- 1020 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
GÖZYAŞININ AĞIRLIĞI TARTILMAZ
Seksen yedi yıllık çınar.. Kim bilir, neler gördü neler geçti başından. Fırtınalar, tufanlar, yağmurlar... Gölgesinde kaç yolcu soluklandı, kaç kuş yuvalandı dallarında. Belki gizli, gizli sevdiği de olmuştur. Kim bilir tutkulu bir aşk bile yaşamıştır beklide. Aksi takdirde kurumaya yüz tutmuş dallarına rağmen böylesine sımsıkı sarılamazdı toprağa. Son nefesinde bile öylesine ulu, öylesine görkemliydi ki: Minnetsiz, madarasız yaşadı ve bir çınara yakışır vaziyette ayakta gitti adam, dimdik..
Cenaze töreni bile anlayışına uygun yapıldı. Asla Arapça dua ve kurandan parçalar okunmadı. Deyişlerle türkülerle yıkandı ve gene sazlar eşliğinde toprağa verildi.
İşte bu seksen yedi yıllık çınarın dallarından biri olan ben, bunca yaşıma rağmen haşarı ve yaramaz bir çocuk gibiyim. Bu gidişle pek akıllanacağa da benzemiyorum. İçim kaynıyor. Yaşamım, geri dönüşü olmayan dönemeçli yollar gibi. Problemlerin birinden çıkıyor diğerine giriyorum. Sevinçlerimde aynı: Biri bitmeden diğeri üstüme devriliyor. Ağlıyorum, gülüyorum, şiir yazıyor, türkü söylüyor oynuyorum.
Gülümsediğim de kıraç topraklar birdenbire yeşillenir, çiçek açar dört bir yanda. Ağladığım da ise yer yerinden oynar. Bin yıllık çınarlar kökünden sökülür. Kasırgalar, tufanlar selama durur ben ağlarken. Ağlayışımın sadece gözyaşı dökmekten ibaret olmadığı bilinir. Öylesine ağlarım iste. Kirpiklerimden süzülerek gelen damlaların ağırlığını kantarlar çekmez. Aynalar buz gibi dağılır ağlayan ifademin karşısında. Öylesine tatlıdır ki acılarım, lezzetine asla doyum olmaz. Kimseyle paylaşmak da istemem. Zaten paylaşılabilen acıları yüreğim kabul etmez. Gülümseyişlerimle birlikte her şeyimi paylaşabilirim; ama gözyaşlarımı asla. Onlar dokunulamayacak kadar kutsaldır. El ve dil uzatılamaz. İçine girip rahatsız edilmeden derinlemesine yaşamalıyım acıları. Ve işte şimdi, şu anda, paylaşımsız bir acıyla, sere serpe kıvranan yüreğime kimse dokunmamalı.
Yola çıkalı bir saat oldu. Tüm ısrarlara rağmen kimseyi yanıma almadım. İyi de etmişim. Eğer alsaydım, bu şekilde, rahat bir biçimde ağlayamazdım. Teselli etmek adına müdahale ederlerdi.
Zaten teselli olayını hiçbir zaman anlayamamışımdır. Kendi zavallılıklarını düşünmeden başkasının duygularına müdahale etmek... Bırakın, ağlayacaksa derinlemesine ağlasın insan, acı çekecekse doya, doya, tadına vara, vara çeksin acısını. Neye yarar bütün duyguları enine boyuna yaşayamadıktan sonra.
Hava kararmış bütün arabalar farlarını yakmıştı. Ben de yaktım. şimdi yol daha iyi gözüküyordu; ama ben görmekte gene de zorlanıyordum. Bir taraftan ağlayan, diğer taraftan da yola ve trafiğe dikkat eden gözlerim acımaya başlamıştı. Zaman, zaman gözlerimdeki ıslaklıktan dolayı yolu sis perdesinin altında görüyordum. Bu, işimi daha da zorlaştırıyordu. Üstelik cenazeye yetişmek için sabaha kadar da dinlenmeksizin yol almam gerekiyordu.
Dört saattir yoldaydım. Ankara’nın ışıkları gözükmeye başlamıştı. Dinmek bilmeyen gözyaşlarımdan gömleğimin yakası, göğsü ve direksiyonu tutan kollarım sırılsıklamdı. İnsanın gözünden bu kadar yaş çakabilir miydi? Seksen yedi yıllık çınar olarak düşündüğüm babamın hayatı noktalanmıştı. Ne bu geceden haberdardı, ne de yarın ki doğacak olan güneşten ve nede cenazesini kaldırmak için dört bir yandan yollara düsen çocuklarından. Her şey bitmişti artık.
Bunları düşündükçe, içimde aniden gök gürlemeleri patlıyor, şimşekler çakıyor, sonra sarsılan bedenim, bir sağanak gibi gözlerimden boşalıyordu. Bu biçimde ne kadar yol aldım bilmiyorum.
Gece yarıladığı zaman eve yaklaşmıştım. Kendimi toparlamalıydım. Kardeşlerimin karşısına ağlayarak çıkmak hoş olmayacaktı. Bu sefer de, onları görünce, kendimi tutamayabileceğim endişesi kapladı yüreğimi. Öksüz ve yetim kalmış çocuklar gibi etrafımı saracaklarını düşündükçe hıçkırıklarımdan bedenim sarsılıyor, direksiyon hakimiyetini kaybediyordum. Eve yakın bir yerde arabayı durdurdum. Şişe suyuyla yüzümü yıkayarak bir sigara yaktım. Bir iki nefesten sonra, ne olursa olsun, derhal yola koyulmam gerektiğini düşündüm. Çünkü eşleriyle birlikte iki kardeşim, beni bekliyorlardı. Çoktan meraklanmaya ve endişelenmeye başlamışlardır bile.
Oturdukları apartmanın önüne geldiğimde, sokak lambasının bana hüzün veren loş ışığında bir gölgenin geziniyor olduğunu fark ettim. Bu, kardeşim Hüseyin’den başkası değildi. Arabaya doğru yöneldi. Arabayı tanımaya çalışıyordu. Belli ki farların ışığı gözünü almıştı.
Ben arabanın içinde oyalanıyor, kendimi toparlamaya çalışıyordum. Gözlerimdeki basınca direnecek gücüm kalmamıştı. Son bir hıçkırıkla gözlerimde ne varsa boşaltmaya çalıştım. Her şey faydasız. Ne kadar önlem alınırsa alınsın acılar, kendisini sergilemenin bir yolunu buluyor. İsterse yedi kat beton atılsın üstüne, betonu yara, yara gene ortaya çıkıyordu.
Arabadan indiğimde fazla konuşamadık. Kucaklaştıktan sonra kısık bir sesle:
“Hazır mısınız” diye sordum.
Yüzüme bakamadan aynı ses tonuyla:
"Hazırız" dedi.
Onunda aynı şeyleri hissettiğini en ince ayrıntılarına kadar anlıyordum. Çünkü biz aynı kökün dallarıydık. Şimdi ise kökümüzü yitirmiştik. İkimiz de gözyaşıyla süslenen ifademizi boşu boşuna gizlemeye çalışıyorduk.
Yukarı çıktığımızda doğru lavaboya gittim. Bir süre oyalandım. Hatta tıraş bile oldum. Küçük kardeşim ve yeğenim otobüsle gitmişti. Evde benim arabanın alabileceği kadar adam bırakmışlardı.
Odanın içinde hüzün içeren bir sessizlik vardı. “Nasılsın, rahat gelebildin mi” gibi sorulara kısa yanıtlar veriyordum. Yorgunluğumu fark etmiş olmalılar ki, yemek yiyip biraz istirahat etmemi önerdiler. Ben ne yemek yiyebilecek nede istirahat edebilecek durumdaydım. Sadece koyu bir kahve içip derhal yola çıkmamız gerektiğini söyledim. İtiraz etmediler.
Gecenin bir yarısında Ankara’dan yola çıkıldığında hafiften yağmur başlamıştı. Daha dikkatli olmalıydım. Kendimi hesaba katmasam bile arabada ki dört kişinin hayatından sorumluydum. Hep birlikte karanlığı yara, yara ilerliyorduk. Kardeşimin dışındakiler üzüntülü gözükmeye çalışıyorlardı. Bunu hissediyordum. Ne gerek vardı? Ateş, kardeşimle benim yüreğime düşmüştü. Başkaları bunu nasıl paylaşacaktı? Çirkinlik işte burada: Paylaşılmazı paylaşıyormuş gibi gözükmekte. Üstelik onların varlığı, duygularıma dayatılan bir baskıdan başka hiçbir anlam ifade etmiyordu. Hıçkırıklarım duyulmasın diye müziği açtım. Arabada yalnız olmaya öyle ihtiyacım vardı ki..
Evet! Seksen yedi yıllık bir çınar olarak gördüğüm babamın tabutunun ucundan tutmaya, mezarına bir tas su koymaya gidiyorduk. Böylelikle evlatlık görevini yapmış olacaktık. Gerçekten görevimiz bu muydu? Bunu yapmakla vicdanımızı rahatlatabilecek miydik? Hastalığı döneminde ayıp olmasın diye ilgilenen, sondasından iğrenip üzerinden kapıları kilitleyen biz değil miydik? Çekilecek kahrı yok deyip oradan, oraya sürükleyen, bin tokmakla bir lokma ekmek veren biz değil miydik?
Son gördüğümde o dingin fakat dirençli, solgunluğu bile anlam yüklü bakışlarını, ancak şimdi çözebiliyorum. Her çözüşümde gözlerime sığmayan yaşlar gırtlağımdan geliyor sanki. Karşısına oturup "hey gidi seksen yedi yıllık çınar! Kim bilir bunca yıldır neler gördün geçirdin. Yağmurlara, dolulara direnip rüzgârlara kafa tutardın. Günde tırpanla altı ölçeklik buğday tarlasını biçip, gece de Böke derelerinden su toplayarak değirmen döndürürdün. Şimdi kapılara çıkamaz mı oldun" demiştim. Gözleri dolu, dolu oldu. Ne yazık ki, diliyle söyleyemediklerini yorgun bakışlarıyla anlatmaya çalıştığını ancak onu yitirdikten sonra anlamış bulunuyorum. Şimdi ise onunla birlikte, yaptıklarımız ya da yapamadıklarımız için, özür dileyebilme şansını da yitirmiş olduk. Bizleri kusurumuzla baş başa bırakarak çekip gitti işte. Belki de onu kaybedişimizden çok, kendi davranışlarımızın acımasızlığını anlamış olmaktı bizi ağlatan. Basit bir şeyi anlayabilmek için bu kadar ağır bir bedel ödenmesi mi gerekiyordu?
Sicim gibi yağan yağmura aldırmadan dönemeçlere giriyor, dağları tırmanıyor, derelere iniyor, bazen de uçsuz, bucaksız ovada dümdüz ilerliyorduk. Arabanın buğulu camlarından görebildiğim tek şey, farların aydınlatmaya çalıştığı ıslak bir karanlık ve bu karanlıkta belli belirsiz uzayıp giden yoldu. Yorulmuş, karşıdan gelen arabaların farlarından iyice rahatsız olmaya başlamıştım. Kasette "aynı tabut içinde kardeşime götürün" parçası çalıyordu. Ben "kardeşime" sözcüğünü değiştirerek, babama götürün diye mırıldanıyor, dışarıdaki yağmura eşlik edercesine sicim gibi döküyordum.
Sungurluya geldiğimizde yola devam edecek durumda değildim. Yol kenarında ki bir tesiste mola verdik. Midem eziliyordu. Bir şeyler atıştırdım. Diğerleri de meyve suyu içti. Tekrar yola koyulduğumuzda gökyüzünün doğusuna sabahın belirtileri egemen olmaya başlamış yağmur da dinmişti. Amasya, Tokat yol ayrımında farları söndürdüm. Koyu bir sabah ortamında meyve bahçeleri arasından kıvrıla, kıvrıla ilerledik. Tepeyi çıktığımızda ağaçlar arasındaki köy evlerinden cılız ve hüzünlü dumanlar yükseliyordu. Kendi köyüme böylesine ağlayarak, böylesine yaslı girebileceğimi hiç düşünmemiştim. Evin önünde babamın yerine mahşer gibi bir kalabalık karşıladı bizi.
Şimdiye kadar cenazelerden ve cenaze törenlerinden kaçmayı başarmıştım. Geriden izlediğim olmuştu ama bu kadar yakınında hiç bulunmamıştım. Babam, salonda boylu boyunca yatıyordu. Yatağın çevresini kadınlar doldurmuştu. Kendini kaybeden kız kardeşim, dövünüyor, saçını, başını yoluyor, olanca avazıyla ağıtlar yakıyordu. Ona sakin olmasını söyledim ama beni duymadığı her halinden belliydi.
Babama son kez göz attım. Ağzı açık kalmıştı. Sessizce yatıyordu işte. Evini, kapıyı, bacayı, dolduran insanlardan haberdar olsaydı... Çocuklarının dört bir taraftan koşup geldiğini görebilseydi böylesine sessiz, böylesine upuzun yatabilir miydi? "Sati, çabuk ol! Çocuklar açtır, misafirler açtır, semaveri yak, yemeğe bak diye annemi telaşa düşürmez• miydi? Elini öptüğümüzde “ Allah gözünüzden acı yaş döktürmesin” diye dua etmez miydi? Daha fazla dayanamayarak kendimi dışarı attım.
Dayım ve kardeşlerimle bir toplantı yapma gereği duydum. Odanın birine kapandık. Mezar yerini tespit etmemiz gerekiyordu. Babam, sağlığında bütün arazisini çocuklarına paylaştırmış, tapularını da vermişti. Ben babamın bana vermiş olduğu onsekiz dönümlük bir tarlanın kenarına mezarın kazılmasına taraftardım. Ayrıca orayı aile mezarlığı yapmak düşüncesinde olduğumu söyledim. En uygun yer burasıydı. Köyü ve ovayı yamaçtan seyreden bu tarla, aynı zamanda Amasya, Tokat Karayolunun kenarındaydı.
Dayım karşı çıktı. " Yavrum, babanızı köylüden ayırmayın. O da, köy mezarlığına gömülmek isterdi" dedi.
Köy mezarlığı, bakımsız oluşunun yanı sıra bir tarafını sel götürdüğü için kabul etmedim. Aynı zamanda ölmeden evvel orayı aile mezarlığı yapacağım fikrini babama açtığımı, onunda onay verdiğini dayıma anlattım. Kardeşlerimle aynı düşünüyor olduğumuzu fark eden dayım " kendiniz bilirsiniz" diyerek fazla diretmedi. Mezar kazıcıları kardeşlerimle birlikte babamın yerini hazırlamak üzere ayrıldılar.
Cenazeyi kaldırmak üzere Turhal’dan gelecek olan dede beklenirken, kalabalık da gitgide artıyordu. İçimde garip duygular gelişiyor, babamın felsefi ve yaşam anlayışına uygun bir tören yapabilme düşüncesi beynimi işgal ediyordu. Böyle bir törenin anlamı, genel yargıları, İslam gelenek ve göreneklerini altüst etmek demekti. Başkalarının ne düşündüğü ya da ne düşüneceği umurumda bile değildi. Alevi kültürüyle yatıp kalkan bir insanın cami anlayışıyla defnedilmesini yüreğim bir türlü kaldırmıyordu. Düşüncemi dayıma açarak bana yardımcı olmasını istedim. Onun da benden farklı düşünmediğini görünce rahatladım.
Cenazeyi yıkayacak ve kaldıracak olan dede geldiğinde bir köşeye çekerek:" Bak dede" dedim ve ekledim. " Törende Türkçeden başka sözcük kullanılmayacak. Eğer cenaze törenine uygun Türkçe sözler bilmiyorsan bir türkü söyle yeter".
Dede, önce şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. Toplumdan çekindiği her halinden belliydi. Ama ben de kararlıydım: Dede, ben bu biçimde cenazeyi kaldıramam deseydi ne olacaktı. Her şeyi göze almıştım. İsterse kalabalık da dağılsın, kimse kalmasa bile tek başıma kaldıracaktım. Dede kararlılığımı anlamış olacak ki "Merak etme" diyerek sırtımı okşadı. Cenaze, yıkanıp kefenlendikten sonra yüksekçe bir yere çakarak, yanık sesiyle Yunus Emre’den ilahiler okudu. Evin önündeki merasim bittikten sonra kalabalıkla birlikte mezarlığa yöneldik.
Babamın gömüleceği tarla ekiliydi. İnsan boyunda, henüz olgunlaşmamış buğdaylar biçilerek bir yer açılmış ve ekinlerin arasında mezar hazırlanmıştı. Kalabalık, ekinleri çiğnememek için sınıra boncuk gibi dizilmişti. Arabadan sazımı alarak, cem âşıklığı da yapabilen dayımın eline verdim. Sazı gören kalabalık, şaşırmıştı. İlgiyle ne olacağını izliyordu. Ekinler arasındaki mezara babam defnedilirken dayım da sazın teline dokunmaya başladı. Zaten yanık olan sesi, daha da yanıklaşmış, kor halini almıştı. Yüreğindeki acıları tellere yüklüyor, Nesim’den, Şah Hatayı den, Pir Sultandan ve Fedayı Babadan parçalar söylüyordu. Deyiş ve duazlarla desteler bağlanırken mezarın yapımı da tamamlandı. Üzerine buğday başakları koyduk. Dede, son duayı yaptı. Babam ölümüyle bile geleneklerin gelişmesine ve değişmesine katkıda bulunuyordu. O, şimdi yıllarca ekin biçtiği tarlada, bundan sonra biçilecek olan ekinlere can verecekti.
Ertesi gün Babamın dar’ı çekilerek köylüye yemek verildi. Sazlarla, sözlerle yapılan bu törenin ardından çok konuşuldu. Kimileri mezarın başında çalgı çaldılar diye ayıpladı, kimi ise bende kendim için böyle tören vasiyet edeceğim dedi. Belli ki daha çok konuşulacaktı.
kaya degirmen
YORUMLAR
allah rahmet eylesin..ne demiş şair<bu dünyada en çok babamı sevdim. "