- 945 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Bulutun Kanadına Yazılan Hayat/lar
1
Akşamın alaca karanlığı artık davetsizce de olsa her yeri kaplamıştı. Güneşin, bir akşamüstü dağların ardındaki batışını unutmak mümkün olmuyordu. Alaca karanlık her yaklaştığında güneşin yokluğunu tüm hücrelerinde hissetmek onu daha çok içine kapanmaya ve bildiği bütün sözcüklerini unutmaya sevk ediyordu. Kendini, ana dilindeki sözcükleri yasaklanmış ve çalınmış bir kız çocuğu gibi görüyordu. Güneşin, milyonlarca insanın yaşadığı bir kenti ayaklarının altına alıp, umursamadan denizin eteklerinden süzülerek, o mor dağların en uç noktalarının üstünden iner gibi gidişi beraberinde bir günün yalnızlıklarını da öksüz bırakmış gibiydi. Şermin’in aklı güneşte kalmış, gözleri ise hala dağların ardındaydı. Ama ruhu daha çok dağlarda kalmıştı. Güneşin, dağların ardına kaçarak adeta saklanışı ona dağların yüceliğini hatırlatıyordu. Dağlar, Şermin için her zaman bir annenin şefkatli kucağı gibiydi.
Şermin, elinde birkaç bira kutusuyla sahilin kenarında kendini denizin kucağına bırakarak kentin sahibi gibi duran ışıkların denizin yüzüne düşen renklerini izlemeye başladı. Martıların zamansız uçuşları ve sesleri bile bu görüntüye yenik düşüyordu. Hatta sahil yolunda geçen arabaların ne sesleri, ne cisimleri ve ne de saygısız- zamansız korna sesleri Şermin’i kendisi ile olan randevusundan ayıramıyordu. Bütün bunlar Şermin için yaşamın vazgeçilmez aksesuarları gibiydiler. Zaten hayat da kimilerine göre böyleydi. Ve insanlar da bu aksesuarların birer parçalarıydılar.
Şermin de, kendisini o kimselerin hep yanında ve bu hayatın da içinde görüyordu.
Şermin, çok zengin bir ailenin tek çocuğuydu. Onun bu sosyal durumu kimilerine göre büyük bir şans olarak görülmüştü hep. Ailesi; zeytin bağları, arsaları ve turisttik otelleri olan varlıklı bir aileydi. O, böyle bir yaşamın içinde büyümüştü. Bu yüzden öğrenim hayatı hep özel okullarda geçmişti. Yüksek öğrenimini Fransa’da hukuk okuyarak tamamlamaya çalışıyordu. Tatil dönüşü, yurt dışında staj eğitimi gören askeri öğrenci Kenan ile aynı uçakta Türkiye’ye gelirlerken tanışmışlardı. Hem de bu tanışma binlerce metre yükseklikte, gökyüzünün mavi dünyasının beyaz kanatlı bulutlarında gerçekleşmişti. Ve zamanla bu tanışma karşı konulamaz bir aşkın da adı olmuştu. Kenan kısa süreli staj eğitimini bitirip kesin dönüş yaptıktan sonra Şermin onunla birlikte öğrenimini yarıda bırakıp Türkiye’ye dönme kararı almış ve nikâh masasına oturmuştu.
Kenan bir savaş pilotuydu. Ama Şermin eşinin mesleğini hiç sevmiyordu. Ne zaman söz Kenan’ın işinden açılsa içinden bir şeyler kopar gibi oluyordu. Ama bundan sonraki yaşamı bu duyguların birlikteliğiyle geçecekti. Şermin, eşinin görevi dolayısıyla bundan böyle tanımadığı birçok bölgede ve bu tehlikeli mesaiyle birlikte yaşamaya alışacaktı.
Şermin Kenan’dan ayrı kalmamak adına, yurt dışında yarım bıraktığı hukuk öğrenimini Türkiye’de tamamlamaya karar vermişti. Onun istek ve azmi geçte olsa yarım bıraktığı öğrenimini tamamlanmasına yardımcı olmuştu. Girdiği bütün mesleki sınavları kazanıp stajını başarılı bir şekilde bitirerek çok sevdiği ve hayalini kurduğu meslek olan Cumhuriyet Savcılığı’na ataması yapılmış, genç bir savcı olarak da görevine başlamıştı.
Kenan, dört çocuklu fakir bir ailenin son çocuğuydu. Ondan önce üç ablası vardı. Hepsi de evlenip gitmişlerdi. Yaşlı anne ve babası Manisa’nın merkeze bağlı köyünde yaşamlarını devam ediyorlardı. Bir kaç dönümlük zeytin bağları ile geçinip gidiyorlardı. Kenan pilot olduktan sonra yaşamları biraz daha düzelmişti. Ama onlar için maddiyet çok önemli değildi. Zaten parası, malı, mülkü olanlar da şimdi onlar gibi yaşlı ve güçsüzlerdi. Dünya malına daha fazla sahip olanlar için de hayatın her devresi vardı. Ama önemli olan eldekilerle mutlu olabilmekti. Onlar, çok güç şartlarda yaşamlarını devam ettirirlerken, çocuklarıyla da mutlu olarak yaşamlarını sürdürmeyi ihmal etmemişlerdi.
Zaten yaşlı bedenlerine inat, yüzlerindeki mutluluk hep genç ve diri duruyordu. Kenan daha ortaokuldayken askeri okullara girmeyi kafasına takmış kendini de buna ayarlamıştı. Onlar ve öğretmenleri de Kenan’ın bu isteğine yardımcı olmuşlardı. Nitekim Kenan isteğine kavuşmuştu. Bu sonuç Kenan’ı mutlu ederken, bu mutluluktan onlar da aile olarak paylarına düşeni almışlardı. Kenan okul yaşamındaki başarılarla dolu yıllardan sonra kurumu tarafından staj eğitimi için yurt dışına gönderilmişti. O, artık istek ve azminin birleşmesiyle doğan mutluluğu bulutların üstüne taşımıştı.
Kenan çocukken, köylerinin üstünden geçen savaş uçaklarının insanı sağır eden sesine her daim isteyerek ve gönüllü olarak kendini dışarı atar, o sesin sahibi uçağın peşine takılırdı. Bazen elindeki uçurtmayla eşlik ederdi. Kenan’ın bu çocukluk aşkı yarım kalmamıştı. Şimdi binlerce metre yükseklikte bulutların kanatlarında tutunurken, bu hayaline kavuşmuş mutlu biri olarak üstünden geçtiği bütün köylerin çocuklarını hayal etmekten kendini alamıyordu.
Ve kendi çocukluğuna geri gitmekten de…
2
Yaşam, kulağımızın dibinde çalışan yüksek sesli bir motorun çıkardığı ses kadar gürültülü devam ediyordu hep. Kimi zaman bu ses insanları rahatsız etse bile, o sesle birlikte yaşamayı istemenin arzuları da kaçınılmazdı. Ama önemli olan o sesin sesine, başka sesler katıldığında bile yaşamın sadeliğini koruyarak yaşamaktı. Bazen başka sesleri katarak, yaşamaya alışanlar olsa bile asıl olan o ilk sesi koruyarak, yalın haliyle yaşamayı bilmektir. Ama bazıları da başka seslere alışmış bir yaşamın kucağında kalmayı ve yaşamlarını da bu şekilde devam etmeyi becerebilmişlerdi.
Doğrusu bu daha zordu.
Belki de bunu kendi yaşamlarının kriteri haline getirenler, yaşama tutunmalarını da bu hesapta depolamayı bilmişlerdi. Kimi zaman bu hesap kabarsa bile, borcunu önemsemeyen bir borçlunun getirdiği alışkanlığın, umursamaz bir rahatlığıyla barışık olmuşlardı. Bu da insanların kendi ahlak yapılarına göre meşru olmakta ve haliyle de bir beslenme biçimi haline dönüşüyordu. Ama bu beslenme biçimlerini kimilerimiz istemesek bile, yaşam soframızda davetsiz bir konuk gibi gelebiliyordu. Kimileri de zaten dünden razıydı bu sofraya.
İstemek ya da reddetmek tercihi her zaman insanın elinde olmuyordu. Aşk gibi, yaşam gibi, sevmek- sevilmek gibi, ağlamak gibi, ölmek gibi…”Hem ben âşık olacağım demekle ve sipariş verircesine kim âşık olabilmişti ki bu güne kadar? Aksini iddia edenler sadece bir ilişkiden öte bir şey yaşamadıklarını geç de olsa anlıyorlardı. Yaşarsın ama hissedemezsin. Ayrılınca yüreğinin sesini duyamazsın. Yaşanmış bir ilişki olarak anımsarsın hep. Eğer ki aşksa; anımsamaktan öte yüreğinin sesiyle uyanırsın hep. Yüreğinin muhalefetine ve başkaldırılarına karşı gelemezsin. Bunları unutamazsın. Zaten aşk unutmamaktır.”diye kendi duygularıyla kendini test edercesine sesli düşünüyordu, her gün karşısına geçip saatlerce dünyasını izlediği penceresinde.
Bunu, savcı Şermin yaşamın ani vuruşlarında hep hissediyordu. Eşi Kenan yanı başındayken bile sanki uzaktaymış gibi onu hep özelercesine an’larını böyle yaşıyordu. Belki de yaşamın getir ve götürleri hep bir aradayken, sesler daha gür çıkıyordu. Çünkü o yakınındaki, sahibi olduğu bir duyguyu bile uzaktaymış gibi içine özlem katarak yaşayanlardandı.
Belki de mutluluk reçetesi buydu.
Şermin genç bir savcı, eşi genç bir savaş pilotuydu. Biri insanlara adalet, diğeri insanların barışı için savaş hesabına çalışmaktaydı. Birinin bir cümlesiyle insanlar özgür ya da mahkûm olurken, diğerinin bir dalışıyla belki de canlılar, en doğal yaşam haklarından mahrum kalabiliyorlardı. Ama bu çelişki yumağıydı belki de onları bir araya getiren. Doğanın dengesi gibi. Zıtlıklar kümesinde yaşamlarını sürdürenlerin varlığı gibiydi, onları bir arada tutan.
Geçen günler, aylar ve yıllar, Şermin ve Kenan için her daim yaşamlarının en derinliğinde aşk sözcüklerinin habercisi olmuyordu maalesef.
Şermin, eşinin bazen yaptığı akrobat gösterilerini bile izlemeye gitmezdi. Bu hareketler onu, son derece korkutuyordu. Bu duygularını da Kenan’la paylaşırdı. Hatta bir keresinde Kenan’a “bu gösterilerde çarpışan iki savaş uçağını televizyonda izlerken sabaha kadar uyuyamadığını”
Söylerken gözyaşlarını tutamamıştı. Kenan da bu duygu karşısında ona sıkı sıkı sarılarak,
“-Canım bu olaylar her zaman olacak değil ya… Ona bakarsan kara yollarında her gün onlarca kaza oluyor. O zaman ben de senin arabayla işe gidip gelmeni saplantı haline mi getireyim? Bunları düşünerek kendini ve beni neden üzüyorsun.” Diyerek kendisini teselli etmeye çalışmıştı. Ama o yine de
” -Bilmiyorum Kenan, senin bu işin beni çok endişelendiriyor “ diyerek
Yüreğinin derinliklerinden gelen, kendini rahatsız ve huzursuz eden bu duyguları Kenan’la paylaşmıştı.
3
Sabahın ilk saatlerinde emniyet güçleri tarafından şehrin en işlek caddesi üzerindeki binanın etrafı sarılmıştı. Emniyet güçleri, yasadışı bir örgütün hücre evi olarak kullandığı bir daireyi takibe almış ve operasyona hazırlanıyorlardı. Mahalle sakinleri günün bu ilk saatlerinde karşılıklı sıkılan silah sesleriyle uyanmaya başlamışlardı. Megafonlardan yükselen “teslim ol” çağrıları ve silah sesleri birbirine karışıyordu. İnsanların gözü önünde operasyon devam ediyor ve caddelerin sessiz bedenleri mermi sesleriyle irkilmeye başlanıyordu. Her yer barut kokmaya başlamıştı. Uykularının en derin yerinden uyanan insanlar, şaşkın bakışlarla olup bitenleri izlemeye başlamışlardı. Hatta bazıları da cep telefonlarıyla görüntü alma peşindeydiler, tehlikeleri umursamadan.
Saatler süren çatışmadan sonra operasyonun bittiği ve hücre evinde bulunan iki örgüt mensubunun ölü olarak ele geçirildiği anonsu yapılıyordu. Şimdi cesetler savcının olay yerine gelerek yapacağı incelemeden sonra morga kaldırılacaktı. Aradan geçen kısa bir süreden sonra nöbetçi Savcı Şermin olay yerine gelerek incelemelerine başladı. Belli ki geceyi uykusuz ya da az uykuyla geçirmişti. Ne de olsa bu olay kendi görev sınırlarının içindeydi ve önemli bir olaydı. O, bu mesleğin içine girdikten sonra mesleğin gerçek güçlüklerini anlamıştı. İstemek ile yaşamak arasındaki farkını da ancak bu şekilde daha iyi anlamıştı. Bazen “keşke her şey insanın istediği ve hayal ettiği gibi kalsa “diye de söylerdi. Ama yaşamın en büyük ve kayda değer tarafı da sanırım buydu. İnsan hayal ettiği ile hayalini etmekte zorlandığı arasında bir yerde kendini buluyordu hep. Zaten sınırı bulduysa insan, hayalini de tüketirdi. O zaman hayal ettiği ile yaşamaya başladığının sınırı da tükeniyordu kendiliğinden.
Mermilerden tanınmayacak durumda olan cesetlerin başında, ölümün yüzü cesetlerde tüm sıcaklığıyla yaşanırken, günün bu ilk saatleri Savcı Şermin’e bir başka sıcak ölümün taze haberini getirecekti. Şoföründe bulunan çantasının içindeki cep telefonu çalmaya başladı. Telefonda zil müziği olarak çalan o türküyü çok seviyordu. Çünkü bu türkü eşi Kenan ile onun çocuğu gibiydi. Bazen kurdukları çilingir sofralarında bu türkü onlarca kez çalar dururdu. Onlar da eşlik etmekten asla imtina etmezlerdi. Kenan’ın davudi bir ses tonu vardı. Şermin bu sese bayılırdı zaten. Kenan’a eşlik ederek birbirlerine sarılıyorlardı her defasında. Hatta bir defasında Kenan’a dönüp,
”-Kenan biz türkünün tersini yapıyoruz. ”
“-Neden hayatım ?”
“-Baksana türkü de,” işte gidiyorum çeşm-i siyahım “diyor, bizse ona inat birbirimize sarılıyoruz.”
Kenan bu sözler karşısında Şermin’e ani bir hareketle sıkı sıkı sarılarak,
“-Hadi şimdi git gidebilirsen “diyerek espri yapmıştı.
Çalan telefon zamansız ve uygunsuzdu. Şermin ‘de hiç sevmezdi aslında zamansız ve uygunsuz olan her şeyi. Telefonu çantasından çıkarmasını istedi şoföründen.
”-Arayan kim ?”
“-Kayıtlı bir numara değil efendim.”
“ -Bana verir misin ?”diyerek uzatılan telefonun yes tuşuna dokunarak,
“-Alo…”
”- ALooo… Savcı Şermin Hayal Hanım ile mi görüşüyorum?”
“-Evet. Buyurun! Ben savcı Şermin Hayal.”
“-Nasıl söylesem bilmiyorum. Hava kuvvetlerinden arıyorum, Başınız sağ olsun. Eşiniz Kenan Hayal, sabaha karşı yapılan bir eğitim uçuşunda maalesef Şehit oldu.“
Ölüm Savcı Şermin’i, ölüm kokusunu hissettiği anda ve ölümle iştigal halindeyken yakalamıştı. Hem de sabahın ilk ışıklarıyla. Ölümün sıcak yüzü dairede dolaşırken, diğer yanda telefonun diğer ucunda tanımadığı bir sesin ulaştırdığı, soğuk ölümün yüzü öksüz bir çocuk gibi duruyordu. Şermin sorumluk bilinciyle metanetini koruyup görevini tamamladıktan sonra olay yerinden ayrılıyordu. Sabahın bu ilk ışıklarıyla yol alarak içinden;”keşke şimdi bir daha telefonum çalsa da, bu bir şakaydı. Acı bir şaka, hatta eşek şakası… Aslında yaşam da bir şakaydı zaten. Hiç umulmadık anda bize sürprizlerini sunmaktan utanmayan bir şaka …”diye düşünürken, arabanın penceresinden dışarıya baktığı yol utancından, Şermin’in bu hüzün dolu gözlerinde büklüm büklüm oluyordu.
Zaman, şimdi tercih etmediği bir yaşamın kucağına konuk ediyordu kendisini. Uykusuz gözleri yaşamın bir başka rengini görmeye hazırlanıyordu. Bu randevuya hazırlıklı olmasa bile bu göreve geldiği günden bu güne. Onun her daim yanında olan; bir ağabey, bir baba gibi değer verdiği, sevdiği ve güvendiği emekli zamanı çoktan geçmiş ama çocukları okuduğu için çalışmak zorunda kalan, kıt kanaat geçimini sağlayan şoförü Kerim Amca bu durumun vahim ve sıradan bir olay olmadığını anlarcasına cesaretini toplayarak:
“-Savcı Hanım ne oldu? Sizin böyle üzgün halinizi ilk defa görüyorum. Ve gözyaşlarınızı da… “
demekten kendini alamamıştı.
Savcı Şermin, babası kadar sevdiği şoförü Kerim’e dönerek
“-Bundan böyle benim için hayat yok…! Çünkü artık Kenan yok… Bundan böyle yarım kalmış bir hayatın konuğuyum ben Kerim amca.”
diyerek gözyaşlarına engel olmayı ve gizlemeyi beceremiyordu. O, artık şu andan itibaren bir savcı değil; bir eş, bir yürek ve duyguların emrinde olan biriydi. Şoförünün bu sorusuyla yüreğinin içindeki bütün kaleleri yıkılmış, bir çaresizlikle haykırmak ve azda olsa içinden geldiği gibi konuşmak istiyordu. Şoförü Kerim amcaya dönerek,
“-İnsan yüreğiyle mi, aklıyla mı yaşar, Kerim amca? Ben şimdi inanıyorum ki insanlar daha çok yürekleriyle yaşıyorlarmış. Bak işte yüreğim benden gitti. Oysa bu yürek benim için yaşama tutunmaktı. Aklımın hiçbir anlamı kalmadı artık. Yoksa yürek olmasaydı ben Kenan’ı nasıl bulacaktım. Demek ki bugüne kadar yüreğimin adına yaşamışım. Şimdi aklım bana ne verebilir, ne söyler ve nasıl ikna eder beni? Kenansız bir yaşamı nasıl yeniden sevdirebilir bana? Bunu bana nasıl kabul ettirebilir, söyler misin, söyler misin Kerim amca?”
Şermin’in sesi arabanın içindeki sessizliği parçalayıp geçiyordu.
Şermin’in çok sevdiği bu yaşamı, bundan böyle Kenansız geçecek bir yaşam olacaktı.Başını arabanın camına dayayarak, gözyaşlarıyla barışık bir halde ilerlerken “demek ölüm birileri için ölümle geliyordu. Yıllar sonra bunu da öğretecektim” diye düşünürken gözlerinde ilerlediği yolun şeritlerinde kendini yitirmiş bir nesne olarak görüyordu. “Benim için yaşamın adı bundan sonra Kenansız bir yaşam olacaktır.”diye düşünmekten kendini alamıyordu.
4
Vapurun sesi, denizin usulca uzanan bedenine karışarak sahilden uzaklaşıyordu.Şermin, kalabalıkta gezen yalnız ruhunu arar gibi ,gözlerini giden vapurun ardından yeniden sahildeki kalabalığa çeviriyordu.Bir anda kendini sahilin kalabalıklarındaki yalnızlıklara bırakarak kendisine yakın bir yerde oturan genç adamı izlemeye koyuluyordu.Oysa Kenan ‘dan sonra gözüne görünen hiçbir erkeği bugüne kadar fark etmemişti bile.Çünkü o, gören gözünü yitirmişti .Ya da bir yerlerde unutmuştu yıllar önce.
Bu esrarengiz adam; düz kumral saçları, hafif kirli sakalı, esmer teni ve bir seksen boylarındaki yapısıyla başını öne eğerek bağdaş kurmuştu. Ve sanki Şermin’in unuttuğu duygularının yeniden hatırlanması için bu sahile gelmişti. Ve yüreğine bir şeyler hissettiriyordu. Şermin, farkında bile olmadan bu adama odaklanan gözlerini ayırmak istedi.. Ama Kenan’ın gidişiyle birlikte yitirdiği gören gözünü, o esrarengiz adamla yeniden buluyor gibiydi. Oysa aradan dokuz yıl gibi uzun sayılabilecek bir süre geçmişti.
Bir an ona daha yakın bir yerde oturmak istedi. Kısa bir gel –git yaşadıktan sonra yerini değiştirerek, bu sahile geldiği andan itibaren düşünceli tavrı ile adeta denizle hasbıhalde olan bu adamı izlemeye başladı. Ama bu esrarengiz adam bu tavırların farkında bile değildi. Belli ki mutlu yaşam, onun için de şimdi başka diyarlarda seyahatteydi. Şermin kendisine biraz daha yakın oturup, tanışmayı konuşmayı geçirdi içinden. Ancak bunun için kendini hazır hissetmiyordu. Ama yüreği bir şeyler bulduğunu hissetmeye başlamıştı. Çünkü siması Kenan’a çok benziyordu. Gecenin kararan yüzünde bile bunu görebiliyordu. Hatta boyunu bile tahmin edebiliyor ve Kenan’ın boyu ile kıyaslayabiliyordu. Aslında Şermin yalnızca gören gözünü yitirmemişti, cesaretini de yitirmişti. İstediği halde bir türlü yakınına kadar sokulduğu bu adamla konuşmaya, tanışmaya cesaret edemiyordu. Kendisini kanadı kırık ve yaralı bir kuş olduğunu düşündü. Yaraları her geçen yıla inat hala kanıyordu. O esrarengiz adamın üzerinde takılı kalan bakışlarını ani bir hareketle çekerek, tekrar denizle olan randevusuna kaldığı yerden devam etmeye başladı.
Bu esrarengiz adam, sigarasına son yudumu çektikten sonra elindeki izmaritten bile öç almak istercesine öfkeli bir duyguyla izmaritini var gücüyle denizin yüzüne fırlattı. Bu tavrı bile başının belada olduğunu gösteriyordu. Sonra oturduğu yerden kalkarak etrafına bakmadan; düşünceli ve biraz da tedirgin bir halde gidişi, bir kaçışın adı gibiydi. Yürürken kollarını yana bırakarak hızlı adımlarla sahilden uzaklaşması bile sıradan değildi. Arada bir ellerini yeşil renkli keten pantolonunun ceplerine koyup çıkartarak bir şeyler arıyor gibiydi. Şermin tanımadığı bu adamın arkasından bir an gitmek istedi. Hatta “neden kendisinde bir şeyler hissettiğim bu adamla konuşmadım “diye düşünmeye başlıyordu. Sanki haklı olduğunu; başta yüreği ve sonra da aklının ortak sesini duyar gibi oluyordu. Zaten yaşadığı bütün anlarda yüreğinin sesini hep dinlemişti. Ama bazen de bu ses, anahtarı kaybolmuş bir sandıkta hep tutsak olmuştu. Belki de bu sandığın anahtarını kendi elleriyle bir köşede saklamış bir türlü de hatırlayamıyordu. Sanki bu adam Şermin’in bir yerlerde unuttuklarını kendisine hatırlatmak için bu sahili seçmişti. Ama Şermin bu duygularla uğraşırken, bu esrarengiz adam önce sahilden sonra da Şermin’den yavaş adımlarla uzaklaşmaktaydı.
Şermin gözlerden uzaklaşan ve sahildeki kalabalığın içine karışıp adeta kaybolan adamın gidişini izlerken kendini yeniden yitirmiş duyguların kucağına teslim ediyordu. Gözlerini o esrarengiz adamın yok olan görüntüsünden çekerken, simasını adeta unutmamak için anımsayıp yeniden hayal etmeye başladı. Sonra yeniden gözlerini denize çevirip vapurların denizle olan randevusuna koyuldu.
Gecenin bu geç saatinde bile martılar, denizin gerçek sahipleri olduklarını sahilde kalabalıkta, yalnızlıklarıyla baş başa olan insanlara anlatır gibiydiler. Şermin sanki denizin kararan yüzünde, biraz önce kendi gözleriyle yitirdiği adamın simasını görür gibi oluyordu. O esrarengiz adamın iri kahverengi gözleri, kirli sakalı ve kumral saçlarını denizin kendi yüreği gibi kararan yüzünde görerek yeni bir yaşamı keşfeder gibiydi. Son sigarasını paketten çıkarıp gecenin bu son dakikalarına yakarak, son birasını da denizin yüzündeki mutluluğa kaldırıp, denizle olan randevusunda yitirdiğini sandığı yürek sesinin ölmediğini, gecenin bu çıplak ve hüzünlü yalnızlığına haykırmak istiyordu. Kendini, o esrarengiz adamın gözden kaybolduğu yola bırakıp, kalabalıklardaki yalnızlıkların içine sürüklemekten başka şansı yoktu. Zaten o ,yaşamı boyunca hep bu şansın şanlısı olmuştu. Geride bıraktığı deniz, vapurlar, martılar, boş sigara paketi ve bira kutuları yalnızlığının arkasında birer şahit gibi duruyorlardı.
Gecenin serinliği üşüyen ruhuna ulaşmaya başlamıştı. Kazağını sırtına geçirip iki kolunu birbirine geçirerek yılların hüzünlerini, kederlerini, parçalanmış mutluluklarını, yarım kalmış duygularını adımlarına havale etmekten başka şansı olmayan bir eda ile sahilden uzaklaşıyordu. Ama yıllar sonra gelen ve unuttuğu yürek sesini ona hatırlatan bu esrarengiz adamı yitirerek, şimdi yeniden yarım kalmış duyguların konuğu oluyordu.
İçinden;
”hayat, sen benim için yarım duyguların adresi misin hep? Neden insanlar bu kalabalıkların içinde yalnızlığa mecburlar? Ve neden yalnızlığın sesi, kalabalıklar içinde daha gür çıkmaktadır? Ve neden payımıza hep yalnızlık ve yarım kalmış hayatlar düşmektedir? Neden, neden… ? Şimdi anlıyorum ki hayat bundan böyle acılarımdan, yalnızlıklarımdan ve yarım dünyamdan ibaret olacaktır.”diyerek şehrin yalnızlığa demlenmiş ruhuna adımlarının sesini emanet ediyordu. Ve kalabalıklardaki yalnızlıkların içinde yarım dünyasıyla birlikte gözden kaybolarak;
“hayat kısa metrajlı bir film gibi aslında. Beyaz bir bulutun kanadında başlayan bir yaşam, yine bu kanatların bir ucunda yarım kalıyordu.”
diyerek kendini o esrarengiz adamın gittiği güzergahtan şehrin kendisi gibi duran yalnızlıklarına teslim ederek gözden kayboluyordu.
Not:Yakında çıkacak öykü kitabımdan....