- 1008 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İKİNCİ KARŞILAŞMA
Almanya’nın küçük ve şirin bir köyünde Özürlüler için kurulmuş bir Yaşam Merkezi. Ben burada Alman Dostlarım için Tedavici olarak çalışıyorum. Onlar beni yıllar boyu desteklediler. Son yıllarda çıkan ve de ardı-arkası kesilmeyen Sağlık Reformları yüzünden Tedavi Adedi azalınca, dört kişilik küçük Ailemi geçindiremek için ek iş olarak Stuttgartta, hafta sonları çalışmak zorunda kaldım. Tren ile bu yolculuk iki saat sürer. Bende ekseri uyurum bu yolculukta.
2005 Yılının soğuk bir Kasım sabahı. Tren, yaylardan çıkan acıklı iniltilerle Osterburken İstasyonunda durunca, uyandım. Peronda ite-kaka, sabırsızlıkla binmeyi bekliyen Yolcuları seyrediyorum.
"- Erken binen sanki Madalya alacak." diye İnsanoğlunun anlaşılmaz bir Yaratık olduğunu düşünüyorum.
"- Kazanacağı yerde yitiriyor Zamanı, aptal aceleciliği ile." diyorum, kendi-kendime.
"- Yavaşlasa, ya da durmayı bir bilse dahada uzayacak Yaşamı, Kaplumbağalar gibi." diye irdeliyorum tüm bilgiçliğimle bu Kukla Oyununu. Sizin anlıyacağınız; Pencere önündeki sıcacık Koltuğuma oturmuş Çocuklar gibi eğleniyorum. Bu keyfim;
"- Kapının önünü boşaltalım lütfen!" diyen bir gür Sesi duyana kadar sürdü. Gözlerim, bu yabancı şiveli Sesi aradı. Peron’da Seyyar Büfe Arabası’nın yanında sakince duran bir Gençle Göz-göze gelince irkildim.
"- İnenlere Yol verelim, lütfen! " diyerek beni Başı ile dosthane selamlıyan Genç, Akaş olamazdı. O, bakışını benden ayırmadan gülümseyerek tekrar Selam verince, bu Israra dayanamayıp, başımı hafifce öne eğerek Selamını şüpheli bir gülümseme ile aldım. Onun ise Gözleri gülüyordu.
Ben bu Bakışı uzun Yıllar boyu Beynimin en derin kıvrımlarına gömmüş, unutmaya başarmıştım. Bu Ses ile tüm unutulanlar canlanmıştı birdenbire. Ben, 20 Yıl önce Berlin Ada Müzesi’nde "Bergamalı Zeus Tapınağı" Merdivenlerinde onun ile ilk karşılaştığımda,o 60-70 yaşlarında ak Sakallı bir İhtiyar idi. Bu 30-40 yaşındaki Mermerden kusursuz bir antik Heykel gibi, keskin yüz hatları ile kendinden emin, Seyyar Büfe Arabasının yanında heybetle duran Trenin Üniformalı Genç Garsonu, Akaş olamazdı. Bundan emindim.
"- Bir benzerlik olabilir." diye dikkatimi Perondan ayırıp, içe dönük huzursuz Gözlerimi Gazeteme çevirdim. Bir Kelime dahi okuyamıyordum. Belleğimi kemiren anlatılmaz bir Kuşku girmişti içime. Aklım hep onda idi. Tren hareket etmiş, Yolcular kompartımana girmiş, telaşla yer arayıp, yerleşirken Hoperlördeki:
"-İyi yolculuklar..." Dileği ile başlayan Kontrolun sesi, durulacak İstasyonları saydıktan sonra, vedalaşmadan önce;
"- 10 dakika geciktiğimiz için özür dileriz." diye, nazikce yolcuların Kusurunu üstlenerek "tık" diye Mikrofonu kapattı. Kısa bir ara’dan sonra Hoperlör yine yeni bir "tık" ile açılınca;
"-Sayın Yolcularımız..." diye başlayan ve Arabasındaki Yiyecek-İçecekleri Uygun Fiatları ile "Şiirini yeni ezberlemiş bir İlk Okul Öğrencisi acemiliği ile" kesik-kesik sıralayan bu Yabancı Şiveli Sesi tekrar duyunca içimde anlaşılmayacak garip bir korku girdi.
"- Çay, kahve, sandeviç..."
Onun yaklaşan gür Sesini, başımı Gazetemden ayırmadan duyuyordum. Gittikçe yükselen Şişe Şıngırtıları, Seyyar Büfenin Komparımanımıza yaklaştığını belirliyordu. Otamatik Kapının açılarak, Seyyar Büfenin hizama kadar gelip durduğunu hissettim.
"-Merhaba Ressam !" O, iri Dudakları ile gülümsüyor ve diri dosthane Gözleri ile selamlıyordu beni. Emin olmak için, usulca;
"-Merhaba Akaş " diyebildim. İsmini unutmadığımdan gururlu;
"-Ya evren küçük,yada biz büyüğüz Üstad.? " dedi, güldük.
"- Şimdi tanıdınmı beni?"
"- Akazias Thedorakis?"
"- Aferin!"
"- Kısacası Akaş."
"- Mükemmel! Çay? Kahve?"
"- Hayır, Teşekkür ederim." Cevabımı anlamamazlıktan gelerek, beyaz Plastik Bardağa Kahve dökmüştü bile.
"- Süt? Şeker?" Nezaketten vazgeçerek;
"-Sade olsun " diyerek uzatılan Kahveyi aldım. Kendine de bir kahve doldurarak karşımaki boş Koltuğa
oturdu. Bir müddet Kahvemizi yudumlayıp, sustuk. İlk sesizliği bozan ben oldum. Ondan Özür diler gibi.;
"- Maalesef, 20 yıldır Resim yapmıyorum... "
"-Biliyorum. Özürlüler için, Meşguliyet ile Tedavi Uzmanı olmuşsun" diye sözümü kesti.
Birdenbire, Raylarda çırpınan Tekerleklerin acıklı Feryatları, yerini Kulaklarımda bir uğultuya terkederek, kayboldular. Komparımanda " Çıt " kalmamıştı. İkimizden başka kimse yoktu sanki. Yan Koltuktaki Yolcular, Akvaryumdaki Balıklar gibi;
"- Blup-Blup" diye, Ağızlarını sessiz Kelimelerle oynatıyorlardı ama, ben sadece Soluklarının Hırıltılarını duyabiliyordum. Şaşkınlığımı fark edince;
"- Meraklanma. Onların bizimle ilgileneceklerini sanmıyorum"
"- Hayda ! Al sana bir Gariplik daha! Tedavici olduğumu nereden bilebilir ki?" diye düşünürken;
"- Olanları Unutmak kolay değil, değilmi?" Kocaman Başını hafifçe sağa-sola sallıyarak bu Zor’u kendisi tasdik etti
"-Ben unutmadım ki"
"-Onlarda seni unutmadılar" Onlar’ın kim olduğunu bildiğim için, sormadım. Karşımda Yargıç Cüssesi ile oturan Akaş’ın hükmünü beklemeye başladım.
"-Sana çok önemli bir Görev verdiler, Üstad!" Bu sefer başını, aynı eda ile öne-geri sallamıştı. Bu, verilen Görevin ne denli Çetin olduğunu belirtiyordu. Karşımda o, bu sallantıların Namesiyle, Keyif ile yudumluyordu Kahvesini.
Kompartımana Kontrol gelmiş, yan Koltuktaki Balıkların biletlerini kontrol ediyordu. Birkaç El-Ağız işareti ile sorgu tamamlandıktan sonra sıra bana gelmişti. Sessiz Soruyu hemen anlayıp, çabucak Biletimi verdim. Kontrol ettikten sonra, geri verirken birşeyler guruldadı. Benim;
"-Teşekkür ederim" Mırıltımı dikkate bile almadan, çekti-gitti. Akvaryumdaki Balıklardan birimiydim acaba? Akaş’a dönüp, telaşla;
"- N’oluyor burada?" diye bağırmışım. Sesimin yüksekliğinden kendim bile irkildim.
"- Şşşşt. Sakin ol!"
"- Neden ben?" diye sesizce tekrarlayınca;
"- Onları ilk gören sen olduğun için"
"- Olamaz!"
"- Dur, itirazdan önce dinle hele" Sözün burasında birazcık durdu. Kelimeleri özenle seçip, üzerlerine tek-tek basarak;
"- Görünmiyeni çizen, yazmasını da bilir dediler.
"- Ben Yazar değilimki?"
"- Biliyorum"
"- Ayrıca yazılacak bir şey de görmedim."
"- Görmek ile Bakmak iki ayrı şeydir, Üstadım." Hiçbirşey anlıyamıyordum, söylediklerinden. 20 Yıl öncesi gibi "Tılsımlı" konuşuyordu. Geçiştirmek için;
"- Borcum?" diye Cüzdanıma yönelince
"- Misafirimsin. Kahveler Müesseseden" diye şaka yaparak,ayağa kalktı.
"- Sen borcunu başka türlü ödeyeceksin " Konuyu değiştirmek imkansızdı.
"- Ne zaman? diye de soramadım. İlgiyi daha da arttırmak için, sırtını bana dönüp Seyyar Arabasında birşeyler aradı, yada düzeltti. Tekrar bana döndüğünde;
"- İnan ki bir daha Karşılaştığımıza çok sevindim." Vedalaşmak için bana uzattığı El, sımsıcaktı. Sanki, Elim. Bu Kundağın içinde 20 yıllık Yolu zahmetsiz sallantılarla geri tepiyordu. Sıktım;
"- Bende" Elim, hala elinin içinde çırpınıyordu.
"- Tekrar görüşmek Umudu ile, Hoşça kal." diye fısıldayarak elimi bıraktı.
iki hüzün dolu Göz "Çay. Kahve, Sandeviç..." Sözleri ile gittikçe uzaklaşarak, kayboldu.
Kulağıma birdenbire dolan yolcuların gürültülü sesleri ile uyanmışım. Rüya da olsa, Akaş’ı yeniden görmüş, onun dostane sesini bir kere daha duymuştum. Şimdi ne o vardı karşımda nede Kahve bardağı. Bu mutluluğum; karşımdaki Koltukta duran Kağıt Tomarını farkedene kadar sürdü"
"- Uyur iken bir Yolcu unutmuştur" diye düşünürken, bakışlarım en üstteki "Ana Tanrıça Hera" nın Karakalem Resmine takılınca, bu Kağıt Tomarın Akaş’a ait olduğunu hemen anladım. Ben bu karakalem Portreyi 20 yıl önce Zeus Tapınağında ona hediye ettiğimde;
"- Ana Tanrıça Hera, sen bu kadar güzel olamazsın" diyen gür sesi tekrar kulaklarımda yankılandı.
Demek ki, gördüklerim Rüya değildi. Akaş’ı bulmam gerekti. Tomarı alıp, onun gittiği İstikamete doğru giderek, aradım. Kompartımanlar bitti. O yoktu. Kendimi, bir "Kara Küp" ün içinde, Kapana sıkışmış gibi hissettim. Başım dönüyor, Ayaklarım debelenen Bedenimi taşıyamıyacak gibi, yalpa’lanıyordu. Yıkılmamak için, dönüp, Trenin gidiş istikametine doğru yönelince, herşey değişti. Karamsarlığım pare-pare mutluluğa dönüşmeye başladı. Trenin başındaki yük Vagonuna kadar geldiğimde, hiçbir Sıkıntım kalmamıştı. Hatta neşeliydim bile. Kontrolün;
"- Buraya sadece Görevliler girebilir" İkazı ile durmak zorunda kaldım.
"- Seyyar Büfe Garsonunu arıyorumda"
"- Burada yok. Trenin sonuna doğru gitmiştir"
"- Orada da yok"
"- Ara İstasyonda inmiş olabilir. Onu niçin arıyorsun?"
"- Paranın üstünü fazla vermiş de". Diye bir Yalan çıkıvermişti Dilimin ucundan. Ya şimdi bana;
"- Ver o Parayı. Ben ona veririm" der ise diye düşünürken;
"- Biz Emanet Para alamayız " diye kestirip, attı.
"- Stuttgart’ta Servis Bürosuna götür, ver. Gar’ın Bodrum katındadır" diye de ekledi.
Tren Stuttgart Garına girmiş, ben Kağıt Tomarını Çantama koyup, geç kalmamak için; "- Akşama gelir, veririm" Düşüncesiyle, Muayenehanemin Yolunu tutmuştum. O gün "Çalışmak" çok zor bir Uğraş oldu, benim için. Aklım Akaş’ta, söylediklerinde ve Çantamdaki Kağıt Tomar’ında idi. "Neyi?-Nasıl?-Niçin?" Üçlüsündeki Bilinmeyeni çözmeye çalışıyordum. Akşamliyin, yorgun-argın Leninger Caddesi 1 Numaradaki dört metrekerelik Çatı-Katı-Odam da kendimi Yatağa attığımda, Vucudum beni çoktan terk etmişti. Kağıt Tomarını Çantamdan çıkarıp yorgunluktan ağırlaşan Gözkapaklarımı zorla birbirinden ayırarak okumaya başladım. Sabaha doğru, bitirince, Akaş’a geri verilecek hiç bir şey kalmamıştı Elimde. Alta koyduğum her Sayfanın kaybolduğunu en son Sayfayı bitirince anladım.
Öğleye doğru uyandığımda. Beni, Halının üstünde yalnız başına duran Ana Tanrıça Hera’nın Portresi selamladı. Kağıt Tomarından ise hiçbir İz yoktu etrafta. Küçük ve acele bir Kahvaltı yaptıktan sonra Ana Tren Garındaki "Seyyar Büfe Firması" na gidip, Akaşı bulmam gerekti.
Ökçe’si Kurşun gibi ağır Ayakkabılarımı giyerek, Paslı, gıcırdayan Ayak bileklerimin üzerinde, Yayları tersine kurulmuş Zemberek Dizlerimi harekete geçirdim. Bu yorgun Kemiklerimin üzerinde Gövdemi inatla Stuttgart ana Tren İstasyonu’na doğru itiyordum. Gövem, bu Leğenin içinde "Organ Çuvalı" gibi çökmüş, Kalçalarım ise Çanağına yapışık öte-beriye çalkalanarak güçlükle Yol alıyordu.
Garın yan Giriş Kapılarından birinin üstündeki Sarı, Metal Tabela’da Siyah Harflerle; "Seryyar Büfe Firması" yazılı idi. Bu Tabelanın altında ise "Gidiş İstikametleri Ok’larla hedeflendirilmiş" , duvara vidalı iki Plastik Levha vardı ; "Alım ve Nakliye 13. numaralı Perondaki Giriş Kapısında’dır" ve "Danışma, Bodrum Katındadır" yazılı.
Merdivenleri bir-bir indikçe hava da ışık gibi azalmaktaydı. En son Basamağın bitimini geniş ve uzun loş bir Koridor kesti. Sağda-solda istiflenmiş Karton Kutular, boş Metal servis arabaları, özenle ayıklanmış "Kağıt-Plastik ve Metal" Artıklarının Poşetleri ve üst-üste yığılmış Şişe Kasalarının eşliğinde bir büyük Meydana geldim. Karşımda, Kovboy Filimlerindeki "İki Kanatlı Bar Kapıları" gibi içe-dışa oynayarak açılan Büyük bir Kapı vardı. Beni görünce, otamatik olarak bana doğru açıldılar. Kapanmalarını bekledim.
"- İçeri girerken, beni, Sinek gibi "çıt" diye ezmek için mi bekliyorlardı ?" Küçükken, ustası olduğum bir "Ayak oyunu ile" kapıları aldatıp, hızla içeri süzüldüm. Kapılar Kıç’ıma Yel verip, Sırtımda kapandılar. Karşılaştığım ilk sevis arabasına Büro’nun yerini sordum. Tüm bakışlar Koridorun bitiminde duran küçük bir Adamı gösteriyordu. Bu minyatur Adam, "Satranç Taşı" gibi, Sırtında kavuşturduğu ellerini çözmeden bana doğru kayarak ilerledi.
"- Geleceğimi biliyormuydu acaba? Yok canım, nereden bilsin?" Alnının üzerine duran kara, kalın çerçeveli Gözlükleri ile beni selamladı. Beyaz Gömleği, Yeşil Gravatı ve Gri Cepkeni ile İdarecilerden biri olduğu ebelli idi.
"- Mutlaka, Cepken’inin Sırtı da Yeşil Saten’dendir?" Diye düşünürken, belirli bir Mesafede durdu. İnce-beyaz Çizgili, özenle ütülenmiş siyah Pantolonun Dizinin üstünde "Bombe" olduğuna göre, mutlaka "Masa-Başı-Memuru" idi. Diğer Hizmetli’lerin dar Pantolonlarında böyle "Dizlik" çıkıntıları yoktu. "Gergin" idiler.
"- Acaba, Akaş’ın Pantolonu Dizi’de gergin miydi?" diye düşünürken;
"- Buyurun. Size nasıl yardımcı olabilirim?"
"- Bir Elemanınızı arıyordum da"
"- Hoşgeldiniz" diye, Gömleğinin Kol-Yakası, Dirseğine kadar sıvalı kıllı, kalın Kolunu, arkasından alıp bana uzattı . Bu Kolda, Mamurlara özgü olan "İki ucu Lastikli, Dirseğe kadar giyilen Siyah-Saten-Boru-Kolluk" yoktu.
"- Kimi arıyorsunuz?" diyerek Elimi bıraktı.
"- Dünkü, 06.30 da Würzburg’dan gelen Trenin Seyyar Büfe Garsonunu arıyorum."
"- Niçin?" Bu Sefer kararlıydım kendimi ele vermemeye.
"- Benden, dün bir Hastahanenin Adresini istemişti de... Ben Tedaviciyim..." Kimliğimi göstermek için, elimi Pantolonumun arka Cebine götürünce;
"- Kimlik İstemez. Bekleyin lütfen" Aniden yandaki Büro’ya girip kaybolması ile yeniden dışarı çıkması bir oldu. Elinde de bir Liste vardı. Burnunun üstüne düşürdügü Gözlüklerin üzerinden bana bakarak;
"- Garsonumuz, Osterburken Tren istasyonunda inip, başka bir Trene aktarma yapmış."
"- İmkansız!" Sözünü kestiğim için mi, yoksa itiraz ettiğimdenmi, bilmem sorulu gözleri ile bana bakıyordu.
"- Niçin?"
"- O, Osterburken’de benim Trenime binmişti de."
"- Olamaz!" Bu sefer İtiraz ondan gelmişti. Memur, Listeyi tekrar kontrol ederken, ben yapa-yalnızdım. Gidenin-Gelenin, Binenin-İnenin belli olmadığı karmakarışık bir Dünyada yapa-yalnız! Listeyi bana uzatarak;
"- Sevis Garsonunun Adı, Albert."
"- Efendim?" duymamış gibi devam etti:
"- Osterburken Tren İstasyonunda inip, Heıdelberg Trenine aktarma yapmış. Başka arzunuz?" Yanıldığımı bildirerek, özür diledim. Nazikçe elini sıkarak, ayrıldım. Bu Loş’luktan nasıl çıkıp, Trene binip, evime döndüğümü hatırlamıyorum.
Üç ay daha geçti aradan. Ona Trende bir türlü rastlayamıyordum. Nihayet bir Hafta sonu rastladığımda, yine o muzip Gözleri ile gülerek bana bir kahve ikram etti. Kendine de bir tane doldurup, ilk seferki gibi karşıma oturdu.;
"- Beni aramışsın"
"- Evet, Unuttuğun Paketi geri verecaktim"
"- Peki, ver öyleyse" der gibi Kinayeli Bakışlarından, onun herşeyi bildiği anlaşılıyordu. Gülümseyerek;
"- Sende kalsın!" dedi ve sustu. Ben bu sessizliği bozarak;
"- Okudukça kayboldular" diyebildim. İkimizde güldük.
"- Var olan kaybolmaz"
"- Senin Trende kaybolduğun gibi"
"- Bak, ben buradayım işteİ"
"- Ya o Yazı Tomarı?"
"- O üç Kitap’mı?" diye, Çocuğuna İsim koyan Babanın gururu ile, soruma soru ile cevap vermişti. Kahvesinden son yudumu alıp, ayağa kalktı.
"- Kağıt, Şekil değiştirip, Düşünce oldu, Üstad! " Veda için Uzattığı Eli sıktım. Bakışlarında ayrılığın buruk hüznü vardı.
"- Sana emanet edildi" diyerek Elimi bıraktı.
"- Beni arama. Ben seni bulurum. Hoşça kal dostum" diyen sesinde bir gariplik vardı.
"- Çay, Kahve Sandeviç " sesleri ile, geçen seferki gibi kaybolup, gitti.
Stuttgart 2006
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.