- 1262 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİR MESLEK
Ne ki benim işim ne yazık ki çaresiz insanlarla. Asık suratlı kadınlarla umutsuz adamlarla. Kaçacak yeri kalmamış olanlarla bizim işimiz. Biri bunu yapmak zorunda. Zaten beraber çalıştığımız insanların hiçbiri sırf sevdiği için yapamaz bu işi. Yapmak istemez. Ama bu işsizlikte yapmayı becerebileceğimiz başka bir iş de yok sanırım. Biz de evimize ekmek götürmek zorundayız. Bu yüzden… ne yazık ki… Aslına bakarsanız çoğu zaman kapısına gittiğimiz evlerin çoğundan elleri boş döneriz çünkü kapı açılmaz bize. Genelde bizi beklediklerinden ya durmadan kaçarlar ya da adres değiştirirler. Kaybolurlar, kaybolmak isterler. Başları beladadır. Bilirler. Kiminin başına ilk defa gelmiştir. Telaşlıdır. Yeniktir. Karısının, çoluğunun çocuğunun yüzüne bakamaz. Bir hata yapmıştır. Bir şans daha ister. Tek bir şans daha… Ama çok geçtir. Bu defa olmamıştır. Yıkıldığını hisseder o an herkes. Dibe vurduğunu, artık bundan sonra hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini, gidemeyeceğini düşünür. İşte bu evlerde hüzün bir kahve fincanının dibine çökmüş telve gibidir. Yoğundur ve acıdır. Oysa böyle evleri fazlasıyla ziyaret etmiş görmüş biri olarak ben işte o evlerin dibine çöken telveye benzeyen hüzünlerinden onlara dair fallar bakmayı da çoktan öğrenmişimdir. Hayat devam etmek zorundadır. Her şeye rağmen… Davam eder de… Belki yeni işlerinde daha az para kazanır, daha eski evlerde otururlar yemek çeşitleri azalır belki, yavanlaşır, çocuklara verilen harçlıklar kesilir. Kendilerini affetmeyi bilenlerse umut eder yeni bir fırsat kollar. Dedim ya, hayat sadece devam eder.
Ama eninde sonunda hüzünlüdür bizim işimiz. Kendisinden nefret edilen insanlar oluruz, kimse görmek istemez bizi. Sokakta bizim kim olduğumuzu anlayanlar yollarını değiştirir. Küfreder gibi bakarlar bize. Suratlarına tükürülesi insanlarızdır. Bizim çoluğumuz çocuğumuz yok mudur, biz hiç mi borçlanmamışızdır kimseye, hiç mi sıkışmamışızdır? Neden bu kadar gaddarızdır? Neden bu kadar halden anlamazızdır? Bizim Allah’ımız kitabımız yok mudur da insanların düşlerinden tırnaklarından bin bir zorlukla arttırdıkları hayatlarına göz dikiyoruzdur. O kötü an tek muhatap biz olduğumuzdan böyledir aslında. Oysa bizler emir kuluyuzdur. Mahkemeler öyle istemiştir. Celseler açılıp kapanmış, kararlar verilmiş, hatta çoğu temyize gitmiş, ama bunların hiçbiri işe yaramamıştır. Geriye bir tek bizim işimiz kalır. Ama kimse üçkâğıtçı bankaların ya da namussuz tefecilerin hatta borcunu bilmeyen borçluların adını anmaz o an. Elle tutulur gözle görülür bir tek bizler varızdır ve bizler yolun sonuyuzdur. Günah keçileriyizdir yani. Hedef tahtalarıyızdır.
Ama belki de bize duyulan nefretin bir başka sebebi de herhangi bir eve o evin mahremine, özeline elimizi kolumuzu sallaya sallaya girişimizdir ki şimdi bir şey itiraf edeyim, bu mesleğin en gizemli dikkat çekici ve hatta merak uyandırıcı yanı da budur. Çünkü o an yani belki de evin en ücra yerlerine kadar girip işe yarayacak para edecek bir eşya ararken karşılaştıklarımız bize, en azından bana, çünkü diğer meslektaşlarım bu konuda neler düşünüyorlar, bilemem, bambaşka hayatları bambaşka umutları bambaşka hikâyeleri anlatırlar. Yatak odalarında düğün fotoğraflarıyla karşılaşırız mesela en çok. Çoğu gelin damat kendini kasarak ve hatta belki de nefesini tutarak bakmıştır objektife. O an objektife değil de objektifin içindeki karanlıktaki geleceğe bakmaya çalışmışlar da onu bir türlü görmemişler gibi bakarlar. Acemice bakarlar. Ne yaptıklarını bilemeden bakarlar. Hayatın bir aşamasından daha geçmişlerdir işte. Evlenmişlerdir. Mutlu bir yuva, diye bir hikâyeye başlamışlardır ama bilmezler ki her hikâye insana her zaman beklediği sonu vaat etmez. Hele hayatın hikâyeleri hiç etmez. Yatak odalarında yüklükler, yatak odalarında çeyiz sandıkları olur kimiz zaman. Kimisi cevizdendir işlemelidir, gösterişli ve havalıdır, kimi kuru birkaç parça tahtadan çatılmıştır. Kuş yuvalarına benzer o sandıklar. Hani kuşlar yuvalarını yaparlarken sağdan soldan topladıkları, işe yarayacaklarını sandıkları her türlü çalıyı çırpıyı toplar, yuvarlar eğirir de bir yuvaya benzetirler ya, işte o sandıklarda da bir genç kızın bir evi ev yapacağına inandığı şeyler vardır. Ben onlara hiçbir zaman dokunmam ama. Yalnız ben değil bu mesleği ahlakıyla yapan ve başına bela almak istemeyen aklı başında hiçbir meslektaşım yapmaz. Zaten hiçbiri para etmez. Belki de işin en kederli yanı da budur ya… Onların hayata biçtikleri, el emeği göz nuru tüm bu oyaların, dantellerin inciğin boncuğun gerçek hayat denilen şeyin içinde ne yazık ki pek bir karşılığı yoktur.
Biz yatak odalarına girdiğimizde herkes nefesini tutar. Aslında sadece görev gereği gireriz yatak odalarına ve oradan hemen çıkmak isteğindeyizdir. Ama çok kısa anlar olsa bile bir sürü yatak odasına girip çıktıktan ve hepsini birleştirdikten sonra ortaya kaçınılmaz hikâyeler çıkar. Mutfaklarda dolaplara dizili tabaklar, elektrikli fırınlar, aksıra tıksıra çalışan buzdolapları, banyolara yakın bir yerlerde durmadan dırdır eden yıllanmış ev kadınlarına benzeyen ve homurdana homurdana çalışan çamaşır makineleri, kim bilir üzerlerine kimlerin oturduğu kimlerin misafir edildiği, yatıya gelmiş misafirlerin yatırıldığı çekyatlar, sigara dumanından sararmış tül perdeler, cilası kabarmış vitrinlerde unutulmuş kimi kristal kadehler, çini vazolar, gümüş takımları, kaç zamandır kimsenin açıp dinlemediği ama artık antikadır, umuduyla saklanan radyolar, demir döküm sobalar eğer bir köydeysek ahırda saklanılmayı unutulmuş en az sahibi kadar fakir bir inek, birkaç koyun işte bu sonsuza doğru ilerleyip gidiyormuş gibi duran tüm değerli değersiz her şey tarafımızdan listelenir. İşe yarar olanlar, para edeceğini düşündüklerimiz yani, kamyonete yüklenir. Bazı ev kadınları örttükleri yüzlerinden geriye kalan tedirgin bakışlarıyla uğurlarlar el konulan hayatlarına. Erkekler dudaklarında çiğnedikleri sigara izmaritleriyle bakakalırlar ardımızdan. O an sanki onlar artık bir organlarından olmuş, eksik kalmış canlılar gibidirler.
Biz gittikten sonra ne yaptıklarını bilemeyiz ama belki de kaderlerinin anasına avradına söverler, belki kadınlar beceriksiz, sorumsuz kocalarına lanetler yağdırır, ağıtlar yakarlar, evlerine giremezler belki bir süre. Tecavüze uğramış gibi hissederler. Bir an için başlarına ne geldiğini anlamakta zorlanırlar belki. Belki de bizden sakladıkları başka değerli eşyalarını, hayvanlarını mesela, mesela sağda solda saklanmış birkaç parça altını çıkarır umutla sarılırlar onlara. Onlar hala onlarındır çünkü. Kendilerine kalan tesellileridir. Yeniden başlamak için bir paragraf başıdır onlar. Bizi nasıl kandırdıklarını anlatırlar birbirlerine yarım kalmış, tadına bir türlü varamadıkları kahkahalarla. Onlar hala akıllı insanlardır. Hala tutunacakları bir şeyleri vardır. Oysa biz biliriz. Gözümüzün önünde olan kadar saklanılan, bizden gizlenilen başka şeylerinin de olduğunu. Hatta onları nerede sakladıklarını da biliriz. Hatta sakladıkları şeylerin saklamadıklarından ne kadar değerli olduğunu da biliriz. Çünkü onların gözleriyle onlardan habersiz konuşuruz biz. Gözlerinin dilini bir türlü tutamaz çünkü insanlar. Çaresizlik çenesiz kılar bakışları. Ama ben şahsen hiçbir zaman bu kadar gaddar olmadım. Hep görmezden geldim. E, başka neleriniz var diye sormadım. Bana sunulanla yetindim. Hatta bunu amirlerimden fırça yemek uğruna yaptım. Bu kadarını buldum, dedim. Bu kadarları varmış, dedim. Başka nelerini alaydım, canlarını mı, dedim. Kendimden çok onları savundum. Vicdanımı rahatlatmak için yaptım bunu. Onlara başka hikâyeler kalsın istedim. Çünkü sandım ki aslında onları üzen aslında belki de mallarının mülklerinin ellerinden alınması değil hikâyelerinin ellerinden alınmasıydı. Hayattan biriktirdikleri, içinde yaşadıkları hikâyeleri… Onların en değerli şeylerinin hikâyeleri olduğunu düşündüm.
Sonra bir gün yine başka bir eve girdiğimde ve el konma sıra televizyona geldiğinde televizyonun olduğu odada çizgi film seyreden bir çocukla karşılaştım. Odaya giren birinin olduğunu fark eden çocuk arkasına dönüp bana baktı. Göz göze geldik onunla. Gözlerinde sakladığı hiçbir şey yoktu. Tüm varının yoğunun karşısındaydı işte. Yapmam gereken şeyin ne olduğu anladım. Arkadaşlardan çizgisiz beyaz bir kağıt aldım ve onu bir uçurtma gibi sokaklarda savura savura çalıştığım devlet dairesinin yolunu tuttum.