TÜRKÜLER VE BİZİM "ALAMANCILAR"
Almanya acı vatan
Adama hiç gülmüyor
Nedendir bilemedim
Bazıları gelmiyor.
Almanya’nın 1960’lı yılların başında Türkiye’den işçi almaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkan kültür karmaşası, toplumda bir çok yeni espri çeşitliliğini ve model insan tanımlamasını da birlikte getirmişti.
Bizim çocukluk dönemimize rastlayan “ Almancı” furyasının yarattığı ekonomi-kültür çelişkisini çoğumuz, tüylü fötr şapka ve sonuna kadar açılmış teyplerin sokaklarda taşınmasıyla anımsarız.
Pırıl pırıl parlayan kumaşlarla ilk kez o yıllarda tanışmıştık. Yanar döner elbiseleri gördüğümüzde “Almancı” olduklarını anlamamız hiç de güç olmazdı. İşsizlikten ya da kıt-kanaat geçinilen köy ekonomisinden Alman Markı’na sıçramanın toplumsal, kültürel ve hatta psikolojik etkilerinin olması da kaçınılmazdı doğrusu. Birkaç yıl önce köyünde, ilçesinde pejmürde kıyafetlerle tanıdıkları kişilerin, Almanya’da bir-iki yıl çalıştıktan sonra kaplumbağa Volksvagenlerle Türkiye’ye gelmelerinden rahatsız olan kimilerinin “Daha dün eşeğe binemezdi, şimdi altında arabayla caka satıyor” yakıştırmalarına çok tanık olmuşuzdur. Bu aşağılamalara karşı bir savunma mekanizması geliştiren Almancılarımız da tepki olarak, alışverişlerinde ve maddî tartışmalarında “Paran kadar konuş” veya “Evine, arsana; tarlana ne istiyorsun” sözlerini sıkça sarf eder olmuşlardı.
Daha sonra gelişmiş-az gelişmiş veya geri kalmış ülke kültürleri arasında sıkışıp kalan ve Türkiye’ye geldiklerinde “yolunacak kaz” gibi görünen insanlarımızın “Almanya’da yabancıyız, Türkiye’de Almancı’yız” isyanlarının ticarî alışverişlerde alay konusu pazarlıklara dönüşmesi, Almancılar ile esnafı karşı karşıya getirmeye başladı. Kendilerinin aldatıldığı hissine kapılan Almancılarımız, etiket fiyatının yarısına pazarlık etmeye; esnaf da pazarlık edileceğini bildiğinden iki kat fiyat istemeyi ilke ediniyordu.
Belki 10-15 kilo ağırlığındaki dev boyuttaki teyplerden, sokak ortasında yükselen seslerden veya tüylü fötr şapkalı, yanar-döner kumaştan dikilmiş elbiselerden Almancılar’ı tanımak hiç de güç olmazdı. 60’lı yılların başında gurbetçilerin izne gelmelerinde çoğunlukla, Ali Ercan’ın “Adaletin bu mu dünya?”, “Zeynebim Almanya’nın yolunu tuttun” ve “Kırat gemini almış da yol mu dayanır?”ı dinlerdik, omuzlarda asılı makaralı teyplerden. İleriki yıllarda, gerek televizyonun olmaması, gerekse TRT’de arabesk, özgün, pop müziklere yer verilmediğinden; hiçbir yerde dinleme olanağı bulamadığımız parçaları, yaz aylarında sokaklardaki Almancı teyplerinden dinlemek mümkün oluyordu.
Devlet, Almancılar’ın sadece Türkiye’ye getireceği Marklarla ilgileniyor, onların eğitim, uyum ve toplumsal sorunlarını görmezlikten geliyordu. Daha sonraları onların sadece Marklarıyla ilgilenen çeşitli gruplar çıkacak ve Türkiye’de camiye yardım, belediyeye yardım, köy derneğine yardım, partiye yardım adları altında bağış taleplerine maruz kalacaklardı. Ve hatta memleketinde kurulacak fabrikalara ortak edilme vaadiyle büyük miktarlarda Markları birilerinin ceplerine gidecekti.
Bizler, her ne kadar tümünü birden “Almancı” olarak tanımlasak da, Hollanda, Avusturya, Fransa ağırlıklı olmak üzere Belçika’dan İsveç’e, İngiltere’ye kadar uzanan coğrafyada gurbetçilerimiz çalışıyor. Gerçi hepsi çalışmıyor ama, Türkiye’ye izne geldiklerinde yedinci kuşak akrabaya kadar, herkes onlardan bir şeyler bekler ve belki de kredi çekilerek alınan valizler dolusu hediyeler getirilip onlarca akrabaya dağıtılır, bir o kadarı da küstürülürdü.
Kendilerine Avrupa’da sadece işgücü olarak bakılan ve en ağır işlerde ortalama mesai saatinin üzerinde çalışarak, fizikî olarak hızla yıpranan Almancılarımız, Nuri Sesigüzel’in “Aynaya baktım saç beyaz olmuş” türküsüyle “ah” çekerken, bıkkınlıklarını da Yıldıray Çınar’ın “Aman dünya ne dar imiş/dert çekmesi ne zor imiş”, Ülkü Beşgül’ün “Gurbette ömrüm geçecek” parçasıyla ifade ederlerdi. Türkiye’de kalan yakınlarının çoğunlukla hasretlerini Yıldız Ayhan’ın “Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun?”, Selda’nın “Almanya acı vatan” türküleriyle dile getirirler, gurbetteki yakınlarını yitirenler de çoğunlukla Mahsuni’nin “Onun burda taşı toprağı vardır/Alamanya kardaşımı geri ver” sözleriyle isyan ederlerdi.
Almanya’dan bir kızla evlenerek, oralara gitme yolunu seçen gençlerimize “Alamanya Alamanya/Benim gibi damat bulaman ya” parçası yakıştırılırdı. Yine evlilik yöntemiyle Almanya’ya giden genç kızlarımız da Necla Erol’un “Uçan da kuşlara malûm olsun/Ben annemi özledim” ve Ferdi Tayfur’un “Yakılasın, yıkılasın, yokolasın, kahrolasın gurbet” ezgisiyle izne gelecekleri günü iple çekerlerdi.
Bunca sıkıntının, hasretin acısı, o dönemlerde bankalar yaygın olmadığından PTT aracılığıyla zaman zaman gönderilen Marklarla birazcık olsun hafifler, devlet tekelindeki radyodaki istekler programına “Almanya’daki oğlum için…” diye başlayan mektuplar yazılırdı. Mektubun sonunda da Bedia Akartürk’ten “Ya beni de götür/Ya sen de gitme”, Nezahat Bayram’dan “Amanın mor koyun meler gelir”, Muazzez Türing’den “Mektebin bacaları”, Osman Türen’den “Şu karşıki dağda bir top kar idim”, Neşet Ertaş’tan “Mühür gözlüm” parçalarından birisinin çalınması istenirdi. Yıldız Tezcan, Orhan Gencebay, Mehmet Bozdoğan, Gülcan Opel’i dinlemek için de, yakınlarının izne gelirken getirecekleri plaklar ve çanta pikaplar beklenirdi.
Çocuklarına kanca atan tarikatçılardan, eroincilerden, çetelerden korunmak ve kurtulmak için büyük bir mücadeleye girişen Almancılarımızın yanı sıra, biriktirdikleri üç-beş kuruşun verdiği şaşkınlıkla ailesini, çocuklarını unutan, hatta orada yeniden evlenen hemşerilerimiz de oldu. Bu arada 70’li yıllarda birinci kuşak gurbetçilerimiz ile ikinci kuşak çocukları arasında kültür çatışması da başlayınca sıkıntıların çeşidi de, boyutu da artmaya başladı. Örneğin, artık daha modern otomobillerle memleketine gelen Almancılar’ın, 10-15 kiloluk omuza asılan teyplerinin yerini alan ve sokak aralarında sonuna kadar açılan oto teyplerinden yükselen müzikler de tür değiştirmişti. Birinci kuşağın tercih ettiği, Ahmet Sezgin’lerin, Mustafa Geceyatmaz’ın, Zehra Bilir’in, Çekiç Ali’nin, Hacer Buluş’un türkülerinin yerini, hızla ikinci kuşağın tercihleri alıyor ve artık sokaklarda Berkant’ın “Sen ruhumun mehtabısın”, Erol Büyükburç’un “Bu gönül başkasını sevemez” , Barış Manço’nun “Dağlar dağlar” veya Hakkı Bulut’un “İkimiz bir fidanız”ı çalınıyordu.
Birinci kuşak Almancılarla, Türkiye’deki ailelerinin ortak zevkleri de vardı. Muzaffer Akgün’ün “Şekerdağı”, Nuri Sesigüzel’in “Dolana ay dolana”, “Amanın başım nanay”, Mehmet Bozdoğan’ın “Kara sevda” türküleri, vuslatta hep birlikte dinlenirdi. Biraz içki âlemine yatkın olanlar da, izne geldiklerinde Şükran Ay’ın “Hani söz vermiştin bana içmeyecektin”, “Zavallı kız verem olmuş”, Abdullah Yüce’nin “Bu ne sevgi ah”, Hüdai Aksu’nun, Esengül’ün acıklı parçalarıyla veya “Çekil git meyhaneci” parçalarıyla arkadaşlarıyla bağ evlerinde, ırmak kenarlarında buluşup efkâr dağıtırlardı.
“Bir çift öküz yeter mi/Aha Memmet Emmi” türküsünde ifadesini bulan geçim sıkıntısıyla Almanya’nın yolunu tutan ve aradan 40 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen, “Felek ile kozunu bölemeyen” Almancılarımız, “Memleket Hasreti”nin dayanılmaz ağırlığı ve ağır çalışma koşullarının bitkinliği pahasına, memleketteki yakınlarının geçimini sağlama, devletine ülkesine ekonomik katkıda bulunma anlayışından hiç uzaklaşmayan Almancılarımız, her ne kadar devletinden ve toplumun çıkarcı bakış açısından şikayetçi olsalar da, ikinci vatanları olarak gördükleri gurbetle, sıla arasındaki dengeyi daha iyi kurmaya başladılar. “Turken raus” sloganlarıyla kovuldukları, evleri ateşe verildikleri de oldu. Ama, kimilerinin “gavur” dediği ikinci vatandaşlarıyla bağlarını, beşerî ilişkiler düzeyinde üst boyutlara taşımayı başardılar.
“Gazla şoförüm gazla”yla başladıkları umut yolculuğunda 40 yıl sonra “Onun arabası var/güzel mi güzel” noktasına gelen gurbetçilerimiz, “Sokaktan süpürüyorlar” sanılan alın terleriyle, ülkenin dört bir köşesinde geçim kaynağı olmaya devam ediyorlar ama ne yazık ki, bu emeklerinin karşılığında layık oldukları “vefa”yı devletten ve toplumdan görememenin burukluğunu yaşıyorlar.
Mark’tan Euro’ya gelinen ekonomik süreçten, Adalet Partisi’nden Ak Parti’ye uzanan Türk siyasal sürecinden ve çalıştıkları ülkenin politik sürecinden bunalan; kuşak çatışmasıyla, tarikat, uyuşturucu, çete tehlikeleriyle boğuşan, sıla hasreti, akraba özlemiyle tutuşan Alamancılar’ı kimbilir daha nice çileler, hasretler, görevler, yardım istekleri, bağış talepleri bekliyor.
Hepsine selâm olsun.
MATİLGAN
YORUMLAR
Edebiyatla olduğu kadar türkülerle de içli dışlı olduğum için gezinirken ana sayfadaki yazınızdan sonra diğer yazılarınıza baktım (Hemen şunu söylemeliyim ki yazılarınıza geniş zaman ayırıp okumam gerektiğinin kanısına vardım. Mutlaka okuyacağım) Ancak bu yazınıza hiç yorum yazılmaması beni üzdü. Bu sadece bir makale değil, deneme de aynı zamanda, kısa öykü biraz tarih, işçi göçü tarihi ve de türkülerin gelişim tarihi ve de türkülerin sözlerin den çıkarılan kırk elli yıllık siyasi tarih.... Ve her ne hikmetse, her konuda yazılar döktürenler bu yazıyı atlıyorlar.
Belki de haksızlık ediyorum bilemem.
Ama konu bana yakın. Almanya'da 18 yıl yaşadım. Orada okudum. Öğretmenlik pedagogluk yaptım. Göçmen işçi tarihini inceledim. Bu konuda yazılar da yazdım. Türkülerle haşır neşirim, çalıp söylerim, besteler yaparım.
İşte gördüğünüz gibi tam benim konularım.
Ammmmmmaaaaa !
Mehmet kardeşim kıskanılacak kadar güzel yazmışsınız. Derli toplu ve öz. Ya tarih ya da folklor araştırmacısısınız. Öyleyse de değilse de kaleminize, yüreğinize sağlık.
Saygılar, saygılar, saygılar...