- 2011 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Amazon
AMAZON
(Men-Zen adlı öykünün devamıdır)
Nez annesinin sesiyle kendi iç dünyasının sesinin ne kadar birbirine benzediğini düşünürken elinde okuduğu kitabı yere koydu. Mitlerdeki afiflik tanrıçası Artemis’in tam karşıtı Amazonlardı. Ama gerçekteki dünyada tüm kadınlar bunların karışımından olan ikizlerdik. Erkekler bizden mutlaka afiflik görünümünde olmamızı bekler yanlarındayken de hafiflik isterlerdi. Kardeşinden (Apollon) bir gün önce doğup onun doğumu sırasında annesine yardım eden Artemis annesinin ve tüm doğum yapan kadınların acısına dayanamayıp evlenmemeğe ve bakire kalmağa yemin etmiş, ok ve yayla silahlanarak bir ordu kurmuştu. Güneş ve ayı sembolize eden bu tanrıça aynı zamanda erkeklerin de düşmanı idi, bu endamlı, ciddi yüzlü, iffetli, tanrısal bakireler, saf ışık tanrıçaları olarak afifliği sembolize ederler, bütün tabiatı dölleştirenin gökyüzü olduğunu, göğünde sayısız memelerle örtülü bir tanrıça gibi düşünülmesini emrederlermiş halklarına, kendisi ve avcıları da bakirelik yemini etmişler. Kendilerine yaklaşan erkekleri de ok atarak geyiğe dönüştüren bu tanrıçalar bakireliğini bir erkeğe veren avcı kadınlarını da okları ile öldürürmüş. Amazonlar ise Hititler döneminin kadın süvarileri imiş erkeklerini yormamak daha rahat ok atabilmek için kızlık çağlarında memelerini dağlarlarmış. Ata binen ve son derece çevik savaşçı kadınlar topluğu olan bu kadınların erkekleri kent yaşamıyla uğraşırken, kendileri avcılık ve savaşçılıkla geçinirlermiş. Bu avcı kadınların toplu yaşamak için verdikleri savaşlarda, zaman, zaman komşu halkların erkekleriyle cinsel ilişki kurduklarını bu geçici ilişkiden doğan erkek çocuklarını babalarına gönderdikleri kız çocuklarını ise yanlarında eğittikleri söylencesinden dolayı bu kadınlar da hafif kadınlar anlamındaki Pitane adıyla anılırlarmış. Pitane yöresinde yaşadıkları söylenen bu kadınların yaşadığı yerin adını Çandarlılı Halil Paşa Osmanlı döneminde kalesini yeniden yaptırdığı için Pitane’yi Çandarlı olarak değiştirmiş. Kadınların memeleri bile mitolojide en güzel mitleri oluşturmuşlar. On altı kadın olan biz Amazonlar da gerçekte afiflik görünümünde kadınlar olsak bile çevremizdekilere uyum sağlayamadığımızdan hafiflik mertebesiyle değerlendirilirdik. Bayan Zen bazen Amazonlar gibi görünüp Artemis gibi hareket etmemizi söylerdi. Ata binmeyi bilmeyen, ok atamayan, savaşmayı sevmeyen erkekleri yanınıza bile yaklaştırmayın diye öğüt verirdi. Memeler onun içinde tıpkı Artemis gibi bereketin simgesiydi aynı zamanda iyi bir insan soyunun yetişmesi yine bu memelerden emilen sütlerin kalitesine göre değerlendirilirdi. İyi süt emmiş evlatlar yetiştirmek için seferber olan biz Amazonlar; kadınlara ilk eğitimlerini yine bu memelerine verecekleri değerlere göre belirleneceğinin eğitimini verirdik. Memelerini beğenmeyen kadınlara plastik cerrahlar önerilirdi. Zen memesini oğlu doğduktan sonra hiç kimseye el sürdürtmemişti. Sadece Bay (K) isterse dokunabilirdi. Neden, sadece Bay (K) dokunabilir? Sorusuna çünkü o bir savaş kahramanı ve atları isterse yaratır! Demişti. Hepimiz şaşırmıştık! Zaten kocası da ona Amazonum diye hitap ederdi. Sanıyorum kocası atları çok sevdiği için Nez’i Amazon diye çağırırdı. Mitlerin ve gerçekte birlikte oldukları Amazon kadınların dünyasına dalmışken annesinin sesiyle tekrar irkildi. Annesi “Seni düşündüğü için, kendilerini düşünemeyenlerden hayatın boyunca korkmalısın? Severken; bilinçli olarak sevilmemekten korktuğumuzu, ama aslında genellikle bilinçsiz olarak sevmekten korktuğumuzu anlarız! Sen Bay (K)’ yı düşünürken kendini hiç düşünmüyorsun? Gözün başka bir şey görmüyor? Bay (K) Bunun için seni çok merak ediyor. Senin kendini koruyamayacağını düşünerek uzaktan uzağa seni koruyor! Yazarında dediği gibi sevdiklerimiz yanımızda olmadan da sevmeyi öğrenmeliydik. Bunun için önce birbiriniz hakkında bilgilenmelisiniz! Senden, ailemizden ve Amazonlardan artık bahsetmek zamanı geldi. Bay (K) Seni tanıdıkça sende onu tanıdıkça asıl sevgi o zaman oluşacak! Bu birliktelikten kim bilir ne kitaplar doğacak! Bay (K) aile birliğini korumayan kadınların hikayelerini ne yazmak nede yazdırmak ister. O hep kadınlar farkında olmadan aile birliğini korurları savunur. Ben doğduğundan kendi ölümüme kadar geçen sürede hep ailemizi korudum. Sana da bunu öğrettim. Bundan sonrası senin elinde! Sevdiklerini yakınında olmadan da sevebilirsen sevmeyi sende öğrendin demektir! Dinle seni anlatayım sana! İlk doğduğun gün geldi aklıma! Seni Sivas’ta yanımızdaki ahşap evde oturan Şeyh İsmail Efendi’nin ikinci karısı doğurttu. Şeyhin karısı o geceki çok önemli olan ayine sırf senin için katılmamıştı. Şeyhe göre senin doğumun çok önemli idi. Ailede doğan tüm kızlara şeyh ad koyuyor genelde aynı adı veriyordu. İçimden senin adını farklı koyacak! Belki de ailedeki diğer kızların adının ilk harfi ile başlayacak senin adın amma! Farklı isim olacak bu! Bu isim inşallah Nez olur diye düşünürken, kundağını sarıp sarmaladım adının konması için şeyhlerin evine gittim. Şeyhin huzuruna seni karısı götürdü. Şeyh kulağına benim düşündüğüm ismi koymuştu. Bundan çok emin idim. Çünkü rüyamda sen şeyhi aradın, peşinden koştun, şeyh arkasını dönüp sana yüz kuruş verdi’ Nez bu senin manevi alemdeki simgen bunu hiç yanından ayırma bu sikkenin peşinden git demişti.. Ama o yüz kuruş değil Phokaia Sikkesi idi. Ömür boyu bu sikke yanında kalmalıydı! Phokaia İzmir’in Foça ilçesinin antik çağda ve Bizans dönemindeki adı olup, Yunan ve Arkaik dönemin önemli merkezlerinden biriydi. Arkaik dönemden başlayarak üzerinde şehrin sembolü fok balıklarının kabartmasının da basıldığı saf altın ve gümüşten oluşan bu sikkeler Artemis tapınağının altından çıkarılıyordu. Kazılarda tüf taşından (Foça taşı) yapılmış büyük at heykelleri heykeltıraşlığında ilk öncüleri olduklarını gösteriyordu. Mitolojideki bu esrarın peşinden gitmeni söyleyen şeyhin sözleri bir işaretti. Bu işaretlerin anlamı ne? Onu da sen bulursun belki diye düşünürken, birden şeyhin karısının sesi ile irkildim. Karısı ” Bu kız güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağı ile bir gün, bir öğleden sonra bize gelecek adı Nez! Sana benziyor bu tıpkı sensin! Bu ana varlığın yeniden gizlenip, parça varlıkta yeniden meydana çıkması. Bu bütün varlıkların ana varlık olduğunun gizi! Diyerek kundağını bana uzattı. Bu sözler bana bir gün bir oğlum olacak adını da Barış koyacağım anne! Dediğin günü aklıma getirdi. Eskilere götürdü! Bankaya yeni girmiş, hemen akabinde nişanlanıp, evlendiğin gün gözümün önüne geldi. Mutlaka faytona bineceğim, düğün salonuna gelmeden şehir turu yapacağınızı söylemiştin de fayton bulamamıştık! O gün. Turuncu renkli Murat yüz yirmi dörtlerin, şehrin henüz tenha yollarında fink atarak, nereye olursa olsun iki buçuk liraya yolcu taşımağa başladığı günlerde faytonlara ölüm fermanı imzalanmıştı. Yıllardır şehrin muhtelif semtlerinde pazarlık yöntemiyle müşteri götüren ve her pazarlıkta arpa fiyatlarının, nalbant ücretlerinin arttığından yakınan faytoncuların bu rekabete dayanabilmesi mümkün değildi. Sivas’ta beygir gücü ile motor kuvveti ilk defa 1970 yılının sonbahar ayında karşılaşmışlar, kapışmışlardı. Faytoncular tıpkı baban gibi mahvolmuşlardı. Canlı hayvan tüccarlığının yerini, araba alım-satım işi almış, köylülere at, öküz, inek satmak! Tarihe karışmış! Yerini teknolojik araba ve aletlere bırakmış! Köylüde traktörüne kavuşmuştu. Babanın bu beygir güçlerini alıp satmaya sermayesi yetmemiş işte o günlerde de hastalığı başlamıştı. Akciğer kanseri olmuştu. Doğduğundan beri at üstünden inmeyen sözüm ona bol hava almaya bağlı olan, içki nedir ağzına koymayanlar bu amansız hastalığa yakalanmazlardı. Doktor hastalığın nedenlerini başka şeylere yorsa da! Bilmiyordu ki teknolojideki bu değişikliklere babanın iç organları savaş açmıştı. Bunlarla boğuşmak için banka, banka dolaşıp kredi alan baban iç organlarını ve seni bankacılara teslim etmişti! Hatta senin Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü kazanmanı umursamamış yine o çok sevdiği bankanın müdürüne senin işe hemen başlayabileceğini söylemiş apar topar seni bankaya götürmüş, gittiğin günde hemen işe başlamıştın. Babanın kredilerine uygulanan faize bir türlü aklın yatmamıştı. Anaparanın haricinde hayali olarak hesap edilen faizler anapara gibi oluyor katlamalı olarak ta bu faizin de faizi oluyor anaparanın da ilavesiyle borç üstüne borç ilave ediliyor baba demiştin. Kredici olmalısın bu mesleğin en iyi bölümü bu diyen babana inat sen Kambiyo bölümünü seçmiştin. Senin müşterilerin mutlu insanlar olmalıydı. İthalat, İhracat, Dış Ticaret, Serbest Pazar Ekonomisinin tüccarları! Özallı Yıllar! Her köşede binlerce zengin tüccarlar! Ama ben artık biliyordum ki! Bankalar babanın akciğerini istiyorlardı. Faiz üstüne faiz ekleyerek oluşturulan bu borç evimizin yarısının satılmasına neden oldu. Evimizin bu yarısı çok önemliydi çünkü burada ahırlar vardı. Ahırların ve odalıkların yıkılmasından sonra baban da yıkılmıştı! Koskocaman bahçe içindeki evimiz küçücük bir bahçeye yerleştirilmiş minyatür bir konak şekline bürünmüştü. Ahırdaki atları yok pahasına satan baban işte o gece terleyerek başlayan bu amansız hastalığa yenik düşmüştü. Kredi zade olmuştu. Ondan beri tüm hastalıkların servet kayıplarıyla yaşanan aşırı üzüntüden geldiğine inanırım! Sen 1976 yılında evlendin gelin araban Murat 124 idi. Şoför koltuğunda bisiklet sürmeğe alıştırılmış bir köpeğin iç burkucu hali ve tedirginliği gibi oturan faytoncuda şoför olmadığını gizliden gizliye fark ettiğimizin farkındaydı. Şoförün kızgınlık nöbetleri fazlalaşmıştı. Bindiği bu arabaya naletler yağdırıyor her şeyin serbest olduğu bu piyasada oda ithal araba alamadığının hırsını bizden çıkarıyordu. Bu kızgınlıkla henüz çiçeği burnunda arabasını ve içindeki çiçeği burnunda gelin ve damada aldırış etmeden öfkeyle Sivas’ın sokaklarında sürmeye çalışıyordu. Feleğe sitemler yağdırdığını ayaklarını fren mi önemli debriyaj mı önemli öğrenemedim gitti sözlerini sürdürürken ince fındık dalından yontulmuş kamçısıyla giden atlarını düşünürken sende babanın atlarını düşünmüş at başlı tanrıçayım! Çok iyi bir markayım! Ben demiştin o gün. Gerisini ben devam edeyim anne istersen dedim ve anlatmaya evlendiğim günkü yaptığım şehir turundan başladım. Faytonla Sivas çarşısından geçmek, hükümet meydanından dört yola kadar uzanan caddeye bakmak en gözde olanıydı. En çok sevdiğim yer, her sokağa çıkışta her genç kızın ve oğlanın gitmek istedikleri giyim, kuşam, markalarının yeri! En iyi marka ürünleri üzerinde taşıdıklarını sanan tüm kadın ve kızlarla dolu olan bu yerde aynı zamanda sevdikleri ilk kadını orada görmek isteyen delikanlılarla dolu olurdu. Buraya son bir kez göz atmak! Belki tanıdık birini görürüm diye o gün nasılda heyecanlanmıştım! Sevdiğim yoktu ama yinede her sokağa çıktığımda gitmek isterdim belki biri beni için, için sever de görmek ister diye. Mahkeme çarşısı; tamirci, hırdavatçı, bakkal, kasap, fırıncıların yeri. Kepçeli;Sanayi sitesi, eski arestaların yeri, tarihin ta kendisi olan Kongre Binası aynı zamanda okulum, Ordu evi önü İstasyon caddesinde gezmek, görülmek, aradığını görmek! Bu sokakta beni arayan var mı diye hep hayal ederdim! Hayal hırsızı ta o zamandan beri yakamı bırakmadı benim! O hayal hırsızı bende onun hayal tanrıçası idim. Eminim ki tüm sevdiklerim onun torbasında saklı. Yazdıklarımın çoğu da onun torbasından çaldıklarım zaten! Örtülü Pınar Mahallesi benim doğduğum, büyüdüğüm evlendiğim, evimin olduğu sokak. İşte şeyhin evinin yanındaki evde bizim. Taşlı Sokak adı. Hasanlı sokağını kavuşturan bir parselin orta yerinde, şeyhin evinden de bizim evden de direk o sokağa çıkılıyor, şeyhin evi de bizim evde iki katlı kocaman ahşap evler eskiden, yedi sınıflı ilkokul imiş bizim ev. Sonradan babam bahçeye ahırlar ve odalıklar yaptırmış. Bizim evde çam, akaysa, kuşburnu ağaçları ile hatmi çiçeği ve gül ağaçları varken şeyhin bahçesinde elma, kayısı, armut, erik ve leylak ağacı vardı. Leylak ağacı Şeyhefendi hazretlerinin odasının penceresine kadar uzanırdı. Leylak rengi çocukluğumdan beri gizlerin rengiydi o gün bu gün nerede leylak renkli bir ağaç, çiçek görsem arkasındaki gizi keşfetme yolculuğuna çıkardım. Ayin gecelerinde mis gibi kokan bu çiçeğin rengi gökyüzüne de yansır bahçemizi ve bizleri o mistik buğusuyla doldurur kalbimizde o gecelerde aşk ve sevgiyle çarpardı. Bende çocukluğumda raks nedir bilmezdim ama o gecelerde hemen koşarak ikinci kata çıkardım. İkinci katta büyük odalar vardı biz genellikle orada oturur ayin günlerinde şeyhin evini seyrederdik. Bende dönerek dans ederdim dönerken hiçbir şey duymuyorum derdim evdekilere ama hep bana gülerlerdi. Kulağımda duyduğum bu müziğin çok eski zamanlarda siren kayalıklarında çalınan müzik olduğunu bu müziğin sesine kapılan denizcilerin yollarını şaşırdıklarını bense aniden nilüfer çiçeğinin üzerinden sıçrayarak o denizcileri kurtardığımı söylerdim. Bu müziği zaten herkesin duyamayacağını anlatırdım. Bir türlü inanmazlardı hikayeme! Kahkahalarla gülerlerdi. Nasıl göründüğümü sorduklarında ’Kadın başlı at vücutluyum.’ Derdim. Bazı geceler şeyhin evinde ihvanlar toplanır, zikir ederlerdi. Babam zikre kendini o kadar vermiş olacaksın ki hiçbir sese kulak vermeyeceksin, başlangıçta olanlar zaten bunu yapamazlar! Bizim bile daha çok öğreneceğimiz şey var “ derdi. Zara‘dan yeni göç ettikten sonra doğmuşum ben 1956 yılının güz ayında. Hüzünlü bir bahar günü solan yapraklarla dolu bahçemizi temizlerken annemin sancısı tutmuş şeyhin evine zorla götürülmüştü. Annem anlatırdı;”Zara on dokuzuncu yüzyılın başların da Koçgiri adıyla Sivas sancağına bağlı nahiye, daha sonra kaza olmuştu. Koçgiri ismi Horasandan gelerek önce dersime bir süre sonra ilçeye yerleşen Koçgiri Aşiretinin adından gelmekteydi. M.Şerif Fırat”Doğu illeri ve Varto Tarihi ” adlı eserinde Koçgiri aşiretiyle ilgili şöyle bir tespitte bulunmaktaydı. Koçgiri ve sekiz aşiretin Horasandan gelip Dersime yerleştiklerini, Alaaddin Keykubat tarafından Derviş Beyaz adlı bir alevi babasına verilen tarihi bir secere ispat etmektedir.(S40)sultan Alaaddin yine o dönemde Şahmensur’a verdiği ayrı bir seceredede on iki Türk aşiretinin adları yazılıdır. Bunlar arasında, Koçgiri ve İzol Aşiretinin Hermetli aşiretiyle aynı boydan olduğu belirtilmiştir. Bu aşiretin beyleri 1540 tarihinde ikinci İran Seferi sırasında Kanuni ile karşılaşmış bu karşılaşma sırasında padişah aşiret beylerinin isteği üzerine Zara’ya yerleşmesine müsaade etmiştir. Koçgiri adı Osmanlılar döneminde idari bakımından ilçe topraklarının tümünü kapsamakla birlikte kaza merkezi yine Zara olarak kalmıştır. İlkçağ ve Bizans döneminde Zara-Hititler’in yerleşim bölgelerinden de biridir. Zara konum itibariyle Anadolu’yu Mezapotamya’ya bağlayan yollar kavşağındadır. Bu tarihin izinden hareketle Mezopotamya uygarlığın beşiğidir! Amazonlar diye kendimizi adlandırdığımız bu on altı kadının en önemli görevi tarihi araştırmak! Avrupa uygarlığının beşiği; gerçekten Anadolu uygarlığımı? Yoksa! Yunan Yarımadası mı! Bu en önem verdikleri araştırma! Biz gerçi Zara’ya Erzurum’dan göç etmişiz! Asıl bunu da araştırmalısınız diyen annesinin sesine kulak kabarttı.’ Doksan üç harbi göçmenleriyiz biz! Bizim günümüzde kadınların bilgili olmaları istenmemiştir. Havva’nın bilgiyi açığa çıkaran elmadan aldığı ısırık, kadınların sonsuza kadar ödemekle yükümlü oldukları bir kefaretti’. Bu günde o dediğin hala geçerli anne. Toplantılarımızda biz on altı kadına; Cadılar, Amazonlar, Tanrıçalar, diyorlar! Bazıları da bizi Katolik Engizisyonu gibi yargılıyorlar. Cadı, amazon, tanrıça dedikleri bu kadınların çoğu doğa aşığı, bitki toplayıcısı, hepsi hoca, çoğu akademisyen, sosyologcu, siyasetçi, yazar, milletvekili, bankacı, ev hanımı, modacı, avukat, mühendis, doktor, iş kadını hatta hayat kadını bile var. Senin dediğin gibi doğal hayata şüpheli şekilde uyum sağlayan kadınlar bunlar. Bunların hepsi erkekle dişi arasındaki dengeyi vurguluyorlar. Hepsi insan ruhunun erkek ve dişi unsurlar bir arada olmadan aydınlanmayacağına inanıyorlar. ”Derken içeriden ‘Pitanem! (mitolojide amazon kadın) Amozonum! Yaptığım vitray tablosu bitti’ diyen eşinin sesi bir kez daha yükseldi. Kulak kabarttı.’ Son parça camı yapıştırıyorum. Benim vitray sanatımdaki cam parçacıkları, senin aklının pencereleri gibi parça, parça olmuşlar! Artık resim yapmalıyım! At resmi! Üst tarafında senin resmin, alt tarafı yağız, şaha kalkmış bir at! Yalnız senin gözünle yapmalıyım atı, babanın atı gibi! Siren yaratıkları gibi! Aklındaki at resimlerinin renkleri, gölgeleri gözlerini cümbüşletmiş, saçların lüle, lüle, elinde beş yapraklı gül, ayakların şaha kalmış, ayak bileklerin cam sırçası gibi ince! Seni öyle çizmek istiyorum. Ayaklarından anlaşılıyor senin kederli mi? Sevinçli mi? Olduğun bir gör! Resmedeyim de! Önce Osmanlı minyatürcüleri gibi gözü kapalı ezbere çizmeliyim! Atımı! İçindeki kendi sesinin ürperişlerini de duydu, ateş dalgası bastı her yanını Amazonunu düşünürken hep olurdu bu! Yürüdü tuvalinin başına geçti. Amazonuyla sevişiyormuş gibi tuvaliyle sevişmeye başladı. İç geçirdi. Hem sevişiyor hem de içinden konuşuyordu. ” Müzikte melodiyi öldüren, şiirde anlamı kaldıran, resimde çizgiyi çizemeyenlerden olmamalıyım!’ Demişti ünlü biri. İnsanın kendisini üstün bir şey sanmasına yol açan sahte unvanları yok sayıp! Yaptığımız işlerle var olmalıydık! Gelecekte ne yapacağım? Diye düşünmek yaşanan zamanı boşlaştırıyordu. Resim duyularımız tarafından verilen nesnel gerçeği ifade eden bir uğraştı. Bakalım! Nasıl bir tablo ortaya çıkaracağım diyerek fırçasını, tuvalin üzerinde hareket ettirdi. Yalnızdı! Etraf kalabalıktı. Toplumcu bir ahlak düzeni kurmadan eski düzeni kişisel hayatında yıkmaya çalışan erkek ve kadınlarla dolu idi her yer! Yaşamlarının sonuna doğru hatta yaşlanmaya yaklaşırken kurduğu evlilik dışı ilişkileri sonuna kadar sürdürerek, kendilerinin sürekli olarak değişmesine yol açan toplum dışı bunalımlı bir yaşantı içinde bocalıyorlardı. Böylelikle kendilerini ve bizi kandırdıklarını sanıyorlardı. Kayıtlı zamanın son hecesine kadar insanları aldatıyor, yaşamlarını anlatan ifadelerinden duruma göre ayak uydurdukları belli oluyor, bir söyledikleri diğerini tutmuyordu. Gözlerinde, ellerinde, dillerinde masum çiçek gibi görün! Ve anlat var idi. Kendisi öylemiydi? Yaşayabilmek için çalışarak geçirdiği yirmi beş yılın sonunda özgürlük olarak arta kalan zamanı onu o kadar çok kaygılandırıyordu ki ondan kurtulmak için denemedik şey bırakmadı. Kendimizi teskin etmemizin tutsağı olduğumuz duvarlarını renkli biçimlere ve aydınlık görüntülere boyayan düşsel bir boyun eğmeyle sürdürdüğüm fırça darbelerini vurarak inletiyorum tuvalimi! Sanki fırça kendi içime dalıyor ve içimdeki dünyayı dışarıya resmediyordu. Sevgi ve karanlık bir arzu ile yaptığım hareketimde duyularım bulanıklaşıyor, ben düşlerin arasında dünyaya gülümsemeye devam ediyorum. Dünyadaki tüm sınırlanmışlıklara rağmen, yüreğimde özgürlüğün tatlı duygusunu taşıyor, istediğim zaman tuvalin dünyasından çıkacağımı biliyordum. Kadınım ise; Büyük yazarların güzel sözleriyle mest olup içten içe tekrarlamaktansa kendi gönlünde yükselen ışıktaki kelimeleri keşfedip o ışığı güçlendirmeyi isterdi. Diğer yazarlar gibi sırf kendine ait düşünceleri düşlemek isterdi. Düşüncelerine yol verme konusunda ısrarlı idi. Küçümseyip yol vermediği düşünceleri süslenmiş, püslenmiş bir başkasının parlaklıklarıyla o büyüklerin eserlerine çoğu zaman kurulmuş olurdu ya da o mu allayıp pullamıştı! Bilinmez! Tıpkı büyük yazarların dediği gibi ne olduğumuzu değil! Ne olabileceğimizi? İfade etmeliyiz demişlerdi. Bir gün oda mucizeler diyarına ulaşır düşünmesi imkansız olanı yazmayı başarırdı kim bilir! Nafile olmayan yeni bir dünyaya açılabilir! Belki de para bile kazanabilir! Diye hayal etti. Çevremizdeki zenginlerin yarattıkların dan ya da ticari hayattaki başarıları yüzünden para kazanmaya devam eden kişiler olmadığını çok iyi biliyorduk. 1980 ve daha öncesi bir fırsatı devlet ve bürokrasi rüşveti ile iyi değerlendiren, zengin olan ve bu zenginliğini gizleyenlerle dolu idi. İşte amazonlar bunları biliyor ve araştırıyorlardı. Zenginliklerin arkasında sanatsal bir faaliyet olmadığı için bu kişilerin resimle, müzikle, yazmak, okumak gibi şeylerle ilgileri yoktu. Onlar ve biz eski tarihimizin kültürünü, düşünce tarihini, modern Türkiye’nin doğuşunu, kapatılan yakılan eserleri, unutulmuşları, gelecekte beklenilen Avrupa kültürüne uyum için neler yaptık, neler yapmamalıyız? ı arıyorduk hepimiz! Onların umurunda değildi bunlar. Çünkü bunların pek çoğunun servetinin arkasında kendi bilgi, yaratıcılık ve çalışkanlıklarından çok unutmak istedikleri fakat bir türlü unutamadıkları üç kağıtçılıklarını hatırlamak istemedikleri yatıyordu. Uzaktan hayranlık verici manzara olarak görülen şey nasıl ki tuvale yaklaşınca renk karmaşası gibi gözüken boya döküntüleri gibi görünüyorsa. Onların tüm bu zenginlikleri büyük şehirlerin güzel manzara görüntüleri gibiydi. Tıpkı büyük şehirde yaşadığımız halde yoksul bir taşra şehrinde yaşadığımızı hissetmek gibi diyen yazarlar gibiydi onlar. Uzaktan bizim eve bakanlar görüntünün dışında farklı bir şey söyleyemezlerdi. Kadında, kocası da tıpkı yazarların dediği gibi bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle ve çizgilerle yeni alemler kuran insanlar gibiydiler derler. Yalan değildi bu? Resimde çizgilerin dünyası değimiydi? Önemli olan inat edip sabırla, mutlulukla araştırmak, bulmak, çizip yazmaktı. Tutku ile aynı atı yıllarca çizen nakkaşlar gibi bir sabır ver diye dudaklarını açıp kapattı. Oda karısı gibi esinle dolarak resmine devam etti. Onları orada öylece mesut bir şekilde bırakan Bay (K) bilgisayarının başında başka bir kadının hikayesini okumak için kutucuklardan birini işaretledi. Bay (K)’nın okuduğu Motifler adlı öyküde buluşmak üzere. Sevgilerimle.
Nezihe ALTUĞ
12.11.2009
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.