- 1768 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
193 - DAĞ EVİ
Onur BİLGE
Toprak, değirmen... Terminatör… Öğütücü, yok edici… Ya insan? İnsan ne hayat boyu? Öğütücü, yok edici... Fırınlar dolusu ekmek, manavlar dolusu sebze, meyve; hava, su, giyecek… İnsan, elinden gelse, insanı yiyecek !..
Toprak, üretici... Doyurucu, besleyici... İnsanın aslı... Hücrelerin yapısındaki vitaminler, mineraller hep ondan... Suyu bağrından fışkırtan, kucağında avutan da o. Ne kadar değerli, insan ve insanlık için!.. Hayat onunla yaşanıyor, onun üstünde...
Herkes, bir avuç toprak, nihayetinde ve her bir avuç toprak, başını sokacak bir ev veya geçimini sağlayabilmek için bir evlek toprağın hasretini çeker. Ona sahip olmak için çalışır, uğraşır.
Vatan da toprak... Atalarımız kan dökmüş, can vermiş, kazanmış; gençlerimiz, korumak için nöbette, her an uyanık... Kaç ananın bağrı yanık... Fakat gururlu... Yerden göğe kadar helal etmiş hakkını, kalanlara. Vatan; onur... Onur; haysiyet, şeref, namus, ar... İşte bu kadar!..
Babam, çok çalışkan bir insandı. Ben doğmadan, geleceğimi teminat altına almış, her ne kadar ablamdan başka çocuğunun olmasını istememiş olsa da.
Ablam, üç yaşındaymış, bu dağın yamacıyla ilgili hayaller kurmaya başladığında. Zevk sahibiymiş, doğrusu. Gölün karşısında, güneye bakan yamaca emek dökmüş. Orası için:
“Kayalık, yarlık... Bir işe yaramaz! Burada bir şey olmaz! Boşuna uğraşma!” diyenlere inat, heyecanlı ve büyük bir çalışma içine girmiş.
Öğretmen maaşıyla işçiler çalıştırmış. Kayaları kırdırtmış, taşını ayıklatmış; çalıları kökletmiş, toprağı aktartmış ve maki örtüsü içindeki yabani zeytinleri aşılatmış. Yer yer çukurlar açtırmış, zeytin çekirdekleri gömmüş, artık dört yaşında olan ablamla.
Görevliler keşfe gelmiş. Toprağın, ziraata elverişli hale geldiğine dair rapor yazmışlar. Tam elli bir dönümlük araziyi, verilen zaman içinde mamur hale getirerek, tapusunu almaya hak kazanmış.
Öğretmenlik, Peygamber mesleği... Öğretmenler öğretmeni Peygamber Efendimiz:
“Kıyamet kopmaya yakınken elinizde bir ağaç fidanı varsa ve vakit bulabilirseniz, onu dikin.” demiş.
Her çekirdek, bir ağaç olmuş. Edremit’ten, Ayvalık’tan, Gemlik’ten dallar getirtmiş, sofralık ve yağlık zeytin aşıları yaptırtmış. Budattırmış, ilaçlattırmış, mahsul toplamanın zevkini tatmış.
Hadislere, vecize ve atasözlerine çok önem verir, günlük hayatta bunları çok kullanır. Atatürk’ün doğa sevgisini de ondan dinledim:
“Her konuda Atatürk’ü örnek aldım. O da doğayı, ormanı, yeşilliği, ağacı ve çiçeği çok seven bir liderdi. Atatürk Orman Çiftliği, onun eseridir. 1925 yılında kendi aylığıyla orayı satın almış. O zamanlar orası, ortasından demiryolu geçen bir bataklıkmış. İçinde ağaç falan olmayan boş bir alanmış. Burayı almak istediğini söylediğinde, oranın işe yaramaz bir toprak olduğunu söylemişler. O, güçlüklerle savaşmayı seven bir kişidir. Bataklığı kurutturup, toprakla olan savaşı da kazandı. Emriyle dikilen ağaçlar büyüdü, Ankaralılar şimdi gölgesinde oturuyorlar.”
“Ankara da çöl gibiymiş. Küçük bir kasabaymış. Orayı başkent yaparak bu hale gelmesini sağlamış. Şimdi bağrında yatıyor.”
“Ankara, bir bozkır kasabasıydı. Onu da başkent yaparak modern bir şehir haline getirdi. Ta 1920 yılında şehirciliği ve çevreciliğiyle örnek olan, doğal güzelliklere hayran bir dehadır. O yıllarda, bu kavramlar yoktu. Şehircilik uzmanları getirtip, Ankara’yı düzenlettirdi. Bulvarlar açtırıp, ağaçlandırdı.”
“Ağaç ve yeşillik sevgisi, yurt genelindeymiş. Sadece Ankara için değil.”
“Evet. Tüm ülkeyi ağaçlandırmak, yeşillendirmek isteği içinde olduğunu: “Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya değer!” diyerek, belirtmiştir. Son günlerinde de: “Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun! Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk Ulusunu sonsuzluğa dek yaşatmak için verimli kalacaksın! Türk toprağı! Sen, seni seven Türk Ulusunun mezarı değilsin. Türk Ulusu için yaratıcılığı göster!” demiştir.”
“Ağaç dini diye bir dinden bahsetmiş. Nasıl bir olay o?”
“Kurmay Başkanı İsmet Bey’le Diyarbakır’ın çöllerinde atla giderlerken Atatürk ona: “Çabuk bana yeni bir din bul!.. Ağaç dini... Bir din ki ibadeti ağaç dikmek olsun!” demiş. Yani o yörenin acilen ağaçlandırılarak çöl özelliğinden kurtulmasını o kadar çok istemiş!”
Babam, her yönüyle olduğu gibi bu yönüyle de onu örnek almış. O da yeşilliğe, toprağa ve doğaya ilgi duymuş, bu çiftliği kurmuş. Yer yer ekilse dikilse de en çok ağaçlandırmaya önem vermiş. Samimi bir doğa aşığıdır. Ormanlık yerlerden çok hoşlanır. En çok da bu mekândan...
“Zaman zaman şehrin gürültülü hayatından uzaklaşmalı, böyle sakin ve ağaçlık bir yere çekilip dinlenmeli. Pınarbaşı, harika bir yer! Ova, göl ve Toroslar, ruhuma nasıl bir ferahlık veriyor!” der.
Karşıda, tarihi Kırkgöz Han’ı vardır. Gerçekten de göl manzarası harikulade güzeldir. Seyredenleri büyüler.
Çimene, çiçeğe, ağaca hayrandır. Onun için her canlı değerli birer varlıktır. Fidan dikmeyi çok sever ve yetiştiklerini, büyüdüklerini seyretmekten büyük zevk alır.
Toroslardan süzülerek, bulunduğumuz yerdeki dağın altından gelen ve pek çok gözden fışkıran buz gibi sulardan meydana geldiği için bu göle ‘Kırkgöz Gölü’ deniyor ama biz, pınarın başında olduğumuzdan, buraya ‘Pınarbaşı’ diyoruz.
Tam karşımızdaki tesiste benzin istasyonu, lokanta, göl kenarında bir kahvehane, açık bir mescit ve kıyıya bağlı kayıklar var. Burdur ve Isparta üzerinden gelenler, burada dinlenerek yollarına devam ederler. Pazar günleri, Antalya ve civarındaki avcılar, kara ve tatlı su avcılığı için erkenden gelip ya dağa tırmanırlar ya da kayıklarla açılırlar. Göl kenarlarında kamışlar boy atmıştır. Yüzeyi, kocaman yuvarlak ve yemyeşil nilüfer yapraklarıyla kaplıdır; bembeyaz dişleriyle gülümserler.
Gölün kıyısından bakıldığında, içinde kaynaşan balıklar görünür. Kenarındaki taşlarda kurbağalar, kayalarda kertenkele ve bukalemunlar görülür. Yılanı bol olan yerde annem kırk kadar öldürdüğünü söyler.
Yılan hikâyeleri bitmez. Eskiden, dağın eteğinde, iki katlı, küçük bir dağ evimiz vardı. Alt katta zeytin sandıkları, zeytin tenekeleri, tarım için araç gereç, ziraat aletleri olurdu. Geldiğimizde, son derece sade döşenmiş olan üst katta kalıyorduk. Buraya ait anılarımın beş yaş öncesi yok. Çünkü o zamana kadar beni buraya getirmemişler.
İkinci kata, dıştan, tahta bir merdivenle çıkılıyor. Çatı, tahtalarla kaplı, üzerinde kırmızı kiremitler... Lamba ışığında oturuyoruz. Köylerde elektrik yok. Şehrin kenar mahallelerinde bile... Şinanayın ışığını kısmışız. Yatıyoruz. Daha uyumamışız. Yukardan ‘Tık!..’ diye bir şey düştü. Ben sesini duydum. Annem görmüş:
“Yılan!.. “dedi. Babamın ödü kopar!..
“Nerde?” der demez, fırladı ama kaçacak yer yok!
Annem de fırladı, onu öldürmeye! Aradı taradı, yok! Tam tekrar yatacaktı ki babamın kapalı terliklerinin içine de bakmak gelmiş aklına, bir ters çevirdi tekini, içinden çıkıverdi!.. Annem, vura vura öldürdü! Sonra rahat rahat uyuduk. Fakat yılan korkusu, yıllarca rahat bırakmadı, beni. Ya orada kalsaydı, babam kalkıp terliğini giyseydi?
Bir gün de bir böcek gördüm, yine üst katta, kapının girişinde. O zamana kadar hiç görmediğim bir böcek... Yavaş yavaş yürüyordu. Zarif ve ilginçti. Upuzun bir kuyruğu vardı. Onu tutmak ve oynamak istedim. Elimi uzattım, tam tutacağımda; kuyruğunun sipsivri ucunu yukarıya kaldırdı ve avucumdan soktu!..
Elimi, bir akrebe uzatmışım. Can havliyle bağırdım! Annem geldi. Akrep de ölmüştü. Ellerim küçüktü; o avucumun içi kadar... Anında, son derece güçlü, dayanılmaz bir acıyla elim, avucumdan itibaren şişmeye başladı.
Dağ başındayız. Annem, akrebi ezdi ve avucuma bağladı. Zehrinin panzehirini, üzerinde taşırmış. Allah’ın merhameti yetişti! Çok fazla ağrıda acıda uyuşma olur ya... Geç de olsa, elim uyuştu. Şişliği bir süre geçmedi.
Daha sonra, yakaladığı bir akreple deney yapan ablamdan öğrendim; hayati bir tehlikeyle karşılaştıklarında, başkaları tarafından acı çekerek öldürülmektense, intihar ederlermiş.
Bir akrep görmüş. Beni de çağırdı, seyretmem için. Gazyağı dökerek etrafında bir ateş halkası oluşturdu. Akrep, ortaya kaçtı. Ablam, çemberi daralttı. Böcek, gittikçe artan ve yaklaşan ateşe dayanamadı. Öleceğini anlamış olmalı ki kuyruğunu sırtına çevirdi, kendisini sokarak hayatına son verdi.
Bu olay bana cehennem azabını düşündürdü. Keşke akrep olsaydık! Keşke ölüm, öldürülmüş olmasaydı da ölebilseydik! Ölebilseydik de cehennem ateşinde yanmaktan, o korkunç azaptan kuırtulabilseydik!
Antik çağda toplu intiharı anımsadım. Heredot’un anlattığı; tarihte, topluca intihar eden ilk kavim hakkındaki sıra dışı öyküyü... Kaş taraflarında yaşayan eski Antalya halklarından Xanthos halkı, M.Ö. 545 yılındaki Pers istilasına kadar bağımsız yaşamış. Harpagos komutasındaki Pers ordusuyla savaşmış ve yenilmiş.
Harpagos’un kuvvetleri şehri kuşatınca, Xanthoslular; kadınlarını, çocuklarını, kölelerini ve hazinelerini akropolise kapatıp ateşe vermişler. Yani teslim olmaktansa, topluca intihar etmeyi tercih etmişler.
Bütün kent halkı ölmüş, sadece o sırada şehrin dışında, yaylada bulunan seksen aile sağ kalmış. Herodot’a göre Xanthos soyunu sürdüren de bu seksen ailedir. Belki de Xanthos Vadisi’nde yaşayan Kınık halkı, yaz aylarında Seki yaylalarına çıkarak hâlâ bu geleneği sürdürüyordur. Deniz seviyesinde yazlar dayanılmaz derecede sıcak olduğu ve nem oranı haddinden fazla arttığı için Antalya halkı bu bunaltıcı sıcağa dayanamaz, yaylalara göçer. Belki de bu adet, o zamanlardan kalmıştır. Özellikle Yörükler, sürülerini otlatmak için yaylalara çıkarlar. Yerli halkın iki evi vardır. Biri sahilde, biri dağda... Dağ evleri gün geçtikçe villalaşmakta...
Onunla tanıştığım gün, akşamüstü görmüştüm, mantarları. Elime aldım, inceledim. Yapıları çok ilginçti! Bir gün önce yoktular. Ağaçlara yakın yerlerde çıkıvermişlerdi, bir yağmur sonrasında. İncecik kadife yumuşaklığında, kırılgan ve nemliydiler. Şemsiyeye benziyorlardı. Meksikalıların giydikleri, yüzlerine kapatarak kenarda kıyıda şekerleme yaptııkları kocaman şapkalara... Bahçede yaktığı ateşte pişirmişti, ablam. İlk defa o gün, közde pişmişini yemiştim. Kül tadı da gelmişti ağzıma. Ne kadar güzeldiler! Pişince değiştiler, lezzete dönüştüler. O sevimli varlıkların da bazıları içlerinde öldürücü bir zehir barındırmakta, cezbettikleri kişileri öldürmekten çekinmemekteymiş.
O böceği de tanımak istemiştim, onlar gibi. Alıp incelemek... Birazcık oynamak... Öldürmek istememiştim. Asla! Dostça yaklaşmıştım. O da çokları gibi beni anlamadı. Denemeden saldırıya geçti. Bense, en azından denedim, onunla dost olmayı. Hayatımın ilk ve en pahalıya mal olan denemesiydi! Dayanılmaz acılar içinde kıvranırken anladım. Meğer akreplerle arkadaşlık edilmez, onlarla oynanmazmış.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 193
YORUMLAR
Toprak, değirmen... Terminatör… Öğütücü, yok edici… Ya insan? İnsan ne hayat boyu? Öğütücü, yok edici... Fırınlar dolusu ekmek, manavlar dolusu sebze, meyve; hava, su, giyecek… İnsan, elinden gelse, insanı yiyecek !..
evet evet böyle olmus artik neredeyse insan insani yiyecek hale gelmis.
cok konuya deginebilecegimiz bir yaziydi yine.
yüregine saglik.selamlarim saygilarimla.
Babası Köyenstitüsüçıkışlı bir öğretmen çocuğunun, ortaöğrenim sürecini tamamlamak üzere iken, ilk kez ATATÜRK'ten söz etmesini ilginç buluyorum. 23 Nisan, bayram kıyafeti azizliğine uğrarken, orman sevgisi her şeyin önüne perde oluyor şimdi. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı geliyor, hangi kılıflara bürünecek, merak ediyorum. LAİKLİK bir numara, anlatılmasını bekliyorum. Saygılarımla.
Son karmaşıktı
Ama yazı yı baştan sona kadar içmiş bulundum çok güzel bir suydu dogrusu çok kandım.Hedefin de başarılı olman sa tek dilegim.Benim başımın üstüne kadar uzanan bir yılan la tanışmam var
Sonra akrep dolu piriketi adana nın sıcagında kucagım da taşımam.elimden bıraktıktan sonra farket tigim anda çıglık atmam.Yazı baştan sona ilgiyle okudum
etkilendim...Okumam da sakınca varmıydı sanmıyorum kitlendim kitle de olmam lazım
Saygılar can Onur BİLGE...CEVABINI NET BEKLİYORUM