KAN KOKUSU - Güzel ve Eski (I.Bölüm)
KAN KOKUSU
Güzel ve Eski
“İlk düşüşümü hatırlıyorum. Henüz 3 yaşındaydım, elimdeki yoyo ile oynuyordum.”
Bera – Ahter – Efsun adını verdiğim üç ağaç arasından uzanan eğri yolda düşündüklerim 3 yaşından kalma anılarımdan ibaret. Yüzüme vuran bu yumuşak rüzgarın, beni eskilere çok eskilere götüreceğini tahmin edemezdim, üstelik 30 yıl sonrasında…
Bir asırı geçmiş bu yaşlı ağaçların arasından her geçişimde ilk düşüşümü hatırlıyorum. Henüz 3 yaşındaydım elimdeki yoyo ile oynuyordum. Toprak yüzeyin üstüne çıkmış ağaç köklerinin birine takılmıştım. Düştüğümü bile anlayamadan kendimi büyükannemin kollarında bulmuştum. Belki de bu yüzden hiç ağlamaya fırsatım olmamıştı. Görüntüler o kadar hızlıydı ki çocuk aklıyla bunu analiz edememiştim.
Büyükannemin kucağında kendimi bulduğumda, göz kapaklarımı hızlıca kapatıyordum esen rüzgara. Büyükanneme has o kokuyu ciğerlerimde hissettiğimde, ne olursa olsun hiçbir şeyin bana zarar veremeyeceğini düşünürdüm. Tüm hayatım boyunca o kokuyu hissetmek için neler vermezdim. Yıllar sonra adını öğrendiğim “Güven” kokusuydu, büyük annemin naneli teninin kokusu…
Bera – Ahter – Efsun üçlüsünün birkaç adım ilerisinde yetiştirdiği naneleri. Kendine ait bahçe kıyafetleri ile yaz günlerini yeşillikler arasında geçirirken, büyükbabamı da o çakmak gözleriyle inceden inceye süzmeyi de ihmal etmezdi. Büyükbabam da ona ela gözleriyle karşılık verir, evimizin balkonundan tüm gün büyükannemi sonsuz şefkatli yüreğiyle izlerdi.
İkisinin arasında olan sevgi dışında bambaşka bir bağ vardı. Aralarında 15 yaş fark olmasına rağmen birbirlerine davranışlarında yılların farkı yoktu. Şanslı sayılırdım ki onlarla birlikte büyüdüm. Yarım asırı deviren bu iki yaşlı devin beni 3 yaşından 18’ime kadar annem ve babam gibi olmalarıydı beni onlara bağlayan. Üniversite eğitimim için terk ettiğim bu küçük kasabada öyle çok hatıralar bıraktım ki. Yalnızca tatil dönemlerinde gelip kısa süre sonrasında dönmek zorunda olduğum bu büyük evimizi çok özlüyordum. Hem çalışıp hem de okumak ağır geliyordu duyduğum özlemle birlikte. Onlar da bu durum için biraz üzülseler de bana belli etmiyorlar, geleceğim için daha da destek olmaya çalışıyorlardı. Ailemi kaybettiğimden beri onlarla birlikteydim.
Evin içinde prensesler gibiydim. Evin içinde diyorum çünkü bu durumu dışarıda kıskanan Bera Ahter Efsun üçlüsü vardı. Aralarından geçmeye kalkıştığımda düşmeme sebep oluyorlardı. İlk kıskançlıklarını buraya geldiğim gün yapmışlardı. 3 yaşındaydım aradan tam 30 yıl geçmesine rağmen hala kıskançlıkları sürüyor olmalı. Baksanıza, şimdi bile sendeledim geçerken. Artık düşüremiyorlar.
Aslında bu tümseği birkaç kazma kürek darbesiyle halledebilirim. Belki de daha fazla vurarak bu tümseği yok edebilirim. Ama bunu yapmak istemiyorum. Yıllık iznim için kaçtığım bu küçük kasabada, dikkatsizliğim yüzünden kırdığım küçük serçe parmağımla bunu yapamam.
Sol elimin serçe parmağı ne çok çekti benden. Niğde’ye gelmeden önce, henüz bir ailem varken, Aydın’daki evimizdeydik. Babamla birlikte tavşanlarımız için yapılan küçük evin kilidini takıyorduk. Yaramaz bir çocuk olduğumdan mıdır, yoksa babamı taklit etme gereğinden midir, bilemiyorum ama kilidin üstüne elimi koymamla çekicin parmağıma vurması bir oldu. Tüm vücudumda hissettiğim karıncalanma ve acıyı şimdi bile iliklerime kadar hissedebiliyorum. O kilit yüzünden parmağım kanamıştı. Küçük ve ince adeta solucanı andıran serçe parmağımı büyük dikkatle inceleyen babamı izlerken de hiç ağlamamıştım. Ailemin tüm acılarımı dindirdiği bir gerçek sanırım. Canımın yanmasına rağmen hiç ağlamamıştım. Gerçi çocukken bu duruma ağlamayan ben, 33 yaşında koca insan, serçe parmağımı sargıya almaya çalıştıklarında hüngür hüngür ağladım. Beni ağlatan parmağımın acısı değil de, etrafımda ailemden birileri yerine beyaz kıyafetli doktorların hemşirelerin olmasıydı.
Büyüdükçe çocuklaştığımı düşünürdüm, tam tersine hiç büyümemişim meğer. Bunun parmağımla bir ilgisi yok tabiî ki. Lunaparkta çocuklardan daha çok eğlendiğim için söylüyorum. Hatta parkta yaptıklarımı bir çocuk yapsa kesinlikle annelerinden ceza alırlardı.
Niğde’nin Çiftlik Kasabası’nda kurulan ucuz eğlence yerine gitmeyi, geldiğim ilk gün planlamıştım. Arabamla kırmızı ışık ihlali yapmamak için durduğumda yolun sağ tarafında tel örgülerle çevrilmiş, geniş arazi içine kurulan lunaparkı gördüm. Bilinçsizce ellerimle alkış tutarken dikiz aynasından kendime yakalanmıştım. Öyle utanmıştım ki. Etrafta kimse olmamasına rağmen neden utandığımı hala çözemedim. İş hayatında kendimi, ağırbaşlı olmaya o kadar zorluyorum ki, kahkahalar attığımda kendimi suç işliyor gibi hissetmem normal olsa gerek. 24 saatlik günün 18 saatini çalışarak geçirdiğim için bu asık suratlı halim üzerime yapıştı. Çalışıp aynı zamanda okumaya devam ettiğim gençlik dönemimde yaratmıştım bu karakteri. Bugünkü başarım ve saygınlığım bu sayede olmadı mı zaten?
İstanbul’a ilk geldiğim gün büyükbabamın telkinleri ile ayakta durmaya direndim. Bu kadar yol aşabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. İstanbul Üniversitesini kazandığımı söyleyen dedemin heyecanını dün gibi hatırlarım. Bera Ahter ve Efsun kardeşlerin karşıladığı evimizin balkonunda oturuyorduk. Komşularımız, Melehat, Zaide, Nezaket Hanımlar da katıldığı şen kahkahaların sıkça atıldığı yaz kahvaltılarından biriydi. Büyükbabam koşarcasına çıktığı eğri yoldan heyecanla bana bağırdı. Bir elinde kağıtlar, “Kazandın, kazandın!” diyordu. Nefes nefese kalmış yaşlı bedenine sarılmak ne mutluluk vericiydi. Bizi ayıran bu kağıtların vereceği hüznü hiç düşünmemiş olacaktı ki, gözlerinin içi ışıl ışıl bakıyordu. Büyükannem ise tam tersi, ayrılacağımızı aklına getirip gözleri doluyordu. Büyükannemin en büyük kuralı içindeki duyguları belli etmemekti. Bu kural o sabah biraz yıkılmıştı sanki.
Bazen içindeki hisleri belli etmenin zararı ve yarası çok büyük olabiliyor. Bunu anladığımda 24 yaşındaydım. Bu kuralın neden bu kadar önemli olduğunu anladığımda büyük babam bize veda etmişti. Sonsuz bir yolculuk için toprakla bütünleşmişti vücudu. O gittiğinde verdiğim sözlerin hiçbirini unutmadım. İnsanoğlu bu, her şeye alışıyor doğrusu. Büyükannemle bir araya geldiğimizde içimizdeki hüzün gözyaşına dönüşüyordu. Eminim bir yerlerden bizi izleyip bize içten içe kızıyorsundur büyükbaba.
Büyükbabamla ilk ciddi konuşmamızı üniversite için gitmeye hazırlandığım gün yapmıştık. Hiçbir zaman unutulmaya fırsat bırakmayacak duygular içinde geçen konuşması.
“Hayat, başladığın gibi sona eren bir olgu değildir. Temiz başlarsın dünyaya, melek gibi derler yeni dünyaya gelenlere… ama melekliğini kirletenlerden olma. İyi başlayan her şey iyi sonuç alamıyor bazen. Buna sebep nedir, nasıl böyle oldu, eyvah diyerek yakınmak yerine, yanıt aradığında sonucu değiştirecek sorular sormalısın kendine ve cevabı yoksa hiçbir sorunun başa sarıp yineleme. Yeniden yeniler için mücadele et. Asla arkaya bakma. Buradan gittiğinde yalnız kalacaksın, tek başına vermen gereken kararlar olacak. Doğru olduğunu düşündüğün şeyler için adım atmaktan asla korkma. Tüm bu sorumlulukları yerine getirirken de asla hayatın güzelliklerini kenara atıp sonraya bırakma. Çünkü; bugün, dün olduğunda gelecekse yarın, aradığın ne başarı olacak ne de kaygıların. Mutluluğunu sorgulayacaksın geçmişte. Mutluluğu yaşayarak saklarsın dünlerde. Kenara atıp, sonra yapılır, diyerek değil. Bu söylediklerimi de sakın unutma olur mu tavşanım?”
Unutmadım büyükbaba.
Büyük babamın bu sözlerini hiç unutmama rağmen, hayatın yaşanması konusunda çok iyi olamadım. Zamanın sınırlı olması ve yapılacak onca şeyin bulunması…. Evet, bunların hepsi birer sebep. Yalnızca günlük hırslarım yüzünden mutluluğu tepmiş olmanın farkına varmışlığı ile lunaparkın altına üstüne getirdim. Bununla da kalmadım tabii ki, serçe parmağımı kırdım. Sevgili patronuma şimdilik kapıya sıkıştı mazeretini sundum. Böylelikle iki günlük kaçış yolculuğumun süresi üç gün daha uzamış oldu. Ne sekreterim, ne patronum, ne genel müdür yardımcılarımın hiçbiri burada olduğumu bilmiyor. Kötü bir yönetici miyim dersiniz?
Mesleğimden bahsetmemiş olduğumu biliyorum. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiyken, sonradan aldığım kararla Uluslar Arası İlişkiler bölümüne geçtim. Bu elbette çok kolay olmadı. Şu anda düşündüğümde aldığım ücret, tüm zahmetlere değecek değerde. Kendime ait evim, arabam ve İzmir’de yazlık bir evim var. Tüm bu varlık beni mutlu etmiyor. Çünkü bunları paylaşabileceğim bir aileye sahip değilim.
Etrafınızda koşup eğlenen çocuklar, kahkahalar atıp dikkati üzerine çeken anne babaları görmenin sonucu bu. Yoksa çalışmakta olduğum şirketin işleri öyle yoğun oluyor ki, ailemi düşünmeye fırsatım olmuyor. Tabii ki buna karşı değilim. Aksine beni memnun ediyor, düşünemiyor olmak. İnsan üzüntüleriyle birlikte başarıyı aynı anda taşıyamıyor sırtında.
Lunaparktaki adamın kızına söylediği sözler geldi aklıma; “Hangisini istiyorsun tatlım? Hepsine değil sadece birine sahip olabilirsin.” Küçük kızına şimdiden öğreti olarak aşılıyor bu gerçekleri. Tüm aşamaları geçen koca bebek ben, atlı karıncaya bindiğimde üstümdeki bakışları bu yüzden önemsemedim. “Utanacak mısın? Eğlenecek misin? Yalnızca birine sahip olabilirsin tatlım.” Diye söylendim kendime ve “Eğleneceğim!” dedim.
Atlı karınca, balerin, gondol, çarpışan arabalar, hedef vurma, uçan balonlar… hepsiyle tüm günümü harcarım diye düşünüyordum. Aksine… tüm bu saydıklarımı defalarca tatmama rağmen, yalnızca 3 saatimi harcamıştım. Tatilimi doyarak yaşamak istiyordum ama ne ile doyacağımı bilmiyordum. Otele geri dönüp dinlenmenin iyi olacağını düşünüyordum ki, o sırada yanımdan geçen macun satan adama gözüm takıldı. Çocukken şeker, çikolata gibi tatlıları yemek büyük yasaklar arasında yer alıyordu. Böyle bir lezzet nasıl yasak edilir anlamıyorum. Gizli gizli çikolata yerken yakalandığım çok olmuştur. Şen kahkahalar atarak kahverengiye dönüşmüş dişlerimle sırıtırdım büyükbabamla büyükanneme.
Güzel ve Eski olan her şeyi özlüyoruz sanırım. Şimdi oturduğum bu sert sandalye üzerinde bunları yad etmek ne hoş. Keşke bir hapishane odası yerine, ailemin olduğu bir evin odasında bunları yazıyor olsaydım. İnanmak istediğim tüm bu güzel anılar, keşke benim olsaydı. Keşke bu anlattıklarım gerçek hikayelerim olsaydı.
Ne yazık ki hiç bu kadar güzel ve eski hikayeler biriktiremedim ben hayatımda.
“İlk düşüşümü hatırlıyorum, henüz 3 yaşındaydım. Elimdeki silah ile oynuyordum. Toprak yüzeyin üstüne çıkmış ağaç köklerinden birine takıldım. Yaralandığımı bile anlayamadan kendimi büyükannemin kollarında buldum. Belki de bu yüzden hiç ağlamaya fırsatım olmadı. Ailemin öldürülüşünü izleyip yasını tutmak istemedim belki de. Görüntüler o kadar hızlıydı ki, çocuk aklımla analiz etmek ne mümkün… şimdi düşündüğümde idrak edebiliyorum her şeyi. Büyükanneme has o kokuyu asla unutamam. Yıllar sonra öğrendiğim “Kan Kokusu”ydu kokladığım. Bera Ahter Efsun üçlüsünün arasında yatan 4 cesede takılmıştı ayağım. Büyükbabam, Kardeşim, Annem ve Babam.”
“Hangisini istiyorsun? Hepsine değil yalnızca birine sahip olabilirsin tatlım? İntikam mı, Unutmak mı?”
“İntikam!”
Efruz Bera Ahter – 33 Yaşında – Bekar – Bayan – 15-05-1997
Ailesini öldürüp Bayan Efruz Bera Ahter’i çocuk esirgeme kurumuna yollayan Büyükannesi Zerrin Barutçu’yu, parçalayarak öldürdü ve parçalarını lunaparkta sakladığını itiraf ettikten sonra, getirildiği cezaevinde intihar etti. Ailesini öldüren katili parçaladığı için mutlu olduğunu dile getiren yazısı ve tuvalet kağıdına yazdığı bu notlar yatağının üzerinde bulundu.
Cenazesi Zincirlikuyu kimsesizler mezarlığına defnedildi.