- 642 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Coşkuların Kıyılarında Ara Ayak İzlerimi
Sargılarla avutulduğumuz sevda yataklarında aşk iksiri süreriz dudaklarımıza
Yorgun gövdemize yosunlar sarılır ansız, dökülürüz ah bir şiirce er şafaklarda
Her bekleyiş kendini tüketen mum gibidir ah, yanarak tükeniriz kirli çanaklarda
Seni sevmek nefeslemektir hayatı, isimsiz bir şiir gibi bekliyorsun sen dudağımda
Unutulan yaşanmışlıkların yorgun koylarında anıların küpeştesine yorgun iner şafak, göğsümüzdeki mor gecenin nefesine sokularak. Avuçlarımızdaki kelimeleri serperiz hayat ovalarına, kanayan yüreklerimizi kendi düşlerine bırakarak. Her gidişin ve bir zaman sonra ruhumuza dönüşün ardından sallanan veda mendilleriyle gözlerimizi silerken bir bekleyişin resmi çizilir ufuklara. Yürekteki argın beklentiler kendisini süzerken, şiirler sokulur umutla yürekten inerek satırlara.
Cılız sevinçlerin bağbozumlarına gölgemiz düşünce bir mahzenin karanlığına sapar yorgun adımlarımız. An, koyu düşünüşlerin yaman ağrılarında aşkı bekleyen gölge olur kapıda, sonsuz bir sarılışla kavrar göğsümüzdeki sol ağrıyı ve içimizdeki kangren yaralara karışır. Düşünüşlerle tüketilen ömür gibi kendi denizlerini arayan sularca coşar düşlerimiz ve işte böylesi anlarda yalnızlık andımız olur.
Şafak ay’ı çağırırken karanlığına biz yüreğimizin kanayan yerlerine şiirler asmayı severiz. Albenisi eşsizdir sevdanın. Göklerden yağmur diler, yumarız gözümüzü aşka. Soluğumuz nemli sabahlar gibidir, dudaklarımıza öfkeyi çağırmadan. Bir çıngı gibi kızılcık dallardan düşer yaşanmışlık. Kuru kasırgalarda her şafak yeniden üşür ve biz her sabah yeniden aşka yürürüz.
Biliriz ki, uzak sevda çağıltısını özler her yürek, yanıbaşındaki turkuvaz iklimlerin bileklerine tutunarak. Biliriz ki, her sarılış ve her sarılışa bakış bir özlem yangınıdır, bu yüzden çatırdar yürek ve her yanış içten içe bizi uzaklara taşıyan bir alev sunağıdır. Ve biliriz ki, tüm yaşananların kırık dallarına sevda üşüşür er sabahlarda, mevsimler gökyüzünü donatınca söz kendi saltanatını kurar ve bu yüzden aşk kendi menzilini koruyan düşler kalesidir.
Coşkuların kıyısına sevginin ayak izlerini bırakmaktır kimi düşlerin iklimlerine yürümek. Kimi bahar dalını okşamak için söz aramaktır yüreğine, sevgisini anlatmak için. Kimi, varsıl bir bekleyişe yüz sürmektir, yürek sızılarını göstermek için. Kimi de, sevdalı göğsündeki ağrıları belki de hiç göstermemektir, anlamlarına gönül döküntülerimizi serdikçe ve hicranı harmanladıkça. Aşk ki, ne taraftan eserse essin hep yüreğimizi üşüten bir titreyiş nöbetidir.
Sevda donatınca odamızı, biz içimizin ılıman iklimlerine mevsimler çağırırız yüreğimizin üşümüşlüğüne sarılan ellerimize. Dudaklarımızdaki uçkun cümlelere söz geçmez ve biz kendi dalımızdaki yaprak gibi ağrılı bir ömre içten içe ağlarız. Yangının dili üşüyünce, anlarız ki, mevsimler Eylül’le buluşmasını tamamlamıştır. Göz göz olan yaralarımızın hicran esintilerine ve ruhumuzun hiç kapanmamış sevda dosyalarıyla bir mevsim daha yaşanacaktır, adına aşk denilen ve yüreğimizin derinliklerinde bizi yaşama sıkı sıkıya ilikleyen.
Nefeslendikçe kendi dalımızda, güneşler geçiririz yüreğimizin sol ağrısından, düşer ansızın tetik, yolunur güzün saçları ve silinen her hikayenin tuşunda bilgece gülümser içimizdeki devingenlik. Oysa, yalnızlık kollarımıza aldığımız hüzünlü bir dokunuşun hacmidir, uzak şehirlerde bir bardak çay dinginliğidir. Her yudumda yar sokulur düşlerimize, ansız gülümseyişlere kapılır gideriz ve içimizden akar gider hırçın denizler. Gökler zemherilerle iner yeryüzüne, zaman karantinaya alınmış bir sorgunun tortusu olur ve kapanır kendine.
Dimağımızın gönül tozlarını döşerken adımlarımızın geçtiği bütün faylara, göz oluruz göğsümüzdeki kayıp sulara. Damla düşerken kendini süzer, yer ıslak bir düşünüşle kendi dalında yabancı olup uzakları gözler. Dünlerin asılı öfkelerini sokarak kınımıza düşeriz bir aşkın hazin yoluna, dilimizde o hassas türkülerle yoldaş oluruz kendimize ve sokuluruz aşkın menzillerinde göğsümüzden damlayan karelere.
Er şafakların yıllanmış varsıllığıyla okşanası bir mevsim geçti sayarız avuçlarımızın arasından. Yağmur kimliğini suya düşürmüş sevda gibidir, kandil titreyişleriyle soyunurken önümüzde gece. Her yaşanıl/an aslında kıyım bir sandıkta birikir, göğsümüzdeki yangınlar tüketirken bizi, koruklara dönüşen aşk içimizi inim inim inletir. Her gidişin ve bir zaman sonra ruhumuza dönüşün ardından sallanan veda mendilleriyle gözlerimizi silerken bir bekleyişin resmi çizilir ufuklara. Yürekteki argın beklentiler kendisini süzerken, şiirler sokulur umutla yürekten inerek satırlara.
Yorgun kolların kanatlarına tutunarak bir aşkın sarmalını götürürüz biz kimi dudaklarımıza. Ertelenmiş coşkuların banklarında oturarak ufku gözleriz gözlerimizdeki yaşla. İşte böylesi anlarda içimizdeki yalnızlık duvarına şiirlerimiz çarpar, gölgeler, izli bir mermi gibi iç çekerken geride izli bir mermi gibi nefesini dinler. Her aşk kanamalı bir sığınaktır, bedeni derinlere çekerek kendi delirmişliğini izler.
Giydirilmemiş hiçbir hüzün fiyakalı düşlerin yolculuğuna çıkamaz. Çıplak kanatlarımıza bulut değer umarsız yolculuklarımızda ve göğsümüzde bir acı belirir, isim ararız boyut ötesi yolculuklarımıza, gönlümüz en çok vakit gece yarısını geçince delirir. Yengiler sürdüğümüz gözyaşı mendillerimizin katre boğumlarında bildik bir türküye yankımızı salarız kimi. Avucumuzdaki ince çizgilerin derin koyaklarında üşümüşlüğümüzü gizler, gönlümüzün titrek mevsimlerinde şiir şiir ağlarız.
Hızla tükenen mevsimlerin değişken odalarında bağdaş kurup oturdukça, nazla büyüyen güllerin kar altındaki inleyişlerine kulak kabartırız ve bir avuç gözyaşı dökeriz beyaz düşlerimize. Biliriz ki, her sığ suyun kaynağı dağlardır ve her damla yaş, aktıkça kuyusunu arayan düş sağanaklarıdır. Yapışkandır oysa mevsimler, kendi kimliğimizin sularına bu yüzden anılar düşer ve içimizin öykülerini en çok biz üşüdükçe yüreğimize serper.
Sevinç yüklü gemilerimizin güvertesinden ufku gözlerken içimizdeki suskun kıyılara güneşin kolları düşer ve talan hüzünlerimiz dalgalara karışır. Bir mutluluk muştusudur alnımızdaki isimsiz ada, mevsimler sevdaya durunca bizim varlığımıza da alışır. Parmaklarımızdaki hüzün sarılarını sürttükçe biz toprağa, yanık bir nidayla sarılırız göğsümüzde büyüyen heceye. Söz olur öze dökülür şiir, kapılır gideriz isimsiz bir geceye. Yakarışlarla doludur hep gecenin peçesi, suskun bir nidayla dönüşürken isimsiz bir bilmeceye.
Biliyorsun ki yar, yanağımızın kıyı kasabalarına sevincin bezirgânları uğradığında tanımıştık renkleri. Değerini kendimizin biçtiği yaşam urbalarına gülücükler resmedip, pazen entarilerle kırlarda koşmuştuk ve o hiç bizim olmayan sevda bisikletiyle bir ömür dolaşmıştık. Sonra, ipek yollarını aştı kervanlar ve ipekler serildi aşkın yataklarına, ucuz mutluluk hülyalarına gözlerimizden yaşlar düştü ve biz o kadınlı erkekli saraylarda ömür tükettik, kendi krallığımızı kaybedene kadar dövüştük ve bu yalan ömür küresinde hep yapayalnızlığımızı bölüştük.
Selahattin Yetgin