- 1363 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AKAŞ
" - Tapınağımı çaldılar. Ettiler ağzına Bin-bir-Pınarlı Cennet İda’nın! Sığamıyorum Hiçbir Yere!"
dediğinde anlamamıştım seni.
Yıl 1984. Berlin sensiz. "Ada" Arkeoloji Müzesi’in Bergama’lı Zeus Tapınağı’ndayız.
Bunaltıcı bir Ağustos Sıcağı. Böyle bir sıcak Havaya birde Otomobilin Egsoz’u, Uçağın Kerozin’i ve Fabrikaların İs’i eklenirse, nefes bile alınamaz olur. Biz, "Su Böreği Dilimleri" gibi, eşit ve düzenli Kare’ler halinde birbirlerini Parelel kesen geniş Bulvarlarda Tur atıyoruz. Stuttgart Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünden üç Kişiyiz. 1 Haftalık Tatbiki İhtisasımız bitmek üzere. Tez’imizin konusu ise; Bergama’lı "Zeus Tapınağı". Bu Muhreşem Yapıtın Kabartmalarındaki Giysi-Takı ve Silahları inceleyeceğiz.
Benim buraya ilk gelişim. Hans ise çocukluğunun bir kısmını bu Şehirde geçirmiş. Babası Polis olarak Görevli iken 8 yıl bu Şehirde yaşamışlar. O Berlin’i "Dünyanın Başkenti" diye tanıtır. Her dört yanı Duvar olan bu Tutsak Kent, Ada Şehir, " Nasıl olurda, Hür ve Evrensel Dünyanın Başşehri olabilir? " II.nci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra, bir Alman’ın böyle iddalı konuşması "Irkçılığı Hortlarmak" gibi bir Şey olacağından, aldırmadım. Görkemli Binaları ve temiz-geniş Kaldırımlardaki düzgün sıralı, büyük Ağaçları seyredip, "Politika" yapmadan, Berlin’deki son iki Günümün tadını çıkarıyorum. Bu Hans’dan, bunlardan başka pek-çok-şey kalmamış Belleğimde. Ha, birde onun Yanardağ Krateri gibi Yüz-Sivilceleri ve Traş Parfümünün yağlı Kokusu!
Kız’ın Adı, Eva. O, bu İsimi, "Havva Ana’mızın İncil’de geçen Adı " olduğundan dolayı pek sevmez ve kendini "Efi" diye çağırmamızı isterdi. Sarışın, mavi Gözlü, Balık etinde tipik bir Alman Kızı. Erkek gibi kısa Saç Tuvaleti ve yuvarlak küçük güzel Yüzü ile, değil 23 Yaşında 16-18 Yaşlarında bile göstermezdi. Her Gün giydiği Po-po’su yırtık mavi-Jean Pantolonu ve Koltuk altları çok açık, Sütyensiz(!) kısa Kollu beyaz Bluz’u hala aklımda!.
Ne Zaman bu Müzenin Ana Kapısından Adımımı içeri atsam, Gurbetteki Bergama’lı Zeus Tapınağının İç Çekişini duyar gibi olurum. O da benim gibi burada Yurdundan uzak, Gurbette yaşıyor.
"- Olsun, Ada’da değil miyim. Hiç değilse dört Yanım Deniz!"
"- Ah, bir bilsen, Bergama’lı! Biz bu dört-yanı-Nehir olan Toprak Parçasına "Ada" dedi isek!" demek içimden geldi.
Vaktin bir Zamanında, Homer’in İlyada Destanında " Binbir Pınarlı Cennet İda" diye anılan bu Günkü Kaz Dağlarının Tepelerinden birinde, bir "Bergama’lı yaşarmış. Bu Cennet İda Dağları öyle sevecen, dik Yamaçları ve Geçitleri öyle tutkunmuş ki bu Tapınağa! Yem-yeşil Yaylalarından gelen Kır Çiçeği kokulu ılık Rüzgarını, Brgama’lıya ulaştırmak için adeta birbirleri ile Yarış ederlermiş, Yol Verip-Geçit olmaya! Koyun-Kuzuların doymak bilmediği semiz Çimenleri, Yağdanlık Zeytinlikler, Yapış-Reçine Çam Fıstığı Ağaçları, İncir, Üzüm... Daha ne diyeyim iki Gözüm! Bu Cennet İda, mavi ve berrak Göğe "Yumuşak ve Sevgi dolu Bombeleri ile" gömülü imiş bu Destanda. Bu Dağlardan fışkıran 1001 Pınardan da bu Günki Bakır Çayı doğmuş.
"- İşte Bergama’lım; Senin bir Zamanlar Ayaklarını yıkayan bu Bakır Çayı’nın Gümüş Yeşili, bir görse etrafındaki "Kahverengi-Gri Rengi; Başkaldırırdı bu Bulamaca "Su" olduğu için! Ege’nın ve Akdeniz’in türkis Mavisi, "Dört-bir-Yanını-saran Spree Nehri Kanalının" Kokusunu bir duysaydı; Kafa tutardı bu Ada’ya "Deniz" olduklarından! Ada da Ada’lığından utanırdı."
Tabi ki ben "Hiç-bir-şey" demedim. Ne de olsa;
"- Ada’da oturuyorum!" diye Mutlu idi, bizim Bergama’lı.
Bu Gün bile o Yörenin İnsanları, Destanları, Yayla-Tepe ve Pınarları, hepsi ama onların hepsi seni anar! Onlar bir görselerdi, burada böyle büyüdüğünü, mükemmelleştiğini. Bir anlasalardı Dilinden, "Ne dediğini" derlerdi ki;
"- Hiç değilse Bergama’lı Gurbette kendini geliştirmiş, mükemmelleştirmiş!"
Ben ise, Mezuniyet Sınavlarına girmek için bile Yurduma giremeyip Baba’mı sokmuştum İmtehanlara! O da Zavallı;
"- Çok utandım!" yazmıştı bir Mektubunda.
Hans, Arşiv’de, "Ortak Tez’imizin" Ek-Foto-Kopya’larını çekmekle meşgul. Efi ise Kütüphane’de son düzeltmeleri yapıyor. Ben de Bergama’lı Zeus Tapınağının bulunduğu Büyük Salondayım;
O
görkemden haberdar değilsen eğer,
girer-girmez
Büyük Salona,
bir buruk sancı okşar Yüzünü.
Bu,
kurumuş Mantar,
Yosun ve Tuz nemi karışımı
cevap;
"Mermerin Anadolu Hasreti" dir.
Şaşar kalırsın!
Köylümün
Kerpiç-Çamur sıvalı Duvarlarını aklatan,
yakılıp-öğütülüp Kireç olan Mermer,
yok olan Kollar, eller
ve de
Kuran’da;
"İnsan Oğluna Suret yaratmak Yasağına Kurban"
Yüzlerden traşlanmış Gülümseme, Hiddet, Acı,
Sözsüz Karikatürler,
Sessiz Şiirler
selamlar seni.
Oturmuşum Tapınağın ortasından yukarı tırmanan geniş ve serin Merdivenlerin birinin üstüne, dayamışım Sırtımı "İnsan Başlı, Yılan Gövdeli Ejderha" Kabarmasına;
"- Ey, İda’ya Aşık Kavgacı Yürek !
Bir türlü gömemedik seni!"
diye de, içimden bir Anadolu Türküsü mırıldanıp, karşımdaki dizi-dizi Tanrıların Kara-Kalem Resimlerini çiziyorum. Tez’de böyle bir Görev yok ama; Hans Münakaşadan kaçındığı, Efi’de beni böylece başından savdığı için, ikiside eksikliğimden memnun! İtiraz bile etmediler.
"- Sen bunların hepsini görebiliyormusun?"
Bu Yabancı, donuk Sesin nereden geldiğini anlamak için Başımı kaldırdım. Karşımda Mermer Kabartmalardan başka kimse yoktu. Onlarda, İnsan boyutlarını aşan Kusursuz Yontulmuş Vucutları ve meraklı Bakışları ile beni seyrediyorlardı. Katmerli, kat-be-kat Yankı’lı bu dolgun Sesin Sahibi hangisi olabilirdi acaba?
"- Olmayanı görmek güzel bir şey!" Yankı’nın Kabartmalardan değil, arkamdan geldiğini kavrayarak, Başımı çevirince; Omuzumun üstünden "Gözünü çizdiklerimden ayırmayan bir Heykelin" Heybetli Görüntüsü ile karşılaştım.
"- Bunları çizebilmen için, tanımış olmalısın, onları" Bu Mermer Cüsseli Adamın Yüz Hatları o kadar keskin, Göz Olukları o kadar derin, Yuvarlağı o kadar berraktı ki, bana Yıllar önce gördüğüm Tanıdık bir Yüz’ü anımsatıyordu.
"- Tanışıyormuyuz?
"- Bilmem? Onun Gözlerini dikkatle incelemeye başladım. Bu sonsuz Derinlikte boğulup-kaybolmamak için, bakışlarımı tekrar Resmime çevirmek zorunda kaldım, sustum. Elimdeki Resme bakınca da, Yabancının ne demek istediğini anlamıştım. Suskunluğum birdenbire Şaşkınlığa dönüştü. Panik içindeydim. Kabartmalardan Traşlanmış Tüm Yüz’ler, El’ler, Kol’lar ve Bacak’lar vardı benim Resimlerimde. Başımı kaldırıp Kabartmalara bakınca; onlar sevecen Maskelerini takmış, El-Kol ve Göz işaretleriyle beni Selamlıyorlardı.
"- Mutlaka karşılaşmış olmalısın onlarla!" Bu Sözün Eşliğinde Omuzuma konan Mermer gibi bir Elin ağırlığı ile kendime geldim. Tüm Cesaretimi toplatarak;
"- Hayır, Çizdiklerim sadece Buluntu"
"- Kaybolanı bulabilmen için paylaşmış olmalısın bu Hayatı onlarla" Omuzumdan çözüp Sırtımı sıvazladığı Elini bana uzatarak
"- Akazias Thedorakis" diye kendini tanıttı. Bu, bir Mermer parçası gibi Yüzümün önünde duran heybetli Eli sıkmak için ayağa kalkmak istediğimde de, o öbür Eli ile benim Omuzumu yere doğru bastırarak, Merdivenden kalkmamı önledi. Bu Kolun Kaldıracında, Yaşlılığına uymayan bir "Çekirge Çevikliği ile" arkamdan aniden sıçrayıp, önüme (oturduğum Merdivenin Uzantısına) çöküverdi. Kıvır-kıvır beyaz Saçları ile gülümsüyordu karşımda bu Dost Yüz. Alnı o kadar açık, düz ve dik idi ki, onun oylum-oylum uzun ak Sakallı Yüzünü bir "Çatı gibi" gölgeliyordu.
- Kısacası Akaş" dedi ve Elini tekrar bana uzattı.
"- Memnun oldum." diye bu Eli sıktım.Sım-sıcaktı.
"- Demekki Mermer değilmiş" diye düşünürken, bu Sıcaklık Dalgası en kısa Yoldan Kalbime ulaşarak bir Pompa Darbesi ile Beynime fışkırdı. Bu "Beklenmedik İşgal’e" Mantığımın direndiğini hissetim. Fantazilerim tüm Emir-Kontrol ve Hareket Noktalarını ele geçirmek üzere idiler. Bu Çatışmalar Kafa Tasımdaki Basıncı daha da arttırdı.Şakaklarım Zonkluyor, Kanım "Kaynıyan Çelişki Lavları" halinde Kalbime doğru geri dökülüyordu. Göz ve Kulaklarımın dışında tüm Kontrolu kaybetmiştim. "Son Mesajını veren, Batmak üzere olan bir Gemi Kaptanının Çaresizliği içinde" olanları sadece seyredebiliyordum.
Akaş’ın Giysileri Renksiz ve sade idi. Çıplak Ayaklarında Elişi-Kalın-Kösele Sandaletler vardı. Bu Antik Sandaletler, Ayak Bileklerine değin uzanan beyaz-dar bir Don’un üstüne Çapraz Deri-Bağcıklar ile Diz Kapaklarının altına kadar bağlı idiler.Yaban Yününden örülmüş Cepkeni ve Dizlerine kadar uzanan uzun beyaz Gömleği ile Heybetli bir Anadolu Çoban’ını andırıyordu.
"- Stutgart Üniversitesi Sanat Tarihi Öğrencisi..." dedi. Onun Müze’de görevli bir Memur olabileceğini düşünerek bu "Kehanetine" aldırmadım. Elim hala Elinde sallanıyordu.
"- Koca Yurt Anadolu’dan bir Dost!" diye Sözünü tamamlayıp, Elimi bıraktı. Şaşırmıştım. O bu İsmi nereden bilebilirdi? Şaşkınlığımı farketmiş olacak ki;
"- Lütfen, Çalışmanıza devam edin. Sizi İşinizden alı-koymak istemem." Söylemesi kolay! Ne Elimi çizmek için oynatabiliyordum, ne de Ağzımı açıp "Bir tek Kelime" söyleyebiliyordum. Dişlerim birbirine kenetlenmiş, Dudaklarım yapışmış ve Dilim Ağız Boşluğunda şişmişti. Son kalan kuvvetimle Başımı Salona çevirince, Ziyaretçilerden hiçbirinin bizimle ilgilenmediklerini farkettim. Göz Ucum ile Akaş’ı kollayarak, Rüya görüp-görmediğimi anlamak için Ayaklarımı bir-kaç-kere Yere vurmaya çalıştım.
"- Gerçek. Üstad’ım, Hepsi Gerçek! Binlerce Yıl önce bu Mermerleri oyan Heykeltraş’ların Keskileri gibi Keskin ve Gerçek!." Düşüncelerimi mi okuyordu ne? Vucudum Katılaşmaya başlamıştı. Kan yerine, bir başka Maddenin Damarlarımda dolaştığını hissettim;
"- Acaba, bende bu Heykellerden biri-mi-idim?" Akaş devamla;
"- Dağ, "Taş ve Kaya halinde iken" susar, oturur oturduğu Yerde." Bu Benzetme bana, Halikarnas Balıkçısı’nın "Gençlik Denizlerinde" Adlı Hikayesinden bir Cümleyi anımsattı; "Dağlar hiç Yerlerinden kıpırdamaz, Meretler!"
"- Ama bir Gün bu Taş-Kaya, Sanatçının Keskisine yada Kalemine bir değmesin! Dinle o Zaman ne söylediklerini, gör hele dediklerini!" Elinde, Çizdiğim Resimlerimden biri vardı.
"- Eminim, onlarda seni görüyorlardır" diyerek Başını salladı. Adeta Resim ile konuşuyordu.
"- Ana Tanrıça Hera!. Sen bu kadar güzel olamazsın!" deyince, Zeus’un ve Kıskanç Hera’nın Yüz Hatları birdenbire değişti. Hera, Zeus’u Eteğinden sım-sıkı tutmasa idi, o çoktan Salona sıçramıştı. Tapınakta bir Başkaldırı Rüzgarı esmeye başladı. Kabartmalardaki Huzursuz Kıpırtılar, Çakıl Taşlarının birbirine vururken çıkardıkları "Şakırtılar" halinde birdenbire Salona dökülüverdi.Kabartmalar, Mermer Ayakkabıları ile Zemini dövüyorlardı. 3 Tanrı Pano’larından sıçrayıp, ortalığı dolduran Protestocuları teskin etmeye çalıştılar. İki diğer Tanrı da, Yapılan Hatayı Zeus ile tartışmaktaydı. Ben ise bir "Un Çuvalı" gibi, Merdivenin üstüne yığılmış, hareketsiz olanları seyrediyordum. Ne Yerimden-kalkıp gidebiliyor, ne birşey söyleyebiliyor, ne de Göz Kapaklarımı kapatabiliyordum. Zeus ile Konuşan Tanrılardan Biri Akaş’a duğru geldi. Bir Müddet Fısıltı ile birşeyler konuştuktan sonra, zannedersem ondan "Özür Dilemesini" rica etti. Akaş Hera’ya Tiyatral bir şekilde, Sağ elini Kalbinin üstüne koyup, sol Elini ona doğru uzatarak;
"- Ana Tanrıça Hera! Sen bu kadar Güzel olmalısın" diye İltifatını düzeltti. Ana Tanrıça Hera "Cilveli bir şekilde" kikirdedi bu İltifata. Tüm sorunlar birdenbire çözümlenivermişti, bu Övgünün Ahenginde. Salondaki Çakıl Şakırtıları, Şırıltı’ya dönüşerek, çözüldü, Hışırtı halinde sessizliğe gömüldü, gitti. Tüm Heykeller, Panolarındaki Yerlerine geri dönmüşlerdi. Ben de Damarlarımdaki sıcak Çimentonun Yavaş-yavaş geri çekildiğini ve Vucuduma Hakimiyetimin gittikçe arttığını hissettim. Salondaki Ziyaretçilerin hiç-birinin, hiç-bir-Şeyi faketmemeleri imkansızfı. Güpe-Gündüz Rüya görüyordum herhalde!
"- Hayır!" Akaş’ın Cevabı kısa ve kesin idi. Ama ben Soru sormamıştım ki! Acaba sayıklıyor, kendi kendimle yüksek Ses ile mi konuşuyordum? O ise hala, elindeki Resme bakıyordu. Bir an önce bu Kabustan kurtulmam gerekti. Zorlukla Ağzımı açarak;
"- Beğendi iseniz, sizde kalsın." diyebildim.
-Teşekkür ederim" Teklifimi Red etmeden, Kağıdı özenle Rulo yapıp, Koltuğunun altına soktu.
"- Ödünç alıyorum. Günü gelince tekrar geri vereceğim" diyerek, iki Elini "Şapadanak" Dizlerinin üstüne vurup, oturduğu Yerden sıçrayarak ayağa kalktı. Boyu o kadar uzun idi ki, Büyük salonun Çatısını örten Camlı Dam’a nerdeyse değecekti.
"- Perspektiv Yanıltması! Görüş Noktam aşşağıda olduğu için." diye, bu Optiksel Algı Çarpıtmasını tüm Bilgiçliğimle çözümledim.
"- Bir dahaki Sefere görüşmek üzere" diyen Akaş, sanki Işık Şuaları tarafından eritilip, Hava’ya karışarak gözlerimin önünden kaybolup gitmişti. Ne Ses’i , ne Hera’nın Rülo’lanmış Resmi, ne de o vardı Salonda artık.
İçimi çıplak bir Yalnızlığın Korkusu kapladı. Dosyamı Panik içinde toplayıp, Kabartmaların Kinayeli Bakışlarına aldırmadan acele ile Merdivenleri ikişer-üçer atlıyarak Soluk-Soluğa Büyük salonu terk ettim.
Efi’yi Kütüphanede buldum. Onun sıcak ve koruyucu Kanatları altına sokulup bir müddet kendime gelmeye çalıştım. Sevecenliğime başka bir mana vermek üzere idi. Aldırmadım. Omuzuna koyduğum kolumu bile kabullenmişti, bu sefer. Ne kadar sıcaktı bu Ten. Altın-Sarı-Saçları, ne güzel de "Levanta" kokuyordu. O benim ile değil, Çizdiğim Resimleri incelemek ile meşguldü.
"- Na? Yine konuşturmuşsun Kara-kalemi, Sam!"
Bu "Sam" İsmini yalnızca Sevdiği-Yakın-Erkek Arkadaşları için kullanırdı. "Özel-bir-Rübbe" idi, bu Efi için. Humpery Bogard’ın "Kasablanka" İsimli bir Filiminden alınmış bir deyim! Bu Şerefe ilk defa, burada layık olduğum için gururlandım. Bu Gurur Göğsümü kabartacağına, utanıp-kızarmıştım. Efi farketti. Yüzümü Sevgi dolu Gözleri ile okşarcasına dikkatle inceleyerek;
"- Çocukca bir Yürek gizli bu Maske’nin altında, Sam!" Herhalde; "Çok Hislisin!" demek iştiyordu. Kundaktan beri "Çocuk" olmayı bir türlü kabul edemezdim ya, Neyse!
O, çizdiklerimi incelerken, Ben de Hayretle, Resimlerimdeki Yüz’lerin, El’lerin, Kollar’ın ve Bacak’ların silinmiş olduğunu fark ettim. Kabus idi herşey! Olanlara hiçbir Mana veremiyordum. Hiçkimseye de, hiç-bir-şey’den bahsetmedim. Zaten bana inanmıyacaklarını biliyordum. O Günden sonra birdaha Büyük Salona Ayağımı basmadım. İki Gün sonra da Tez’imiz bitmiş, Stuttgart’a dönmüştük.
O yıl Oğlum Malte Dünyaya geldi. Tabi ki Efi’den değil. Efi ile bir daha karşılaşamadık. Ben Üniversite’yi bırakıp, küçük Ailemi geçindirebilmek için bir Otelcilik Okulunda Tercüman-Öğretmen olarak "Tam Gün" Çalışmaya başlamıştım. Bu ilk Aile hayatım , ne yazık ki bir Yıl kadar sürdü. Onları, bir Bulanık ve hüzünlü Sonbahar akşamı, "Tek bir Bavul "ile Terk etmek zorunda kaldım.
Kendimi tekrar Tahsilime verip, tüm Ayrılıkları unutmaya çalıştım. Berlin’i, Akaş’ı ve onun Sıla’daki Tapınağını Beynimin en derin Kıvrımlarına itip unutmayı başarmıştım
25.Ağustos.1985, Stuttgart
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.