- 719 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇUBUKLU A.Ş.
ÇUBUKLU A.Ş.
Cep telefonlarının hayatımızdaki önemi tartışılmaz şüphesiz. Sokakta yürürken, yahut toplu taşıma araçlarında yolculuk ederken ceplerimizde sırtüstü yatmak yerine, ya avuç içimizin gölgesinde parmaklarımız tarafından okşanırlar, ya da kulaklarımızla dakikalarca öpüşürler. Kolunda saat olmasına rağmen, saatin kaçı kaç geçtiğini öğrenmek için cebinden telefonunu çıkartarak etrafına caka sattığını sanan bir tipe bile rastlamak olası hani. Bu yüzsüz örnekleri çoğaltmak mümkün fakat sen tadında bırak ve konuyu Sheriff maçımıza bağla klavye kılıklı sevgili kalemim.
Yukarıdaki satırlarla Sheriff maçımızın arasındaki ilişkiyi izah edeyim hemen. Moldova polisi maçı izlemeye gelen renktaşlarımızın cep telefonlarına el koymak istedi maç çıkışı geri vermek koşuluyla. Sonra ne olduysa bu yaptırımdan vazgeçildi. Polis, çok geçmeden hatasının farkına mı vardı, yoksa Türk seyircisinin cep telefonundan asla ayrılamayacağını mı anladı, işte orasını kestirmek güç. Bu tutumu her ne kadar sempatik ve esprili bir üslupla dile getirsem de, renktaşlarımızın maruz kaldıkları neyliği belirsiz ve gereksiz olan bu davranış gerçekten üzdü beni. O an aklımın kıyısından mabedimizde oynadığımız Avrupa kupası maçlarında rakip taraftarlara sergilenen misafirperverliğimiz geçti. Bırakın cep telefonlarına el koyma fikrini, üyesi olduğumuz derneklerimizde ağırlayıp, ağızlarına lokmaları “Bununda tadına bakın” deyip zorla tıktığımıza ve ellerinden tutup tribünlerine kadar refakat etmelerimize bizzat ben şahidim. Onlar bize geldiklerinde hal böyle olurken, biz onlara gittiğimizde neden farklı davranışlara maruz kaldığımızı hiç anlamam doğrusu.
Maçı, ikamet ettiğim Kartal’ın mütevazı bir çay bahçesinde seyrettim bu sefer. Sıra sıra dizilmiş tahta sandalyeleriyle bir yazlık sinemayı andırıyordu mütevazı çay bahçesi. Maçı çok kişi seyredebilsin diye masalar kaldırıldığından herkes elinde tutuyordu içeceklerini. Alkol uğramamıştı geceye. Başlıca içecekler; çay, soda ve nescafeydi. Bizim maçın peşi sıra Galatasaray’ında maç oynayacak olmasından ötürü iki ezeli rakibin taraftarları olarak hep beraber seyrettik Sheriff maçımızı. Alex ile bulacağımız gol geciktikçe gecikiyor, bizim suratlarımıza gerginlik yerleşirken onların dudaklarınaysa alaycı bir gülümseyiş uğruyordu.
Kara tren misali geciktikçe geciken, Moldova dağlarında salınan ve halimi bilmeyen gol, Semih’in asistiyle Alex’ten geldiği an “Tamam artık, Sheriff çözüldü. Bize gol atabilmek için açıldıkça açılırlar, bizde farka koşarız” tezim kısmen tutuyor. Sheriff açılmasına açılıyor fakat bu defa biz skoru koruma psikozuna girerek geriye yaslanıyoruz. Sahadaki futbolun rengi bir anda terse dönüyor. Yine mide krampları eşliğinde 90 dakikanın bitmesini bekliyoruz. Neyse ki korkulan olmuyor ve Moldova’dan 3 puanla dönüp, grubumuzda tekrar iddialı konuma geliyoruz. Artık akıllarda; Pazar akşamındaki Gençlerbirliği maçından da galip ayrılarak, lig tarihi boyunca bugüne kadar kimsenin kırmaya cesaret edemediği ve kendimize ait olan 7’de 7 rekorumuzun üzerine bir tuğla daha koyup 8’de 8 yapmak var.
Bir tarihe daha tanıklık edeceğimiz Gençlerbirliği maçımıza gitmek için hazırlık yaparken, bir yandan da 100’üncü yılını kutlayan renktaş Ankaragücü’nün Galatasaray’ı ağırladığı maçı seyrediyorum. Ankara’da hava günlük güneşlik, Ankaragücü uzun zamandır ilk defa çubuklu giymiş. “Elbet vardır bunda da bir keramet” diyerek, Ankara’ya latife yapıyorum o parlak güneşini İstanbul ile paylaşması için. Çünkü bizim İstanbul’un iki gözü iki çeşme. Bu da benim maça gidememem anlamına geliyor. Ankara güneşinden bir tutam bile vermiyor belki ama bu isteğime de kayıtsız kalamıyor. Güneşin yerine gönderdiği mendille siliyorum İstanbul’un göz yaşlarını. Yağmur dindiğine göre düşebilirim artık mabedin yollarına.
Evden çıktığımda Ankaragücü-Galatasaray maçı 0-0 ve 75’inci dakika oynanıyor. Yolda giderken bir minibüs sokuluyor beşik kertmeli yarim akülü iskemlemin yanına. Şoförün yarı açık camından parmaklarıyla “2” işareti yapmasını, Gençlerbirliği’ne atacağımız gol sayımız olarak yorumluyorum Ankara’da olup bitenlerden habersiz olduğum için. Meğer kurşun yağıyormuş usul usul ezeli rakibin kramponlarına. Adamcağız Galatasaray’ın yediği bu kurşunları anlatma derdindeymiş bana. 3’üncü Ankaragücü golünü de bindiğim otobüsteki bir Galatasaray taraftarından dinliyorum. “Kardeşim bu nasıl iş? 9 dakikada 3 gol yedik…” Bu isyankar sesi, gecikmeli de olsa Turkcell doğruluyor telefonuma gönderdiği bilgi mesajıyla. Mesajı şaşkın gözlerim ve tebessüm eden dudağımla okuyorum otobüs ahalisinin duyabileceği bir sesle. “Ankaragücü 3-0 Galatasaray. Maç bitti…”
Stattan içeri girdiğimde herkesin dilinde bu maç var. Ne kadar sevinmiş görünsek de, herkesin buluştuğu ortak bir görüş ise şu; “Tüh be ilk önce keşke bize yenilselerdi. Adamların sarı-laci çubukluya karşı ciddi ciddi fobileri var anlaşılan…”
Alex’in 2, ve Lugano’nun skoru 3-0 olarak ilan eden golleriyle elde edilen galibiyetten sonra değmeyin keyfimize. Hem 8’de 8 yapıp, kendi rekorumuzu kırmışız. Hem ezeli rakiple puan farkımızı 5’e çıkarmışız. Hem de ‘ligin tek namağlup takımı’ unvanını elimize geçirmişiz. Üstelik tüm bunları gerçekleştirirken de özlenen ve hasretle beklenen bize yakışan bir futbol sergilemişiz. Bundan iyisi, Şam’da kayısı…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.