordu… son duyduğu; “öleceksin!” ve son cevabı “biliyorum!” oldu.
Tekrar açmıştı gözlerini. Çıplak ve bir makam odasındaydı. Havlulara sarınmıştı uyandığında. Nerede olduğunu anlamak için ipucu aramaya başladı. Masada ki isimlik… “Yaşar Sütbeyaz” burası rektörün odasıydı. Dekanlık merdivenleri çok uzakken bunca yıl; bu terfi heyecanlandırmıştı onu.
Aradan dört yıl geçti ve hala aynı heyecanla mühendislik fakültesi hocalar katında yani dekanlık katının bir altında, dekanlık katına çıkmak için gün sayıyor. Merdivenler artık onu da kendine dahil etti çoktan. Odasında hemen başucunda ki “Yusuf Ziya Karagöz (35…)” notuna hala kimseler bir anlam veremiyor.