Kahpe bir ruj lekesi
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Darmadağın cümlelerde karartıyorum mektupları. Endişe doldurduğumdan mı bolluk içindedir yoksa sokakların çizgi demetlerinde yine bir tutam gül müsün? Tadımlık bir güzellik mi yoksa? En düzgün yerinden yırtıklığına kadar sıyırmışım tenini. Pek bir saydamdı yüz hatların, tahtadandın, eski püskü... Her bir adamın şah damarına, ne kadar ölüm zerk ettiğini anlayabiliyorum. Tadından tiksiniyorum; iteliyorum çarpışmaları, birdenbire ıraklaşıyorum...
Galiba...
Yine bir ıslaklık var bu şehrin en kalabalık halinde. 70’lik ak saçların titrek ellerinde
doğdum ben ve kavradım iltifatlık tenini. Çıkmaz sokağına düşen, kırılmış topuklarıydı neyse ki.
Tek kalan bana; unutulmuşluk ve üstüme zimmetli bir benlik. Başka da kuş uçmazdı bu çevrede...
Yolluklarla köyüme gidiyorum,
kahpeliyorum dil sızlamalarını. Tekrar yapıştırdım bir yerinden güneşime bal döküp...
Mumlar ellerimi yakıyor, dile getirmemeliyim; bilmiyorum işte, bağımda huzur arıyorum. Salkım salkım olmuş dallarından, yerden bitme fidanlarına kadar göz gezdiriyorum. Yenicikler ve dünyalarıma yeşeriyorlar. Güncelerimden başka da derme çatma bir salıncağım var sadece. Bir gün geçmişe sallanıyorum bir gün geleceğe. Avuçluyorum bu topraktan ve kokumu idrak ediyorum. Harabelere günceler yazıyorum; bitaplara yine bir yüz çizmem gerek.
Betimlenen vücut hatlarını bir uyak gibi dizerken tecelli ediyor; bir an yorgunluk, sallanıyor ve titriyorum... Yıkılıyormuş; taş taş üstüne binecekmiş, öyle fısıldadılar komşuma. Arasında gezindim eski resimleri bulmak için; Mona Lisa çıktı divan yanından, oda ayrı, bir yaşlanmış ki sorma. Bu harabelerde ıslak bir ruj gibisin. Gamzelerinin intaharların da dolandığını gördüm. Bir dilenci, belki de bir çöl kuşu gibi; Dilsiz, susuz... anlayabiliyorum gidişatların bir kahve falında görüldüğünü. “Bir deve varmış bin yıl daha yaşarmış” gibisinden kalem dokunuşlarını 40 yıllık hatırına belki, biliyorum susuyorsun; bu serapta kuruyorsun...
Ölüm nedir ki? neyler sana; bir alıp, bin verir elbet. Kuruyan bu nehirleri yine de yağmurla onurlandırmak gerek; akıcı bir üslup kullanıp da yürekleri sevgi cümlecikleriyle donatmak gerek. Hiç bir odanın kapısını kapatma! Birisi sevgiye, birisi aşka birisi de elbet gözlere çıkan kapıyı temsilen oradadır.
Galiba...
Endişe tasvir ediyorsun bilinmezlik koşulunu öne sürerek. Ben, sana bakışıyorum; benimle, yine bir ben daha oluyorsun. Endişelerime diplik mi bırakıyorsun? En karanlıktan çekince daha değerli göreceğimi sanarak belki de. En karanlıktan çekince prangalara sarıyorum, biliyor musun? Ben kendime senden önce prangalar vuruyorum. O kadar sert ki! Bir o okadar da özendiriyorum.
Belki de hiç bilmiyorsun bilmediklerimi ya da bir oyunun en asil oyuncusu oluyor ve ilk atılıyorsun kurşunların önüne. Kurşun döküyorsun üstüne acımasızca, ilk sen ölüyor ve sonra öldürüyorsun kendini. İntahar süsü diyorsun asıyorlar boyunlarına; bir tek seni, altından kolyeyi.
Galiba...
On parmağıma erişip yüzüme bulanıyorum. Bir oda başında yüz çizgilerimi saklayıp gizli gizli...
Bir odam var kimsesizlerin olduğu bir meskende. Ateş yakıştırıp iç ısıtıyorum ben orada. Darlaştırıp boğazıma sarıyorum ipliğini. Nefesimi de kesip konuşmak, tebessümlü hatıralara canlandırma gibi.
Canlanıyorum tekrar bir gün ışığının hafiften siluetiyle. Cennet dağlanıyor yüreğime, hıçkırıyorum yine, hıç-kı-rı-yorum belki de.
Ne bilirim ben bir ayna da bakmadan kendime. Bir gece köşesinde unutulmuş bir yalnız adam objesiyim, bilmiyor musun? Ben, bildiğimi de unuttum; kendimi de akşamları da unuttum, gündüzleri de...
Geceleri yaşıyorum gölgesiz sıfatları taşıyıp. Ulvi bir yok oluş sergiliyorum sanırım. “Yok oluyorum.” diyorum hayata karşı...
Galiba …
Her neyse, rüzgarı da boğup sakinleşiyorum bir kumsalda. Buluyorum kendimi oralar da bir yerlerde, yalnız bir karayel misali... Aşıyormuşum dağlarından geçip bağdat caddesine kadar... Çıkmaz sokakları arıyormuşum; neyse ki çabuk bulmuşum.
Birilerine sormuşum kendimi, tanımamışlar; yüzümü anlatmışım, hiç görmemişler bu kadar sakinlik... Onlar da trafikte meçhuller, sesler de kayıplar her birey gibi.
Bir bir konuşmuşlar içlerinde, çoğul çoğul kaybolmuşlar galiba... Nedir bu yok oluşun tuzu, çok mu haz alırlar, kırmızı bir nefes mi sermek lazım bu hazza.
Yoksa kahroluşlar şerbettir midir ki? bu kadar tat dokundurmak isterler dillerine. Ne bilirim ne de bildiririm bir ünlem işareti. Noktayı bırakır ve toz olurum, duman olurum...
Galiba gitmişim...
Dur bakayım bir durakta adımı anmışlar sanki;
“daha yeni yolculadık” demişler. Sevinmişim anıldıkça. Bu yolculuk anca biter sanki... Hangi vasıta beni götürür bilmem ki. Sanki gider gibi yapmışım. Biliyormuşum arkamdan tün sevenlerin çekiştireceğini, biraz da nazlanmışım. Ama bir çok kez dönmüşüm peşime... Her bir geceyi de takıp gölgeme, gitmiş miyim? Ben bile bilmem.
O gemi benim işte, hani şairlerin devamlı beklediği o baca... Tüttüğüm zaman bir haber var derseniz diye ufak bir iyilik edeyim bari, geleyim bu limana da demir atayım şiirlerde ki gibi...
Galiba...
Benim bir çay bardağım var bu melodi de. İçimden bir dem daha dökerim; kelamlar ısınır, kaynar... Ah be ah! tüterim boğazdan.
Gidemem bilirsin, bir gün dökülürüm kaldırım taşından. Karşıdan geçerim karşıya... En ucuna doğru uzanırım. Başımı koyarım Avrupa’ya uyuklarım, Anadolu’ya doğarım belki de.
Kim bilir Marmara olurum. Üstümden kaç martı seyir eder. Dalga seslerinden dinleyin o türküleri de.
İstanbulutlardan yağan bir isyankar şahıs. Arada derede gökyüzüne doğru kımıldayınca gözler, yağarım gizlice. Yağmurdan gözükmem, kaybolurum o bulutumsu da... Benim keyfime değmeyin, ne rahattır bu gökten çevreye düşmek; iki gözün ortasına düşüp bir avucun içine dolmak. Islanmakmış şimdi de iki sevgi sözcüğünün arasında. Biliyorum,
Galiba İstanbulutum... Beni de hırpalayın! gasp edin bir köşe başında. Beş kuruşluk bir kağıt bir de kalemimi araklayıp yazı verinde bir kaç satır, ibret-i alemlik desinler.
Eyvallah...
Emre Evren YALÇIN
"benimle olma! benim ol, benim..."
YORUMLAR
Betimlenen vücut hatlarını bir uyak gibi dizerken tecelli ediyor; bir an yorgunluk, sallanıyor ve titriyorum... Yıkılıyormuş; taş taş üstüne binecekmiş, öyle fısıldadılar komşuma. Arasında gezindim eski resimleri bulmak için; Mona Lisa çıktı divan yanından, oda ayrı, bir yaşlanmış ki sorma. Bu harabelerde ıslak bir ruj gibisin. Gamzelerinin intaharların da dolandığını gördüm. Bir dilenci, belki de bir çöl kuşu gibi; Dilsiz, susuz... anlayabiliyorum gidişatların bir kahve falında görüldüğünü. “Bir deve varmış bin yıl daha yaşarmış” gibisinden kalem dokunuşlarını 40 yıllık hatırına belki, biliyorum susuyorsun; bu serapta kuruyorsun...
Anlatımın akışı içerisinde duyguların hassaslığını ve güzelliğini hissettim...
Kutlarım dostum.Nice kurdelelara diyorum...
sevgim sonsuz.selamlar...