DEHLİZ - ODTÜ İşgali 1969-
Dehlizdeyiz, kapkaranlık. Zifiri karanlık. Hiçbirşey görülmüyor. Merdivenleri inip duraksadık, peşimizden gelecekler mi diye. Gelen olmadı. Oysa bizi görmemiş olmaları olanaksız. Şimdilik tek korkum fareler. “Fare var mıdır acaba?” diyorum. “Yoktur, ne gezer fare burada,” diye cevap veriyor.
Sinirlerimiz bozuk, gülüyoruz.
“Dur, ben çıkıp bir daha bakayım,” diyor ve dimdik merdiveni tırmanıyor.
Dışarıda hava ağarmak üzere.Merdivenin üst ucundaki kapakçık ışıyacak birazdan.
İnip yanıma geliyor, “Buradan gitmeliyiz. Her an gelebilirler.” Peki ama nasıl? Ya yolumuzu kaybeder, tüm kampusu yer altından örümcek ağı gibi saran bu yeraltı yollarında kaybolursak! Ya peşimizden gelir ve bizi burada kıstırırlarsa? Buraya girerken bizi görmemiş olmaları mümkün değil. Kurtulmamız olanaksız. Bizi buracıkta kesip doğrasalar sesimizi hiç kimse duymaz, hatta cesetlerimiz bile uzun süre bulunmaz.
Ne bir fener, ne kibrit. Karanlığı delecek hiçbir gerecimiz yok. Tek savunmamız içindeki minicik tek mermiyle 6.35lik bir tabanca. Yıllardır el değmemiş, ateş alıp almayacağı bile belli değil. Annemin tabancası. Evde saklı olduğu yerden gizlice alıp getirdim. Sonra o tek merminin borulardan birini delmesi ve bilmem kaç derecelik sıcak buharın üstümüze fışkırma olasılığı da var. Tabancam onun elinde. O “erkek” olduğu için ve de başkan olduğu için tabancamı aldı.
“Elele tutuşup adımlarımızı sayarak ve dönemeçleri belleğimizde tutarak ilerleyelim” diyoruz. Yanyana yürümemiz olanaksız. Dehlizin yüksekliği boyumuzu epeyi aşıyor ama eni çok dar. Sırtımızı duvara verip elele tutuşup yana doğru adımlarımızı sayarak ilerlemeye başladık. Sol bacağı sol yana at, sağı yanına getir, bir adım ve yinele. Halay çeker gibi.
Gülmek geliyor içimden. Gecenin bu saatinde, bu kapkaranlık dehlizde, pek de yakından tanımadığım biriyle işim ne? Üstelik ölüm tehlikesi. Fakat bende hala acaba fare var mı ürküntüsü diğer korkuları bastırıyor. Tabii hiçbir şey belli etmiyorum. Ne denli cesur ve soğukkanlı olduğumu göstermek için bulunmaz bir fırsat.
Ötekiler de sanırım dehlizdeler fakat bizden çok uzaktalar ve hep birlikteler. Onların oldukları yerler aydınlatılmış, planları çizilmiş önceden. Biz burada diğerlerinden çok uzak ve yalnızız. Son birkaç saat hızlı bir film gibi geçiyor aklımdan.
Rektörlük binası işgali… ’68 – ‘69’ lu yıllardayız.Üniversite günlerdir öğrencilerin işgali altında. Eğitim, öğretim tamamen durmuş. Okulun tüm malları; binalar, otobüsler, kafeterya vb. öğrencilerin elinde. Kampus alanında, düşlerdeki yönetim provaları yapılıyor. Herkes bir fantezi dünyasında sanki.
Ne var ki herkesin beklentisi farklı. Benim düşlediğim dünyanın temelinde kadın-erkek eşitliği var. Eşitlik, özgürlük türküleri söylenen bu ortamda, amaçlarının benim düşümle özdeşleştiğini sandığım gruplara katılıyorum heyecanla, istekle. Ve ilk tokatı yiyorum o gece !
Polis ve askerin baskın yapıp kampusu ele geçirecekleri haberi geliyor. Rektörlük binasında tedbirler alınıyor. Yangın söndürme araçları ve ses çıkaran “bomba”larla bina bir kale gibi savunulacak. Henüz öldürme ve yaralamalarla sürüp giden vahşet dönemi başlamamış. Merkezi ısıtma sisteminin Rektörlüğe açılan ağzından
yeraltından kaçış yolları ayarlanıyor. Ta, bir kilometre uzaktaki yurtlara dek.
Baskına gelenler önce var güçle savunulan, içi öğrenci dolu bir binayla karşılaşacaklar, direnişi kırıp içeri girdiklerinde ise hiç kimseyi bulamayacaklar.Bu “dahiyane!” plan kimin fikri bilmiyorum.
Herkeste sinirli ve heyecanlı bir bekleyiş. Oyun oynar gibi bir hava var. Savunma ve kaçış planları, kimin ne zaman nerede olacağı falan tekrar tekrar gözden geçiriliyor.
Derken bir emir: bütün kızlar binayı terk edip yurtlara gidecekler. İnanamıyorum, ağrıma gidiyor. Benden çok daha korkak, beceriksiz, aptal, çelimsiz olanlar bile sırf erkek oldukları için kalacaklar, ben ve diğer kız arkadaşlarım “kavga” alanından uzaklaştırılacağız.
Gitmeyi reddediyorum, direniyorum. Diğer kızlar yapacak bir şey olmadığı için gittiler. En son bir-iki kız arkadaş kaldık; ben, Gülay Özdeş, Türkan Sabuncu. Kapıda bizi götürmek üzere bir araba bekliyor. Yöneticiye kesinlikle gitmeyeceğimi bildiriyorum. Yanında nişanlım var. Yardım istercesine ona bakıyorum, gözlerini kaçırıyor.
Yönetici, “Seni zorla çıkartırız,” deyip çevresindekilere emrediyor. İki kolumdan tutup beni kapıya doğru sürüklüyorlar. Bir bina dolusu erkek, daha iki dakika öncesine kadar dosttum hepsiyle. Şimdi beni kovuyorlar. Nasıl karşı koyabilirim? Bağırıp çağrıyorum ve yüzüğümü çıkartıp nişanlıma doğru fırlatıyorum.
Kapının önüne koyuyorlar beni. Arabadakiler bir an önce gitmek için sabırsızlanıyorlar. Arabaya binmiyorum. Derken “o” geliyor ve, “Bırakın onu, siz gidin” diyor. Araba hareket ediyor. “O”nun yetkisi sınırlı da olsa “başkan”lık sıfatı var ve sözünü dinliyorlar hernasılsa.
Bana dönerek,” Benim içeri girmem gerek. Sonra gelir sana bakarım"”diyor, içeri giriyor. Tahkim edilmiş kapı yüzüme kapanıyor. Gecenin karanlığında yapayalnız kalıyorum. Biraz ilerdeki bir ağacın altına büzülüp oturuyorum. İçimde hem acı, hem öfke hem gurur duyguları. Uzakta yurtların ışıkları görülüyor. Kız, erkek öğrencilerin çoğu oradalar. Diğerleri ise yanıbaşımdaki karartılmış binadalar. Ve biraz sonra gelecek polis kuvvetleri ve ordu birlikleri.
Ve ben tek başıma
Yapayalnız
Tüm insanlar gruplaşmış
Sığınmışlar
Birlikteliğin kolaylığına
Boyun eğmişler
Boyun eğilmeyesi
Kurallara
Ya da yeğlemişler
Yaşamlarına son verip
Yitip gitmeyi
Işınlanarak ırak
Yıldızlara
Zaman geçiyor. Bekliyorum öyle, elim cebimdeki 6.35likte. Hava neredeyse ağarmaya başlayacak. İçerden bazı sesler duyuyorum. Gerilim azalmış, “artık gelmezler” havasına giriyor gibiler.
O sırada kapı açılıyor, “o” yavaşça dışarı süzülüyor. Beni arayan sesini duyuyorum. “Buradayım” diye fısıldıyorum. Yanıma geliyor. Burada olduğumu ondan başka bilen yok sanırım.
“Sana yaptıkları haksızlıktı. Baktım çok kararlısın, müdahale ettim.”
“Teşekkür ederim.”
“Haydi gel, kafeteryadan hırsızlık yapılıyor. Bu gece hırsızlar için tam fırsat. Orayı kontrol edelim.”
“Peki” diyerek doğruluyorum, kafeterya binasına doğru yürüyoruz. İçerde bir-iki ışık var. Koca bina, ardına kadar açık kapıları, bomboş ve yarı karanlık haliyle ürkütücü bir görünümde. İçeri girip mutfak ve malzemenin bulunduğu mahzene iniyoruz. Yine bir ürperti duyuyorum. Hırsızlarla karşılaşsak sanki ne yapabiliriz? Neyse, hiç kimseler yok.
Tekrar yukarı çıktığımızda ta uzaktan hızla yaklaşan upuzun konvoyu görüyoruz. Sonra kaçış… Hemen yandaki santral binasında nöbetçi öğrenciler olmalı. Oraya giriyoruz hızla. Aygıtlardan çeşitli sesler geliyor, kırmızı ışıklar yanıp sönüyor ve kimseler yok. İçerdekiler bir-iki dakika önce terketmişler burayı belli. Sönmemiş bir sigara tütüyor masanın üzerindeki tablada.
Çıkıyoruz oradan ve uzaktaki barakalara doğru koşuyoruz. Bu arada “o” yolda rastladığımız iki bekçiden birinin şapkasını ödünç alıp kafasına geçiriyor.
Askeri konvoy hızla ilerleyip tüm kampusu sarıyor. Tek kaçış yolumuzun da askerler tarafından kesildiğini görüyoruz ve zorunlu olarak, askerler tarafından da görülmeyi göze alarak biraz ilerimizdeki ızgaralı kapağı kaldırıp aşağı iniveriyoruz böyle işte. Ve şimdi adım sayarak yürümekteyiz.
Elli adım sonra bir yol ayırımına geldik. Sağa, sola veya dümdüz ileri gidebiliriz. Biz sağa gidiyoruz; mühendislik fakülteleri yönünde gittiğimizi varsayarak. Kapkaranlık, üstelik yerin altında yönümü iyice şaşırıyorum. Bir süre sonra yine dönemeçler ve yol ayırımları.
“En iyisi geri dönelim,” diyorum, “böyle devam edersek iyice kaybolacağız. Girdiğimiz deliği de bulmamız olanaksızlaşacak.”
İşte o anda ikimiz birden 5-6 metre ilerimizdeki hareketi fark ediyoruz ve ışığı görüyoruz. Gafil avlandık; sakınmadan yürüyor ve yüksek sesle konuşuyorduk. Gördüğümüz anda ışık sönüyor, birkaç ayak sesi ve yine zifiri karanlık ve mutlak sessizliğe gömülüyoruz. Elele ve nefeslerimizi tutarak boruların arasına büzülüp bekliyoruz.
“Tamam, bu işin sonu geldi” diye düşünüyorum. Acaba nasıl bir son? Bazı sadist polisler ve onlarla işbirliği yapan manyak faşistlarla ilgili söylentiler beynimin içinde. İşkence, tecavüz, hatta ölüm. Bulunduğumuz yer bize yapılacak herşeye müsait.
En iyi ihtimal askerlerce yakalanıp yukarı çıkarılmamız ki, o bile bu şartlar altında çok kötü. Bir kız ve bir erkek öğrenci gece yarısı yeraltı dehlizlerinde bulunuyorlar. Basında kimbilir ne çirkef yazılar yayınlanır. Solculuk eşittir ahlaksızlık. Yarı aydın halkta yaratılmaya çalışılan imaja çok uygun bir biçimde ele geçeceğiz.
Ailem aklıma geliyor. Şuuraltı hep beğenisini kazanmak için çabaladığım babam. Daha önemlisi öğrenci birliği, fikir kulübü, yöneticiler, nişanlım… Olacak olanlara meydan verdiğim için beni suçlayacak, bağıracak aşalıyacaklar. “Küçük burjuva bireyselliği. Şımarık kolejli kız davranışları. Amerikancı tavırlar”. Hatta daha ileri gidenler olacak. “Ajan provakatör. Hareketimizi sabote ediyor.” Deminki öfke ve hayal kırıklığının yerini hafif bir pişmanlık alıyor.
Öyle ne kadar kalıyoruz? 5 dakika veya 20 dakika? Korku ilk başta boğazıma takılan bir yumru iken giderek etkisini yitiriyor. Karşı tarafta hiçbir hareket yok. Nerdeyse düş gördüğümüzü sanacağız. Fakat o mum alevi gibi bize doğru ilerleyen ışığı ikimiz de gördük, bu kesin. Orada mutlaka birileri olmalı. Sinir savaşı veriyoruz. Onlar da bizi farkedip, tıpkı bizim gibi nefeslerini tutmuş bekliyorlar. Bizden daha bile sessizler. Biraz ötemizde sanki kimse yok gibi.
Sonsuza kadar bekleyemezdik. Fısıldaşmaya başlıyoruz. Sonra bana çocukça ve saçma gelen bir davranışta bulunuyor. Yerinden doğrularak karanlığa doğru “Yaşasın tam bağımsız ve demokratik Türkiye!” diye bağrıyor.
O günlerin bayrak sloganlarından biri. “Kim var orada?” diye de bağırabilir oysa. Fakat “o” şartlanmışlıkla bu sloganı söylüyor. Eski tüfeklerden birinin önümüze koyduğu, Milli Demokratik Devrim teorisinin tek cümlelik özeti ve silahı. İşçi Partisini yıkıp yerle bir edecek güç kaynağı. Çoğulcu demokrasilerdeki bir benzerinin bile oluşumunu onlarca yıl ileriye atan, yüzlerce, hatta binlerce genç insanı yok eden yanıltıcı hedef. Biz bu devrimi kurtuluş savaşıyla çoktan gerçekleştirmiştik oysa. Bu düşünceyi dile getirmek olanaksızdı o günlerde.
Karşıda ne bir ses, ne bir nefes. Evet biraz ilerimizde hiç kimse yok. Yani az önce, onları fark ettiğimizde varlardı, şimdi yoklar.
Aynı anda mantıkl bir karar veriyoruz. Girdiğimiz deliğin altına döneceğiz. Orada oturup akşam olmasını, havanın kararmasını bekleyeceğiz. Sonra, yani 13-14 saat sonra dışarı çıkmak için şansımızı deneyeceğiz.
Gerilim bitti. İkimizde de bir rahatlama. Artık kendimizi sakınmadan yürüyoruz. Elele tutuşmuyoruz.
Yaşamın doruğa erdiği anlardan biriydi demin. Gerisi teferruat.
Epilog : Yıllar sonra internette yayınladığım bu hikayeyi okuyan bir arkadaşım, o gördüğümüz ışığın bizi aramak amacıyla dehlizde dolaşan kendilerinin olduğunu, fakat bizim gürültümüzden bizi asker sanıp sessizce oradan uzaklaştıklarını anlatan bir email attı bana.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.