Nevin
Aynı albümü üst üste kaçıncı kez dinlediğini unutmuştu. Arada bir olan uyuşma halinde balkonda aynı sandalyede ve sağ dizi bağrına yaslı, gözleri dalgın basgitarcıların hepsinin neden bu kadar etkileyici olduğunu düşünüyordu. Ayrılmalarının üstünden bir yıl geçmesine rağmen, eski sevgilisinin asıl mesleği olmamakla beraber basgitar çalıyor olmasının onu seçme kararına katkısını, kendindeki bu gizli hayranlığa bağlı yanlış bir karar olduğuna inanacak kadar sımsıcaktı hasreti. Ondan sonra henüz ciddi bir ilişkisi olmadığına bakılırsa aşklarının büyüklüğünü mü, kendisinin daimi şapşallığını mı kanıtlanmıştı bilemiyordu. Daha küçük bir kız iken ablası ile ilk kavgaları da bir müzisyen için olmuştu. O zamanlar moda olan odaya poster asma sevdası onları da sarmıştı, ancak en büyük duvara kimin hayran olduğu adamın posteri asılacaktı konusunda büyük bir kapışma olmuştu. Halen unutamadığına bakılırsa kızgınlığı geçmişse de kırgınlığı sabit kalmıştı. Ablası Elvis kendisi Beatles-tabi ki Paul- hayranıydı. Yoksul olmalarına karşın babaları kırmayıp onlara teyp çalar aldığında ne yapıp edip –yasak olmasına rağmen- kasetler doldurttukları –ki orijinalleri ateş pahasıydı-Mert Müzik geldi aklına. Her fırsatta gidip sadece görmekle yetindiği dükkân sahibi de Beatles hayranıydı, favorileri saç şekli ile de, her gittiğinde çalan Paul-John şarkılarıyla da bunu belli etmekten çekinmiyordu. Çekinebilirdi çünkü o dönemlerde politik gençliğin dinledikleri, beğendikleri şarkıları çalması konusunda yapılan baskı hiç de azımsanacak gibi değildi. Hazırladıkları listeyi ona verdikten sonra normalde iki üç gün beklemeleri gerektiğini söylediğinde, nasıl yalvarıp, şirinlikler yapıp sonunda onu akşamüstüne razı ettiklerini hatırlayıp gülümsedi. Bazen listelerinde o kadar ilginç şeyler oluyordu ki Mert bir keresinde şaşırmakla hayranlık arası bir duyguyla, yarı şaka yarı ciddi olarak çıkma teklif etmişti. Kime diye sorduklarında ise listeyi hazırlayana demiş, kızları zor durumda bırakmıştı. Beraber hazırladık dediklerinde ise bir hafta senle, sonra da senle çıkarız dediğinde gülüşerek konuyu geçiştirmişlerdi. Çünkü Mert evliydi, hoş doğru dürüst eve gitmiyordu ama yine de uzak durmak için yeterli sebepti, hem onlardan en az on yaşta büyüktü. Bu yarı şaka yüzünden Serap’la aralarında soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı, ikisinden biri aradan çekilirse dahi henüz bir de karısı olduğu düşünülürse o yaşta ne kadar saf olduklarını daha iyi anlıyordu. Ama o saflığın kendi özünü oluşturduğu için o zamanlara, bu değerleri aşılayan tüm büyüklerine ve elbette ki biricik annesine olan minnettarlığını bir kez daha anımsadı. Ağlamaklı olduğu sırada Because çalmaya başladı. Her dönemde en sevdiği şarkıydı bu. Yeniyetmeliğinde, ilk terk edilişinde, evlilik döneminde ve şimdi…
Herkesçe bilinen şarkılarını elbette seviyordu, ama onun el değmemiş, gün ışığı görmemiş şeyleri keşfetme arzusu ile kıyıda köşede kalmışlara, ezilmişlere, unutulmuşlara olan zaafı birleştiğinde bu gibi şarkıları öne çıkarmayı, onlara bir nevi ödül vermiş olmanın huzurunu tercih ediyordu. İnsan ilişkilerinde de aynı bakış açısıyla davranıyordu. Etrafında kimsenin ilişki kuramadığı marjinal, sorunlu tipler de oluyordu, geçici bunalımlarla içe kapanmış favori arkadaşları da o dönemlerinde Nevin’e geliyorlardı. İkinci olmayı seviyorum derdi yakınlarına, oysa lider havası fazlasıyla vardı ama birinciliğin getirdiği yaşam tarzına olan itirazı yüzünden böyle bir yaşam belirlemişti kendine. Yaşamının her döneminde azınlıklar ve-veya gayrimüslimlerle iyi geçinmiş hatta en samimi dostları onlardan çıkmıştır.
Ne idiğü belirsizlerle hor görülmüşler köy meydanında saf durdular
Kaynamış darı satmaktan tutuklu dört cengâver bozması,
Bu ne biçim cümle diyen birkaç okur ile el ele vermiş ruh çağırıyorlardı
Olmaz ki böyle de yazılmaz ki nidaları salıncak seslerine karıştı
Ve ben tam da bu yerinden öyküye girdim.
İçeride olduğunu bildiğimden kapıyı açmamasının nedenine senaryo yazmakla meşgulken-ki bunu sık yaparım- karşı komşu çıktı ben de merak ettim evdeydi oysa dedi. Saçının kıvırcığının yaşadığı sıkıntıdan kaynaklı olduğunu düşündüğüm, kırışmış krem geceliğinin kısalığının görülmesine aldırış etmeyecek kadar içkili bir hatunun, gecenin bu saati başka evlerin ziyaretçilerine laf anlatabilecek kadar zinde ve fütursuz duruşu beni etkilemişti.
<< belki banyodadır isterseniz buyurun birer kahve içelim >>
Çok teşekkürler şimdi açacaktır eminim, çok naziksiniz dedim ama bir yandan da ikinci davete kulak kabartmıştım da. Öyle de oldu ve ısrara gerek kalmadan onun balkonuna geçmiştik. Mutfak duvarında asılı bir Nazım portesi beni okul yıllarına götürdü. Hatta daha sonraları bu portrenin peşine düşmüş, ama sanatçısını yanlış hatırladığımdan bulamamıştım. Abidin Dino sandığım ressam meğerse başkasıymış. İlk aşkımın hediye ettiği imitasyonu kaybetmem mi yoksa gerçekten çok başarılı çalışma olması mı beni çekmişti kestiremiyordum. Sonradan bir arkadaş o ressamın halen yaşadığını hatta şu an bir kilisenin himayesinde konukevlerinde bakıldığını söylemişti. Bu bilgiye bir sanat evinden ulaşması hayata bağlılığımı artıran olaylardan biridir. İyi insanlar halen var, iyi dostlar senin değer verdiğin şeyleri nasıl da önemseyip üstüne gidiyorlar diye kendime verdiğim moral hala yüreğimdedir. Ha bu arada merak ettiniz tabi tablo kimin ve hangi resim bu kadar etkiler insanı diye.*
<<ben şarap içiyordum eşlik eder misiniz, ya da kahve iki dakikada hazır olur>>
Kırmızı şarapsa bende alabilirim derken gözlerimden şimşek çıktığı anlaşılacak diye utanmıştım biraz. Bir el bana uzandı ben Serpil dedi. Hani çok az sürse de duraksamanız anlaşıldığında sıkılırsınız ya, bu bir çekim olsa da tekrar çeksek bu sahneyi dersiniz ya işte bizim tanışmamız da aynen öyle oldu. Ben pek beğenmemiştim, gerçi Serpil’in umursadığını pek sanmıyorum ama içime sinmemişti işte bir kere. Uzun bir sohbetten sonra ben izin istedim ve ayakkabımı giyerken gömleğimin düğmelerini açtı, yanaklarını göğsüme dayadı. İçimde az da olsa çekici bulduğum bu kadına birden şefkat beslemeye başlamıştım, bu kadar değişken bir ruh halimle sağlıklı kararlar alamayacağımı deneyimlerimden biliyordum.
<<hani gitmesen diyorum>> u melodisini beceremese de tatlı sesi ile söyleyince oracığa çöküverdim. Kanepeye geçtik, saçlarımı okşasana dedi. İnsanın elleri kekremsi dokunur mu, hele benim gibi hassas parmak uçları olan bir adam-ki azımsanmayacak övgü almıştır dokunuşlarım- demek ki istemiyorum dedim kendime. Barizdi bu sadece üzülmesin diye görev olarak simgesel bir şekilsel davranıştı benimkisi, onunsa umurunda değildi. Böylesine yalnızlık figürlü bir gecede bu şekildeki ‘ben’ bile ona iyi gelmiştim. Çok zaman geçmeden sızmıştı, bana kalan ise tatlı bir huzur ve pantolonumu ıslatan salyalarıydı. Uyandırmadan kalktım, Nevin’in o saatte kulağı tırmalayan zilini tekrar çaldım. Bir çift göz kapının deliğinden bana baktığında gülümsedim, içim rahatladı. Açtı kapıyı boynuma sarılır sarılmaz da ağlamaya başladı, bu çok sık yaşadığımız bir şey olduğundan duygulanamadan gülmeye başlıyorduk artık. Geç dedi, her zamanki gibi çıplaktı. Mevsim ne olursa olsun evde çıplak gezmeyi seviyordu, benim gibi samimi arkadaşları-ki çoğu kızdır zaten- buna alışıktık. İlk başlarda can sıkıcı gelse de şimdi memelerini veya edep yerindeki tüyleri görmek tuhaf gelmemeye başlamıştı. Hani birçoğumuza seksi gelen çıplak kontrbas çalan kadın figürü vardır ya, onu andıran bir pozla bana o gece obua çalıyordu.
<<bak dedi senin için lale devrini çıkardım>>
Mükemmel çalıyordu, bir iki yerde onu güldürdüğüm için durmak zorunda kaldı ama çok hoşuma gitmişti. Ara sıra bacak arasına denk getirdiği aletle örttüğü organını gösteriyor gibi yapıp beni güldürüyordu. Nasıl olmuştu da bu kadar kız kardeş gibi-ki onlar bile utanabilirdi bu sahnelerden- olmuştuk şimdi hatırlamıyorum. Önceleri beni erkek gibi görmemesine takmıştım kafayı, hatta sırf ona bir şeyleri ispatlamak ve belki de onu kıskandırmak için bardan bir kızla ona gelmiş, türlü bahanelerle onda kalmayı sağlamış ve gece abartılı seslerle sevişmiş olmam sırf bu takıntım yüzündendir. Nevin çok fazla ben gibiydi. Yaşantısı, yaşıt olmamız, benzer geçen çocukluğumuz gibi çok ortak yönümüzün oluşu bir yana, insan olmayı hedeflemiş tatlı biriydi o. İkimiz de aynı görüşteydik, bizler insan olmayı öğrenebilirdik. Elbette mevcut bilgiler, davranışlarımız vardı ancak eksiklerimizin farkında olmak bizi huzursuz etmeye yetiyordu. Konuşmalarımızın sonunda illaki ileriye bir adım attığımızın yarattığı his ağzımda bal tadı bırakıyordu. O ise bir kokudan bahsediyordu, seninle uzun süren sohbetler sonunda eskiden kalma şimdi olmayan bir koku peydahlanıyor diyordu. Kokuyu alamasam da onun demek istediğini anlıyordum. Çok ayrı kişilik yapılarımızın ortaklaştığı her ana tapıyordum, onla olmak bana mutluluk veriyordu. Aile bağı, cinsellik, yandaşlık olmadan da bir olunabileceğine dair kocaman bir ispattı o.
<<Üstüne ne döküldü senin >> diye sordu.
Hikâyeyi anlattığımda hiç şaşırmaması tuhafıma gitti. Serpil meğerse beni sorup duruyormuş, geldiğinde bana kahve içmeye gelin diyormuş, kısacası zaten bana kafayı takmışmış. Onunla sevişmediğim için artık kızmadığım top musun oğlum sen türü espriler yapıp sonuç alamayınca, tekrar sordu.
<<hiç çekici bulmadın mı düzgün hatundur aslında>>
İlk başlarda öyleydi ama anlattığım gibi bir durumda onunla sevişmek istemedim işte anlasana.
<<demek ki kalıcı bir ilişki istiyorsun diyebilir miyiz yani>>
Saçmalama Nevin, beni tanıyorsun bu aralar sence bunun olasılığı nedir ki?
Boş ver şimdi beni sen asıl yarına hazır mısın onu söyle bakalım.
<<ne varmış ki yarın>>
Gerçekten hatırlamıyor musun, konuştuk ya geçen hafta nasıl unutursun anlamıyorum. Demek ki senin için yeterince önemli bir konu değil.
<<şaka be hemen kızma, unutmadım hatta onun stresi var üzerimde görmüyor musun?>>
E ne de olsa yıllar sonra ilk kez görücüye çıkacaksın, daha doğrusu sen kendi ayağınla gidiyorsun karışık bir görücülük hikâyesi olacak.
<<bak dalga geçeceksen hemen vazgeçeyim>>
Tamam, sustum ne giyeceksin düşündün mü?
Abartmadan kendi stilini yansıtan sade ama şık herhangi bir şey giyecekti, bundan emindim ama sormadan edemedim. Ertesi sabah beni şaşırtan şey az da olsa makyaj yapması oldu, kızmasın diye takılmadım ama komik bir durumdu çünkü yaptığı makyaj çok değiştirmişti ifadesini. Bayağı hoş, alımlı bir bayan oluvermişti. Asansörde çapkın adam imalı bakışların üstüme yapıştığı anlardan birinde, yine boğulmak üzere olduğumu anlayan Nevin; ‘geç kaldık be abi’ cümlesiyle imdadıma yetişti. Öksürükle karışık gülerek ben de benzer bir karşılık verdim, böylelikle komşuların merak ettikleri sevgilisi mi acaba sorusuna bir cevap niteliği taşıyan skecimiz sona ermişti.
Ziyaretine gittiğimiz adam yaşını almış, bilgelik durağanlığında yaşayan-ki Nevin en çok bu duruma tav olmuştu- hem müzisyen hem ressam olup, para sıkıntısı çekmeyen ender insanlardan biriydi. Moda’da bir apartmanın giriş katında oturuyordu, karşı daireyi atölye olarak kullanıyor olduğundan tüm hayatı neredeyse Kadıköy’de geçen, sempatik bir romantikti bu adam. Başka bir ressam arkadaşından edindiğimiz bilgiye göre, yıllarca Paris’te yaşamış sonraları Moda çay bahçesinin özlemine dayanamayıp ülkesine dönmüştü. Bu sıralarda evdeki yalnızlıktan şikâyet ediyor olması, benim bu haylaz buluşmayı ayarlamama neden olmuştu. Çoğumuzun zihninde düzgün parke taşlarından oluşan bol ağaçlı sokakları, Roma dondurması, Barış Manço’su, çay bahçeleri ile yer etmiş bu semte her geldiğimde, bir film setindeyim hissiyle yoğrulurum. Melankolik durmalarımın ardından ne tarafa gideceğiz diye bir soru ile uyandım. Bir iki sokak sonra gelmiştik, Nevin elini nereye koyacağını şaşıran yeniyetmeler gibi tuhaf hareketler içine girmişti bile. Çalacak zil bakındık yoktu, kapı tokmağı neyimize yetmiyorsa, vurduk kapıyı içerden gür bir ses girin dedi. Girdik, gelin salondayım dedi üstat, girdik içeride bir iskele kuruluydu ve üstüne uzanmış koca bir adam seslendi:
<<hoş geldiniz, geçin oturun biraz dinleniyorum, bu yaşta bir saat çalışıp on dakika uzanırsam beş-altı saat çalışabiliyorum>>
Ben daha önce geldiğimden Nevin kadar şaşırmadım, ama o nereye bakacağını şaşırmıştı adeta. Duvarlar, köşebentleri, mobilyalar, biblolar, heykelcikler, portreler, kapılar ve üzerindeki el yazması şiirler gerçekten ilk geldiğimde benim de başımı döndürmüştü. Beyaz sakalıyla Heidi’nin dedesi kıvamında gülüşü, heybetli dimdik duruşu ile merhaba dedi Ömer usta. Bazı insanlar demir döver gibi el sıkarlar, acının can sıkıcılığını samimiliği ile kapamaya çalışan çoğu kişiye sinir olmuşumdur. Tam tersine de sizin elinize pislik muamelesi yapan el sıkışından da iğrenmişimdir. Bu ikisinin ortası bir el sıkması ise hepimizin istediği bir şeydir elbette. Bir de samimi bir ışıkla gözlerinize bakıp sıcak bir tokalaşmanın tadı bambaşkadır, inanın ki birazdan edeceğiniz sohbetin de gidişini etkileyecek önemli bir ayrıntıdır aynı zamanda. Bu adamda fazlasıyla bu özellikler olduğundan içim rahattı öyle de oldu Nevin tokalaşıp tekrar otururken, çaktırmadan bana ‘içimin yağları eridi bakışını’ fırlattı-ki bunu çok az yapar-.
Ben bahçedeyim çiçeklerle uğraşırım biraz dedikten sonra, onları bilinçli yalnız bıraktığımı anlasınlar diye abartarak bahçe kapısını da kapattım. İkisi de tuhaf olduğundan hiç konuşmadılar, üstat gitarını aldı eline çalmaya başladı, Nevin gözleri kapalı şarkıya eşlik etti. Şarkı bitince bana seslendiler, yüzleri bahçe olmuştu, çiçeklenmiş tenleriyle bana gülümsediler. Onlar konuşmuyordu ama ben cevabımı almıştım. Israrla sormama rağmen hangi şarkı olduğunu öğrenemedim. Öyle ya serenat yerine geçebilen bir şarkı olmalıydı ya da bilinen romantik bir marş. Buraya taşındığım gün seni çağırırım ve sana çalarım dedi Nevin. Simit yer misiniz diye sordu usta, çay içmeye giderken alacağım kendime. Moda çay bahçesine gidip oturduk, her zamanki gibi bahçe demirine bir ayağımı koyup manzaraya daldım. Burayı en az üstat kadar ben de çok seviyordum. İstanbul kanatlarımın altında hissini veren yerlerden biridir buranın manzarası. Hele bir de Nuri Bilge tarzı bir bulutlanma varsa gökyüzünde, işte o zamanlar aklımı başımdan alan bir duygu tüneli peydahlanır o limanda. Alır beni içine, sarsalar bohça yapar bakışlarımı, yüzlerce yıl öncesinden kalmış öpücüklerle sıvazlar benliğimi yine o aynı manzara.
Her birimizi ayrı bir gezegene ışınlamış ortamın buğusu doruktayken, komik bir cep telefonu melodisi bizi hayata döndürdü. Ne gıcık olunur öyle anlarda hissetmişsinizdir. Hem iğrenç bir müzik tercihi neden sağırmış gibi son ses açılır anlayamamışımdır, bu tiplerin aslında bir klandan geldiklerini ve-veya bir dernekleri olduğunu düşünmüşümdür hep. Çünkü ortak davranışlarının yanında bu sinir bozucular nerdeyse aynı tip giyinirler, sanki aynı köydendirler ya da aynı örgüttenmişler hissi yaratırlar.
Üstat saatine baktı, eskici Arif’i bilir misiniz dedi.
Şaşkın ve birazdan ilginç bir hikâyesi olan adamı göreceğimizi bilmeden hayır dedik.
O zaman Moda’da olduğunuzu hissettirecek şeylerden biri birazdan başınıza gelecek. Bisiklet zili sesini duyunca işte geliyor dedi, döndük merakla baktık. Önce anlayamadım elli yaşlarında normal görünümlü bir adamdı. Tuhaf olan bisikleti ayaklarını kullanmadan, direksiyonu aşağı yukarı hareket ettirerek ilerletmesiydi. İlk önceleri eğlenceli gibi gelebilir ama biraz düşününce bunun ayakları felçli biri için dizayn edilmiş bir araç olduğunu, ama benim gibi sıyrık olunca adamın durması gerektiği zaman ne yapacağını da planlamaktan o anın keyfini yaşayamazsınız. Öyle ya bizler bir ayağımızı yere koyarak denge sağlıyoruz, herhalde elle komut verilen mekanik bir ayak vardır diye düşünürken bisikletin önünde büyükçe bir sepet olduğunu fark ettim. Sepetin içinde dergiler vardı, yanımızdan geçip gittiği an beraber ustaya dönüp meraklı gözlerle bakmaya başladık. Arif dedi; belden aşağısı tutmaz, emekli bir ozandır. Ses tellerindeki sorun yüzünden sahneye çıkamıyor artık. Zar zor geçiniyor olması onu değişik bir şekilde hırslandırmış. Gezmeyi çok sevdiği için sanayide yaptırdığı orijinal bisikleti iyi oldu onun için. Okumayı çok sevdiğinden de kitap, dergi eskilerini toplar, sokakları gezer o zilin sesini duyanlar balkona çıkıp seslenirler. Haftada iki kez aynı saatte buradan geçer ve bunu herkes bildiğinden hazırlıklı olur mahalle. Hatta börek, çörek yapıp poşetin içine gizlice koyanlar varmış.
Sohbetlerinin sonunda üstadın evinde bir iki gün kalmaya karar vermişti Nevin. Şimdi neden bu büyük çantayı almakta ısrar ettiğini anlıyordum, demek içine bir iki parça kıyafet tıkıştırmıştı haspam. Onları yalnız bırakırken yüzü bir başka gülen, bakışı tazelenmiş Nevin utanıvermişti, Ömer usta da fark etmiş olmalı beni kovmaktan beter etti.
Sokaklarda yalnız yürürken oyuncağını kaybetmiş, yanağındaki ağlama izlerinden utanmayan bir çocuk gibi defalarca aynı yerden geçmenin, başıboş gezmenin tadına vararak geceyi yapmıştım. İstediğim zaman gidemeyeceğim bir Nevin fikri ağır gelmişti, elbette onlara oturmaya hatta kalmaya gidebilecektim ama ne Nevin aynı Nevin, ne de ben aynı ben olamayacaktım, yani hiçbir şey eskisi gibi ve eskisi kadar olamayacaktı. Bu da bana fazla gelmişti, hiç böyle düşünmemiştim. Bencil olmamak adına bazı şeyleri erteleriz ya, düşünmesi bile ertelenmiş konular çarptığında yüzümüze ağlamak yetmez. Yürümek iyi gelmez. Sevmediğim yalnızlığın çekiciliği, süslenmiş beni bekliyordu. Tıpkı on yıl önce sürgün kaldığım o köydeki yaşantım kadar, tıpkı o yıllardaki acımasızlığın yansısı gibi, aynı ışıkla gelen ayrılık yağmuru ıslatmaya başlamıştı şimdiden beni.
Sevgili gibi olmayan bir sevginin yarattığı güzellik, yaşattığı hoşluklar işte böyle ayrılık vakti gelince elbette delecekti, acıtacaktı. Bu ilk günden görünen o ki epeyce arabesk günlere yelken açıyordum, heybemde onun gülücükleri, değişken ruh halleri, vefalı sadık bir dost bakışı, saflığı sadeliği ve hatıra olacağından habersiz çantama düşmüş tokalarıyla bir sahaf çarşısına girerken…
Aklıma Ömer ustanın giriş kapısındaki şiir geldi.
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak...
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR... Nazım Hikmet Ran
Nevin’lere…
Ekim 2009
Nadir
*Dipnot: Bu adreslerden biraz bilgi bulacaksınız:
paleoberkay.atspace.com/turkce/rasin2.html
www.turkcebilgi.com/rasin_arseb%FCk/ansiklopedi
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.