- 1472 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BU NASIL BİR AŞK?
Geçenlerde evdeki kitaplığı karıştırırken bir kitabın kapak yazısı dikkatimi çekti. Baktım koca koca harflerle “KALEM İLE AŞK VE KAVGA” yazıyordu kitabın kapağında. Kelimeler sanki efsunlu bir hikâyenin özeti gibiydi, çekiverdi içine biranda beni; usulca uzatıverdim ellerimi ve nazenin bir dokunuşla kitabın kalbine uzanıverdim sanki. Parmaklarımın harflerin derin izleri üzerinde inceden bir yol çizdiğini fark ettiğimde “KALEM İLE AŞK VE KAVGA” nın tam ortasında bulmuştum kendimi…
Kitabın sayfaları arasında dikkatlice ilerliyordum; Mecnunvari bir arayışla cümleler, kelimeler ve harfler arasında, gönlüm ve aklımla sıkışmış gibi; sonunda mükâfatlandırılacağım bir Yusufî kuyuya düşmüş gibi çırpındım durdum sayfalarda. Yitik bir sevdanın peşine düşercesine bir ilerleyişti benimkisi. Ve o ilerleyişte mazinin derin izleri…
Evet, hayat hakkında yenice düşünmeye ve konuşmaya başladığım yıllar… Henüz bir ortaokul öğrencisiyim. Kaleme ve kitaplara sevdalı bir öğrenci; ancak o dönemlerde sevdalarım şıpsevdi. Kalemlerinse beni cezbeden yanları sadece şekil ve renkleri. Okula gidiyorum elimde açıp kapamaktan kendisinde yorgun çizgiler ve yırtıkların oluştuğu bir kâğıt parçası; üzerine ezberlenmek üzere nakşedilmiş, Arif Nihat Asya’dan bir şiir:
“Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs, nefes almak için;
Rüzgâr bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?
………………………..”
Ezberlemeye çalışırken satırları birer birer, gözüm takılmıştı çoktan bir kırtasiyenin vitrin camına. Hatırlıyorum da nasıl da sevmiştim o ucunda pembe renkli, gözleri fıldır fıldır dönen kurbağalı kalemi! Tozpembe renkli kalem ve hayata tozpembe baktığım bir dönemdi. Hayatın her günü, yarını düşünmeden yeniden yaşanması gereken bir serüvendi.
Biriktirdiğim tüm bozuklukları götürmüştüm ertesi gün. Kırtasiyedeki amcanın avuçlarının içine koymuştum. Onun da hayallerim, anılarım ve fikrimin en girift köşelerinde gezinecek kalemimi avuçlarıma koymasını heyecanla beklemiştim. Birkaç gün kalemi elime alıp ona sadece dokunmakla yetinmiştim. Onunla yazmaya karar verdiğimde, ilk yazdığım cümleler çok özel olmalıydı çünkü. O hevesle ilk şiirimi bile yazmıştım kalemi aldığımın üçüncü gecesi. Konusu dönemin en trajik vakıası “Bosna Hersek’te insanlığın gözü önünde yapılan katliam”dı. Akşam sabah televizyonlarda bu dramın haberleri sunuluyor, vahşet görüntüleri canımızı yakıyor, insanların çığlıkları evimizin içinde yankılanıyordu sanki. Her gece babamla o insanların durumu hakkında konuşuyor, onlar için ne yapabileceğimi soruyordum. Sonunda okulumu bitirip öğretmen olmaya ve Bosna’ya gidip oradaki insanlara her türlü yardımda bulunmaya karar vermiştim. İlk şiirim de bununla ilgiliydi sanırım. Yanılmıyorsam her bir dörtlüğün son mısrası “Bir öğretmen olarak Bosna’ya gideceğim.”şeklinde bitiyordu.
Kalemimin kar beyazı kâğıtla buluştuğu ve ona kondurduğu ilk cümleler kana bulanmış bir tarihin izlerini taşısa da sonrasında zaman taşıdı onu hülyalar diyarına. Ve kalem düştü kalbin peşine; kalp ise güzelliğin pençesinde. Güzellik, aşkın nur yüzü. Hal bu iken artık ne kalp prangalar geçirip tutsak edebilirdi kalemi, ne de dizginleri elinde tutan akıl. O çoktan başlamıştı bile hayatın sayfalarında yeni bir sevda atlası çizmeye, sarhoş edici bir şarkıyı bestelemeye.
Bir nakkaşın titizliğiyle ince ince nakşetmeye başladı kalem ve en parlak, en göz alıcı yaldızlarla süsledi yüreğindeki aşkın sancılı motiflerini. Cılız sevdiceğini incili kaftanlara bürüdü önce, sonra da bir kahraman gibi atına bindirip doludizgin koşturdu Kaf Dağı’nın eteklerinde. Gecenin ayazı, güneşin şafağı hiç fark etmedi o atlıyı serüvenlere sürüklemesinde. Kalem, dörtnala koşturdu, aşk kahramanını maşukun kalb-i hazanında. Ve her bir yanına aşkla acı tohumlarını birlikte serperek. Kavuşturmadı âşıkla maşuku; ancak onlarca efsane yarattı hiç kimselerin daha önce bir benzerini işitmediği.
Ellerim, parmak uçlarım ona tutkun, ona tabi. Mevlana’nın Şemsî muhabbete olan bağlılığı sanki. Düşündüm, hissettim, anlattım; o yazdı. Ta ki akıl kalbe söz geçirdi, hisler sorgulamalara yenik düştü; kalem sustu. Akla sırtını dayamak onu korkutmuştu. Aklın kesin çizgileri, sert tavrı ürperticiydi; tam da alışmışken kalbin hassas ve yumuşak tavrına. Dargındı, kâğıtlara anlatamadı derdini; feryat ediyordu içten içe, haykırıyordu hasretini. Kana buladı o gecenin zifiri karanlığı mürekkebini. Sonra çekti gitti bahtsız diyarlardan, onu bir daha hiç göremedim, veda bile edemedim. Pembe hayallerimle geldi, onları da sürükleyip gitti. O gün yazmayı bıraktığım gündü işte. Okumaya başlamıştım, hem de sürekli okuyordum. Şems, Mevlana’yı yakıp gitmişti. Mevlana kalbiyle yanıyor, aklıyla pişiyordu. Ve tekrar Şems’in geleceği günü bekliyordu.
YORUMLAR
tulipoman tarafından 11/1/2009 10:59:30 PM zamanında düzenlenmiştir.