- 798 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Binlerce Susam
Sonbahardan kışa, ansızın giriverdik. Bazıları ellerini buz tutturan, ayaklarına çivi kestiren, kulak uçlarını acı bir sıcaklıkla yalayan, iğneleyip yakan soğuklara sobasız, bacasız yakalandılar. Bazıları da, damdaki çatıda oynayan, yağan yağmuru içeriye alan kiremitlere öfkelendiler. Çatıya çıktılar, kiremitleri, bacaları düzelttiler, oldukça pahalı yiyeceklerden hoşlanan obur sobalarını kurdular.
Zeytinliklerin arasında bir kırmızılık, el kadar. Gittikçe büyüdü, açıldı. Kırmızıdan turuncuya dönüştü. Henüz yeni doğan, ısıtmayan güneş göründü. Sarı, göz kamaştıran bir leke gibi sanki. Adamın gözünü alıyor, ikinci defa bakmasına engel oluyor. Sis çıktı. Kasabayı baştan ayağa yuttu. Evler görünmez, renkler seçilmez oldu. Hava ayaz, adamın nefesi donuyor.
Savran Ali, akşamdan kalma içki mahmurluğunun ateşinden olacak, derecesi düşük kahvenin önünde, bir karış toz bağlamış sandalyelerden birine kurulmuş, kirli masaya dirseklerini dayamıştı. Küçük, zeytin renkli gözleri çapak tutmuştu. Yoldan tek tük insanlar geçiyor, yeni bir günün telâşını, umudunu yaşıyorlardı.
Sis bastırdı, açıldı.
Yükselen binalar, yer yer, güneşin ışıklarını kesiyor, sokağa alaca gölgeler düşürüyordu. Az sonra, yeniden yoğunlaşan sis, güneşin gözünü kör etti, ferini, ateşini söküp aldı. Fakat yine de, çıplak gözle ona bakmak zordu. Savran Ali, denedi bunu. Ellerini, şapkasının siperinin altına, alnına götürdü. Güneşe, öylece baktı. Zeytin renkli gözleri kamaştı. Kaşlarının altında, göz pınarlarına yakın bir yerde, bir ağırlık duydu.
Güneş yeniden, temelli kapandı, kayboldu. Sisler, güneşi yuttu. Etraf seçilmez oldu.
- Keşke! dedi Savran Ali. Bu sis, hiç dağılmasa! Her şeyi örtse, örtse! Kusurlar, işlenmiş günahlar görülmese!.
Sokakta adım sesleri. İri, kımıldayan bir karaltı geldi, Savran Ali’nin önünde durdu. Bu, zeytin alım satımıyla uğraşan, kendi halinde bir tüccardı. Kırçıllaşmış saçlarını özenle tarar, her zaman mavilerini giyinir, ille de yeleğini unutmazdı. Her gün tıraş olur, fakat bıyıklarını fındık karasıyla boyardı. Selâm verdi, kirli masanın bir ucunu paylaştı. Besbelli, yüreğinin sıkıntısını anlatmak istiyor, derdine çare arıyordu.
Teklifsiz:
- Kuzum Savran, dedi, benim bir sıkıntım var.
- Ne sıkıntısı? Söyle anlayalım. Ne derler? Derdini söylemeyen, derman bulamaz.
- Sana güvenebilir miyim?
- Elbette! Şüphen mi var?
- Fakat bu, aramızda sır olarak kalacak.
- Kalacak!
Çaylar söylendi. Ayakçı, dumanı üstünde yükselip sisleşen bardakları masaya bıraktı. Yürüdü, döndü. Masanın kirinden mi utandı, nedir, omzundaki bezi çekip aldı. Masayı sildi.
Tüccar Haydar, bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan da Savran Ali’yi dikkatle kolluyor, hareketlerinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Öteden beri herkes bilirdi ki, Savran’ın eli uzundu. Çok kere alaca, karışık işlerin altından çıkar, asla uslanmaz, hiç kimseden de utanmazdı. Çoluğa çocuğa karışmasına rağmen, etrafını toza dumana boğar, yakınlarını bile ısırırdı.
Tüccar Haydar büyük taşların baskınında.
Tüccar Haydar’ın derdi büyük: Bu sene, topladığı zeytinlerden, -ölçüde, kantarda dikkatli olmasına rağmen- asıl patrona devrederken zararlı çıkıyor. Zararı üç beş olsa, aldırmayacak. Ama kantarın topu bir kere kaçmasın. Hesap kitap derken, ölçüp biçerken bakıyor; zararı, binleri aşıyor.
- Biliyorsun, dedi Haydar. Sizin handa zeytinlerimi depoluyorum. Kira mira da almıyorsunuz. Sizden memnunum. Ne var ki, zeytinlerim alınıyor mu, çalınıyor mu, bir türlü anlayamadım. Hana girip çıkanları birlikte gözetlesek.
Savran Ali, kulak uçlarına kadar kızardı. Yüreği köz gibi yandı. Heyecanlandı.
- Deme yahu? dedi. Acaba hangi kopuğun aklına gelir, handan zeytin almak?
- Ben de onu arıyorum.
- Bulamazsın!
- Neden?
- Hanın kapısı, bacası yok. Sağı solu delik, açık. Gireni, çıkanı çok.
- Desene karanlığa kurşun sıkıyoruz?
- Öyle gibi. Ama meraklanma, buluruz. Sen, sen ol, bana açtığın sırrını, bir başkasına deme. Kulağımız kirişte, bekleyelim.
- Olur!
Ayrıldılar. Tüccar Haydar, işyerine döndü. Yeni gelen zeytinlerin çekimiyle uğraştı. Besicilere yem tarttı. Fırsat buldukça, Savran Ali’yi kolladı. Savran Ali, o değilmiş gibi davranıyor, hiç oralı olmuyordu. Arada bir kızarıp bozarıyor, yine de pişkinliğinden kaybetmiyordu. Bazen sesleniyor:
- Meraklanma ağam, buluruz! diyordu.
Bu söz, Tüccar Haydar’ın yüreğine mıh olup çakılmıştı. Künde üstüne künde düşünüyor, nasıl etmeli de, çok yaklaştığı, artık hiç şüphesi kalmayan avını, ağına çekmeliydi.
Akşama doğru işler yavaşladı. Tüccar Haydar, her zamanki gibi, aldığı zeytinleri han avlusundaki açık depoya boşalttırdı. Toplama küreğiyle konik yığınlar yaptırdı. Yığınları göz ucuyla ölçtü, biçti. Tam bu sırada, çocukça da olsa, aklına bir fikir düştü. Düşündüğünü yapmak için, karanlığın koyulaşmasını bekledi. Karanlık basınca, karşıya, yem dükkânına geçti. Telefonla karakolu aradı. Jandarma çavuşuna düşündüklerini anlattı.
- Aman, dedi, yarın erken damlayın! Olmaz mı?
Jandarma çavuşu, "Olur!" demiş olmalı ki, Tüccar Haydar’ın yüzünde gülücükler uçuştu. Keyfi yerine geldi. Dükkânının kepenklerini indirdi, yarın olacaklardan emin, evinin yolunu tuttu.
Sabahı, Savran Ali’yle karşılaştı. Han kahvesini kendisine mekân edinen, arandığında çok defa orada bulunan Savran Ali, Tüccar Haydar’ın yolunu bekliyordu. Yine, nereden düşürmüşse düşürmüş, iki çuval zeytini, açık deponun önüne yıkmıştı.
Tüccar Haydar, zaman kazanmayı amaçladı. Henüz beklediklerinin ikincileri ortalıkta yoktu. Savran’a seslendi:
- Daha, dedi, sabah çayımı içmedim.
Öteki atıldı:
- Birlikte içeriz!
- Senden mi, benden mi?
- Ne fark eder? Nasıl olsa her gün, küpünü dolduruyorsun. Yaradan, bizim gibilere acısın.
- Sen de, ha?
- Ne var bende?
- Diyeceğim, akmasa da, damlamıyor mu?
- Damlıyor. Damlıyor ya...
Çaylarla birlikte, ikinciler de geldi. İki er, tam teçhizatlı, caddede göründü. Daha ileriden, jandarma çavuşu da geliyordu. Tüccar Haydar kalktı, depoya gitti. Arkası sıra, Savran Ali de yürüdü. Zeytin çuvalları çekildi. Boşaltılmak için ağızları çözüldü. Tüccar Haydar, Savran Ali’ye kol verdi. Kollaştılar, çuvalları döktüler. O da ne? Her zeytin tanesine yüzlerce susam yapışmış. Zeytini, susamdan ayırmak mümkün değil. Savran Ali, bir boşalan çuvaldaki zeytinlere, bir de yığındakilere baktı, rengi attı, sarardı. Kaçmaya davrandı, erler yolunu kesti. İlktir küçük, zeytin renkli gözleri buğulandı. Çavuş atıldı, onu sımsıkı yakaladı. Sordu:
- Şikâyetçi misin, Haydar?
- Elbette!
- Alın, götürün!
Çarşı Caddesi’nde insanlar, şaşkın, mütereddi, iki er arasında, elleri kelepçelenmiş Savran Ali’nin arkasından baktılar. Savran Ali, karakolun hayli yüksek merdivenlerini, dizbağları çözüle çözüle, güç belâ çıktı. Az sonra çavuşla birlikte, Tüccar Haydar da karakola gittiler.
İş anlaşılmış, hırsız yakalanmıştı.
Oyhan Hasan Bıldırki