- 1881 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
OLİMPOS ATEŞİ
Küçük bir defter , bir kalem , cüzdan , dijital fotoğraf makinesi , hafıza kartları , tüm bunların içine konulacağı boyna asılan spor bir çanta ve ben… Bir keşif gezisi için gerekli olan her şey hazır . Az daha unutuyordum : Güçlü , tutkulu ve meraklı bir gezgin ruhunu da eklemem gerekir . O olmadan atılan hiçbir adımın anlamı yoktur çünkü . Yalnız yaptığımız gezilerde değil , hayatta attığımız her adımda bir gezginin ruhunu taşırız farkında olmadan . Zekâsı ölçülemeyen büyük Alman şair ve yazar Goethe , bunu şöyle dile getiriyor : “Evet , yeryüzünde bir gezginim yalnızca , bir yolcu ! Sizler bunun ötesinde misiniz ?..”
Kaptanın seyir defterinde yeni durak , bu kez Olimpos olacaktı . Olimpos adının mitolojik bir anlamı vardı aslında . Yunan mitolojisinde Tanrıların oturduğu dağın adıydı . Aynı zamanda bu dağ , Yunanistan’ın en yüksek dağıydı . Burada sözü geçen yer ise , 1972 yılında Antalya ili Kemer ilçesi sınırları içerisinde bulunan , doğal ve tarihî güzelliklerin korunması için sit alanı olarak korunmaya alınan bir bölge konumundaki Olimpos Beydağları Milli Parkıdır . Olimpos-Beydağları Sahil Milli Parkı Sarısu’dan itibaren Antalya-Kumluca karayoluna ve Akdeniz’e paralel olarak Gelidonya Burnu’na kadar uzanmaktadır . Bu milli parkın içerisinde Antalya’ya 60 km uzaklıkta olan , bugün artık Kemer’e değil de , Kumluca ilçesine bağlı olan bir tatil köyüdür Olimpos , bir bakıma da bir antik kenttir .
Bu ön bilgilerin ışığında yolculuğa başlamıştım . Kendimi hem Anadolu’nun yanı sıra Kuzey Afrika , İran , Kafkaslar , Orta ve Kuzey Avrupa’yı gezip , gördüklerini “Seyahatname” adlı eserinde anlatan Evliya Çelebi gibi , hem de Kubilay Han’ın görevlendirmesiyle 13.yüzyılın son çeyreğinden 14.yüzyıl başlarına kadar Anadolu , Mezopotamya , İran , Türkistan , Pamir Dağları , Gobi Çölü , Çin , Uzakdoğu ve Afrika’yı dolaşan , tarihsel , coğrafi , etnolojik ve sosyolojik değer taşıyan gezi yazılarıyla gördüğü yerleri anlamaya çalışan ünlü İtalyan gezgin Marco Polo gibi hissediyordum . Kalbimin yarısı Doğuya , yarısı da Batıya aitti . Orhan Pamuk için İstanbul ve Dostoyevski için St. Petersburg şehri ne ifade ediyorsa , Antalya da benim için benzer şeyleri ifade ediyordu . Antalya’da tek başıma ya da arkadaşlarımla yaptığım gezilerde sosyolojik açıdan Türkiye’nin profilini yansıtan bu şehirle ilgili gördüğüm ve algıladığım şeyleri biriktiriyor ; bunların kimi zaman kelimelerle , kimi zaman da fotoğraflarla somut bir şekle bürünmesini sağlıyordum . Ve galiba farkında olmadan görünmez bir kalemle ruhumun derinliklerinde “Antalya Seyahatnamesini” yazıyordum…
Ruhumun derinliklerinden yukarıya doğru yükselip bedenimden dışarı taştığımda , elime kalemimi aldım ve “Seyahatnamenin” Olimpos antik kentiyle ilgili olan bölümünü yazmaya başladım . Yolculuk üzerinde “Batı Antalya” yazan minibüslerin kalktığı yerde başladı . Bu isim tesadüfen konmamıştı . Oradan hareket eden minibüsler Antalya’nın merkezine göre batıda kalan ilçelerine doğru gidiyorlardı . Benim bineceğim minibüs ise , Antalya’nın merkezinden başlayıp sırasıyla Kemer , Kumluca , Finike ve Demre ( Kale ) adlı ilçelerden geçiyor , yolculuğunu ise , Antalya’nın en batısında kalan Kaş’ta tamamlıyordu . Bir antik kentin gizemini keşfedecek olmanın yarattığı heyecan ve tutkuyla minibüse bindim . Yaklaşık on dakika sonra da hareket ettik . 2007 yılının Eylül ayı sonlarına doğru yaklaşıyorduk sanırım . Küresel ısınmanın korkunç yüzünü göstermeye başladığı bir yıldı ve galiba hissedilen sıcaklık 35-400C arasında bir değerde olmalıydı . Sonbahar mevsiminin ikinci ayına yaklaşıyor olmamıza rağmen , Ağustos ayından kalma bir yaz günü yaşanıyordu adeta . Yabancı turistler havanın güzel olmasını fırsat bilmişler , yanlarına çantalarını ve gezgin ruhlarını da alarak tatile çıkmışlardı . Turizm sezonunun sakinleştiği sonbahar aylarının tadını çıkarıyorlardı . Şoför ve 1-2 kişi dışında minibüste Türk yoktu . İngiliz , Alman , Japon hatta –sonradan öğrendiğime göre- Meksikalı turistler bile vardı minibüste . 1979 yılında yapıldığı söylenen
324 m uzunluğundaki Akyarlar tünelini geride bırakana dek benim için oldukça sıradan geçiyordu bu yolculuk . Tünelden çıktıktan sonra önümde oturmakta olan genç Japon bayanın oldukça güzel , lacivert bir cildi olan bir defter çıkardığını gördüm çantasından . Defterini açıp şöyle bir göz gezdiriyordu . Japonca bilmememe rağmen , bu defterin gezi notları içeren bir defter olduğunu anladım . Bu aslında oldukça sıra dışı bir ayrıntıydı bence . Çünkü Japonlar genellikle gezdikleri yerlerin fotoğraflarını çekmekten hoşlanırlar . Yani gezdikleri yerleri fotoğraflarla belgelemeyi severler . Fotoğraf makinesi olmayan bir Japon turist görmedim hiç . Yaptığı gezilerle ilgili notlar almak , hatta gezi yazıları yazmak Avrupalılara özgü bir alışkanlıktır daha çok . Marco Polo , Goethe , André Gide ve daha pek çok isim sayılabilir gezi yazıları yazmış olan Avrupalı gezginlerden ve yazarlardan . Bizden de Evliya Çelebi örnek olarak gösterilebilir . Geçmişe yönelik bu birikimlerinden dolayı yaşamış olduğum şaşkınlık , yerini yavaş yavaş bir kabullenişe bırakmıştı . Küreselleşmeyi kabullenişti bu . Artık geleneksel alışkanlıklarla yetinmiyordu insanlar , küresel alışkanlıklar da kazanıyorlardı . Bu genç bayan da ait olduğu toplumda kazandığı fotoğraf çekme alışkanlığı ile eskiden Avrupalılara , şimdi ise küresel dünyaya ait olan gezi notları alma alışkanlığını birleştirmişti . Ve deyim yerindeyse Japon bir gezgin değil , küresel bir gezgin olmuştu . Ben bunları düşünürken , sırasıyla Beldibi , Göynük ve Palmiye tatil köylerini geride bırakmıştık . On yedi bin civarında nüfusu olan Kemer’e ulaşmadan önce , 1974 yılında yapılmış olan 130 m uzunluğundaki Çamdağ tünelinden geçtik . Ben güzergâhın Kemer ilçe merkezine kadar olan kısmını biliyordum aslında . Daha önce arkadaşlarımla mavi bayraklı sahillerini merak ettiğim Kemer’e gelmiştim . Yani benim için yolculuk asıl Kemer’den sonra başlıyordu . Bu güzel ilçeyi geride bıraktıktan sonra Kiriş ve Çamyuva tatil köylerinden geçmiş ve güzergâhımızın ilk antik kentine ulaşmıştık : Phaselis . Japon turistler burada indiler . Sanırım Japon genç bayan gezi notlarına Phaselis ile devam edecekti . Phaselis’in ardından Tekirova tatil köyü de geçmişteki yerini aldı ve Çıralı ile Kaynartaş’ı gösteren levhanın önünde durduk . İngiliz ve Alman turistlerden oluşan grup da burada yolculuklarına son verdiler . Minibüste sadece Meksikalı turistler ve Türkler kalmıştı . Hafif esen rüzgârın etkisiyle yolculuk boyunca bize eşlik eden sakin deniz manzarası yükselen rakımla beraber yavaş yavaş kayboluyor gibiydi . Sonunda Olimpos dinlenme tesislerine ulaştık . Burası Olimpos tatil köyünün ruhuna aykırı düşmeyen bir yerdi . Tabii ki , sonradan farkına varmıştım bunun . Hemen dijital fotoğraf makinemi çıkardım ve ilk fotoğrafı çektim . Büyümekte olan bir ağaca asılmış , deniz mavisi üç ayrı tabelaya kelime kelime kırmızı harflerle yazılmış olan “Olimpos Dinlenme Tesisleri” yazısı görünecek şekilde sol tarafından fotoğrafını çekmiştim bu yerin . Fotoğrafta ayrıca beyaz bir cip , Batı Antalya tarafına giden araçların yolcu indirip bindirdiği durak ve ağaçtan yapılmış olan tesisin ön tarafını örten irili ufaklı ağaçlar ile rengarenk çiçekler yer alıyordu . Sağ tarafa geçerek çektiğim ikinci fotoğrafta ise , çöp kutuların gölgeleyen bir ağacın sol tarafında tesisin girişi gözüküyordu . Ağacın hemen yanında bir şemsiyenin altında ağaçtan yapılmış bir masa göze çarpıyordu . Fakat tüm bu ayrıntılardan daha önemli olan bir şey vardı . Öncelikle şu sorunun cevabını bulmalıydım . Buradan Olimpos tatil köyüne nasıl gidecektim ? Tesisin ön tarafında yer alan ayrıntılara ve çektiğim fotoğraflara öylesine kaptırmıştım ki kendimi ; minibüsten benimle beraber inmiş olan hasır şapkalı iki Meksikalının da benim gibi şaşkın şaşkın etrafa bakındığını ve benimle aynı soruyu cevaplamaya çalıştıklarını unutmuşum . Yuvarlak , hasır şapkalı Meksikalılar , irili ufaklı tepelerin , dağların ötesinde ıssız bir yer , bu ıssız yerin ortasında ağaçtan yapılmış bir dinlenme yeri… Bu ilginç ayrıntılar bana Sergio Leone’un Western filmlerindeki vahşi batıyı çağrıştırıyordu . Filmlerinde vahşi batıda yaşananları birer şiire dönüştüren usta İtalyan yönetmenin görsel zekâsına o an içimde dolaşmaya başlayan Ennio Morricone’nin dahice bestelenmiş müzikleri de eklenince , dinlenme tesisi vahşi batıdaki hanlardan birine , otomobiller at arabalarına , Meksikalıların ayakkabıları kovboy çizmelerine dönüşmüştü. Ama içlerinden biri sırtına asılı çantasıyla beraber yanıma gelip :
“Hi ! Do you know where Olimpos is ? ( Merhaba ! Olimpos’un nerede olduğunu biliyor musunuz ? ) ” diye sorunca vahşi batı hayalinden çıkıp Olimpos gerçeğine ulaşmıştım yine .
“Hi ! I don’t know where Olimpos is . I try to learn how to go to Olimpos just like you . ( Merhaba ! Olimpos’un nerede olduğunu bilmiyorum . Tıpkı sizin gibi Olimpos’a nasıl gidileceğini öğrenmeye çalışıyorum . ) ” şeklinde cevap verdim Meksikalıya .
“Where do you come from ? ( Nerelisin ? ) ” diye sordu Meksikalı .
“I come from Turkey . ( Türküm )” diye cevap verdim .
“Do you know Antalya ? ( Antalya’yı biliyor musun ? ) ”
“Yes , I’m living in Antalya but I don’t know west side and east side of it . I try to discover them with these trips .
( Evet , ben Antalya’da yaşıyorum , fakat Antalya’nın batısını ve doğusunu bilmiyorum . İşte böyle kısa yolculuklarla keşfetmeye çalışıyorum . ) ” diye cevap verdim .
“O.K. , my friend . Thank you ! ( Tamam , dostum . Sağol ! ) ” dedi .
“Not important , my friend ! ( Önemli değil , dostum ! ) ” diyerek Meksikalıların yanından ayrıldım . Tesisin sol tarafına doğru yürümeye başladım . Batı Antalya minibüslerinin yolcu indirip bindirdiği durağın sol tarafında daha önce gözümden kaçmış olan , daha doğrusu Batı Antalya’ya ait minibüsler olduğunu düşünerek önemsemediğim iki beyaz minibüse rastladım . Ön camlarının sağ alt köşesinde bulunan bir tabelada büyük harflerle “OLIMPOS” yazılı birer tabela gözüme çarptı. Bu minibüsler buradan Olimpos’a giden minibüsler olmalıydı . Şimdi sıra bu minibüslerin kalkış saatlerini öğrenmeye gelmişti. Burası dinlenme tesisi olduğuna göre , şoförler de tesiste olmalıydı . Sanırım denklemi çözmek üzereydim . Aslında keşif yolculuklarında rastlanan bu küçük denklemler insanın kaşif ruhunu besleyen küçük egzersizlerdi . Bunları düşünerek tesisin girişine doğru yürümeye başladım . Bu arada Meksikalılar gözden kaybolmuştu . Sanırım onlar da tesisin içindeydi . Aklıma takılan birçok sorunun cevabı içerideydi . Meraklı gözlerle kapıdan içeri girdim . Bir süre etrafa bakınıp durdum şaşkın gözlerle . Sanki orası bir tiyatro sahnesiydi . Şu anda orada bulunan herkes kendi rolünü oynuyordu . Ve sıra bana gelmişti . Bu sahnenin son oyuncusu bendim sanki . Gizemli gerçeklerle dolu hayat sahnesinin bu sakin öğleden sonrasında , ağaçtan yapılmış bir dinlenme tesisinde yolunu bulmaya çalışan yalnız bir adam ve yolcular…Olimpos’a giden ve Olimpos’tan gelen o gezgin ruhlu , tutkulu insanlar… Sonra içinde bulunduğum mekânın ve bu mekânın çevresinin vahşi batıyı fazlasıyla çağrıştırmasından olsa gerek , kendimi yine Sergio Leone’un Western filmlerinde bulmuştum . Sanki vahşi batıdaki barlardan birine girmiştim . Bar kısmı sol taraftaydı ve sanki barmen sürekli içki hazırlayıp duruyordu . Vahşi batının hayatla ilgili sorularına cevap arayan , kafası karışmış kovboylarından biriydim o an . Bu barın içinde aşkla , savaşla , ölümle ve sonuç olarak hayatla ilgili bazı gerçekler saklıydı ve ben vahşi batının yalnız kovboyu , bu vahşi dünyanın gizemi ve karmaşası içinde olabildiğince hayal kuruyor ; ama bir taraftan da bu gerçeklere ulaşamasam bile , onlara yaklaşmak istiyordum . Vahşi batı hayallerine o an için nokta koyan , tesisin neredeyse tam ortasında ayakta durmuş , kulağında cep telefonuyla konuşmaya dalmış , üniversiteli olduğunu düşündüğüm bir genç kız oldu . Konuşmaların arasından şu cümleyi çekip almıştım :
“Valla , biz de böyle gezgin gibi olduk !..”
Yanında bir kız arkadaşı daha vardı , yani iki kişiydiler . Girişteki masada oturan elli yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir adam , bana dönüp gülümseyerek şöyle dedi :
“Beş-on dakikada bir cep telefonuyla rapor veriyor arkadaşına seyahatiyle ilgili .”
“Hımm , anladım.” diyerek ben de gülümsedim .
Bu adam aslında en önemli sorumun cevabıydı , fakat henüz farkında değildim bunun .
“Şu dışarıda Olimpos yazılı tabelası olan minibüsler ne zaman hareket edecek ?” diye sordum merakla bana bakmakta olan bu adama .
“On-on beş dakika sonra hareket edeceğiz !” dedi adam . O minibüslerden birinin şoförü olduğunu söyledi . Yarım saatte bir buradan kalktıklarını da ekledi .
Biraz daha etrafa bakınınca Olimpos’a gidecek olan Meksikalıları ve Türkleri de görmüştüm . Minibüs şoförleri , tesisin işletme sahipleri ağaçtan yapılmış masalarda oturmuş , çay içiyorlardı . Üniversiteli gezgin kızlar Antalya’ya dönmeye hazırlanıyorlardı . Tesisin arka tarafında bulunan terasta İngiliz olduklarını düşündüğüm bir aile öğle yemeği yemekteydi . Sanırım onlar da Antalya’ya dönecek olan yolcular arasındaydı . Birkaç dakika sonra :
“Olimpos ! Olimpos’a gidenler kalmasın !” diyen bir ses duydum . Gitme vakti gelmişti . Olimpos’a gidecek olan herkes yerinden kalktı ve bir-iki dakika içerisinde yola koyulduk . Minibüs önce tesisin sağ tarafından aşağıya doğru uzanan oldukça dik bir yola girdi . Toprak yol olduğu için şoför bayağı hız kesmek zorunda kaldı . Bu sinir bozucu yolu geride bıraktıktan sonra , Olimpos’a doğru uzanan yola girdik . İrili ufaklı bungalovların , pansiyon , kafe ve restoranların çevrelediği, ağaçların sımsıkı sardığı yollardan geçerek Olimpos antik kentine ulaştık . Herkes minibüsten indi . Ben şoföre cevaplarını merak ettiğim bazı sorular sormak için kaldım .
“Affedersiniz , antik kente ait kalıntılar ne tarafta acaba ?” diyerek ilk sorumu sordum .
“Şu önümüzdeki arabaların ilerlediği yolu takip edin . Biraz ileride girişi göreceksiniz . Yolu takip ederseniz , sağlı-sollu levhalara rastlayacaksınız . Bu levhalar sizi ilgili kalıntılara götürür .”
“Teşekkür ederim , sağ olun !” dedim .
“Siz Antalya’ya ilk defa mı geliyorsunuz ?” diye sordu .
“Hayır , ben Antalya’nın merkezinde yaşıyorum . Öğretmen olarak buraya atandım . İşte böyle geziler yaparak Antalya’nın ilçelerini tanımaya çalışıyorum .” diye cevapladım .
“Çok güzel ! Ben Maliye Bakanlığından emekli oldum . Emekli olduktan sonra bu işi yapmaya başladım . Can sıkıntısı ve ekonomik sıkıntılar beni bu işi yapmaya zorladı .” dedi .
“Anlıyorum sizi . Hayat şartları iyice zorlaştı tabii . Haklısınız .” dedim .
“Burada kaç gün kalacaksınız ?” diye sordu .
“Hayır , aslında günübirlik gezmek için geldim . Amacım , esaslı bir keşif gezisi yapmak . Daha sonra belki tatil sezonunda arkadaşlarımla birlikte birkaç gün kalmak için gelebilirim buraya .” şeklinde cevap verdim .
“Öyleyse siz sormadan söyleyeyim : Son arabamız akşamüzeri altı buçuk civarında kalkacak . Kendinizi ona göre ayarlayın .” dedi .
Şoför amcaya yardımlarından dolayı teşekkür ettikten sonra minibüsten indim . Birkaç dakika sonra Olimpos’un içindeydim . Eğer böyle tarihî eserlerin olduğu bir yerde dolaşıyorsanız ve bir rehberiniz yoksa , rehberiniz kendiniz olacaksınız demektir . Bu yüzden böyle bir keşif gezisine çıkmadan önce bir ön araştırma yapmanız gerekecektir . Ben ön araştırmamı yapmıştım . Şimdi ise , o soyut bilgilerin bu kalıntılarla somutlaşmasına sıra gelmişti . Likya kral yolu üzerinde bulunan ve Helenistik Devir’de kurulduğu bilinen Olimpos , M.Ö. 78’de korsanlardan temizlenerek Roma topraklarına katılmış . Öyleyse Roma Uygarlığına ait eserler çoğunlukta olmalıydı bu kentte . İlk dikkatimi çeken sağ tarafta boylu boyunca uzanan kaleye benzer bir yapıya ait kalıntılar olmuştu . Yakınlarında bir yerlerde bilgi verme amacıyla konmuş bir levha olup olmadığına baktım . Ama herhangi bir levha göremedim . Yolun sol tarafına geçtiğimde ise , Kuzey Nekropol ( North Necropolis ) yazılı levha dikkatimi çekti . Nekropol , arkeolojik şehirlerde mezarlıkların ve toplu mezar yerlerinin bulunduğu bölgeye verilen isim anlamında kullanılan bir arkeoloji terimiymiş . Günümüz mezarlıklarından farkı , şehirle iç içe olmalarıymış . Günümüzde ise , mezarlıklar genelde şehir dışında yer alan bölgelere kurulmaktadır . Sanırım antik çağdaki insanlar ölülerine güçlü bir tutkuyla bağlıymış ve onlarla iç içe yaşamaktan hoşlanırlarmış . Antik çağa ilişkin bu küçük teorinin ardından “Kuzey Nekropol” ifadesini çözmüştüm . Antik kentin kuzeyinde yer alan mezarlıklar anlamına geliyordu bu ifade ve Roma Uygarlığına ait olmalıydı . Bu levhayı geride bıraktıktan sonra , sağ tarafta bir tapınak veya kaleye benzer bir yapının kalıntılarını , sol tarafta ise kiliseye benzer bir yapının kalıntılarını izledim ve tabii ki , birer fotoğrafla bunları belgeledim . Sol taraftaki kiliseye benzer yapının kalıntılarını biraz daha takip edince , ağaçtan yapılmış bir başka levha daha dikkatimi çekti . Üzerinde “A Kilisesi ( Church A ) , Roma Tapınağı ( Roman Temple ) , Anıtsal Mezar ( Monumental Tomb ), Mozaikli Yapı ( Building With Mosaics ) , Liman Anıt Mezarları ( Harbour Monumental Tombs ) ve Ceneviz Kalesi ( Genevoise Castle ) yazılıydı bu levhanın . Ve bu yapılar ya da daha doğrusu bu yapılara ait kalıntılar biraz ileride olmalıydı . Çünkü levha böyle söylüyordu . Kent tarihiyle ilgili gerçekleri yavaş yavaş göstermeye başlıyordu ve bu da beni oldukça heyecanlandırıyordu . M.Ö. II.yüzyılda Rhodiapolisli Opramoas’ın Roma Uygarlığına ait birçok yapının onarımını ve yeniden yapımını sağlamasından sonra , III. yüzyılda yeniden korsan saldırılarına maruz kalan kent fakir düşmüş ve uzun bir süre önemsiz küçük bir kent olarak yaşamını sürdürmüş . Venedik , Ceneviz ve Rodos şövalyelerinin Akdeniz’de cirit attığı Orta Çağ’da şehir biraz hareketlenmiş ise de , Osmanlıların deniz üstünlüğünü kurmalarından sonra iyice önemini kaybetmiş ve XV. yüzyılda terk edilmiş . Roma’dan Osmanlı’ya kadar uzanan yaklaşık 1700 yıllık bir döneme yayılmış bir geçmişi olan bu kent , bu levhada yazanlarla sadece Roma’nın değil , pek çok uygarlığın ve kültürün uğrak yeri olduğunu anlatıyordu sanki sessizce . Bu levhayı da geride bıraktım ve yoluma devam ettim . Boyunlarında asılı fotoğraf makineleri , hasır şapkaları ve özgür kıyafetleriyle meraklı gezginler de yavaş yavaş görünmeye başlamıştı . Benim gibi kenti yeni gezmeye başlayanlar , gezip geri dönenler ve onları buluşturan bu gizemli antik kent… Sanırım tüm ayrıntıları birbirine bağlayan temel ayrıntılardı bunlar . İrili-ufaklı kalıntıların ve yer yer bu kalıntıları çevreleyen ağaçların arasından geçtikten sonra bir levhaya daha rastlamıştım . Az önce sözü edilen yerlerden A Kilisesi ve Roma Tapınağının sol tarafta , diğer kalıntıların ise , ileride olduğunu gösteren bir levhaydı bu . Sola dönmeden yoluma devam ettim . Çünkü sağ tarafta ve az ileride çok ilginç bir manzara dikkatimi çekmişti . Ceneviz Kalesi irili ufaklı taşlarla dolu bir su birikintisinin arkasında ağaçların arasına gizlenmiş , öylece bekliyordu . Bu kaleye ait kalıntılardı bunlar ve bu kentte tarihle doğanın buluşmasının en çarpıcı örneğiydi sanırım . Belgelenmeyi hak eden bu ilginç manzaradan sonra , tekrar sol tarafa yöneldim , kilise ya da tapınağa benzer kalıntılar birbirini izliyordu . Bir süre sonra , bir levhaya daha rastladım . Anıtsal Mezar ve Mozaikli Yapı’nın sol tarafta ve içeride yer aldığını gösteriyordu . Küçük çapta birkaç dağcılık hareketinden sonra bu önemli kalıntıların olduğu yola ulaşmıştım . Bu oldukça esrarengiz bir yolculuğun başlangıcıydı . Sağlı sollu bir yapının kalıntılarıyla çevrilmiş , tek bir kişinin geçebileceği kadar dar bir yolda ilerlerken , gizemin yarattığı belli-belirsiz bir ürperti sarmıştı ruhumu . Oldukça geniş bir alana yayılan dallarıyla kalıntıları gizleyen ağaçlar , gerçek bir karşılama töreni sunuyorlardı gezginlere . Ağaçların karşılama törenini geride bıraktıktan sonra , “Anıtsal Mezara” ulaşmıştım . Yapının görkemli duruşu , “anıtsal” sıfatını doğrular nitelikteydi . Hemen yakınında “Antimachos’un Lahdi’ne” rastladım . Ağaçların arasında ilerlemeye devam ederken , kendimi bu antik kentin kalıntılarını keşfetmeye çalışan bir gezginden çok , Indiana Jones gibi hissetmeye başladım . “Kutsal Hazine Avcıları” adlı filmden bazı sahneler belirdi bir anda zihnimde . Yine gerçekle hayali birleştirdim ve insanlığın gerçek kutsal hazinelerinin böyle kalıntılar olduğunu düşündüm . Altınlar , mücevherler değil , burada pek çok uygarlığa ait parçalar gizliydi . Hiçbir şeyin insanoğlunun yarattığı kültür kadar değerli olmadığını ayrımsadım . Kısa bir süre sonra , “Mozaikli Yapıyı” gösteren levhayı takip ederek bu estetik yapıya ulaşmıştım . Buradan çıktıktan sonra insana korsanları , Venedik , Ceneviz ve Rodos şövalyelerini ve tabii ki , Osmanlıyı anımsatan “Liman Anıt Mezarlarını” gördüm . Biraz ileride üzerinde “OLYMPOS” yazan büyük levha göze çarpıyordu . Ve deniz… Gizemli , karanlık ve ağaçlarla bezenmiş yeşil bir yolculuğun sonunda mavinin tonlarıyla insana gülümseyen deniz…Deniz kıyısındaki insanlara ve irili ufaklı teknelere bakarken , sanki kalbimden kopup gelen , daha sonra ruhumda dolaşıp zihnimde aniden beliren şu dörtlük gökyüzüne doğru yükselmişti o an . Güneş de bu sözcükleri duymak için sabırsızlanıyor gibiydi ve onu daha fazla bekletmek istemedim :
“Gün batımına doğru uzanan güzel ,
Kalbimi öylesine acıttın bir bilsen !
Çılgınca üzerimize doğru esen yel ,
O aşk mıydı , masal mı bir söylesen !..”
Belki bir aşktı , belki de inandığım bir masaldı . Bilemiyorum , zaten o yüzden rüzgâra soruyorum . Ama bildiğim bir şey var : O da bu aşkın ya da masalın bana sinema tarihinin en iyi aşk filmi “Casablanca” filmindeki yaralı aşık Rick Blaine’in şu repliğini hatırlattığı : “Mutsuz bir son ! Yağmur altında tren istasyonunda bekleyen bir adam , suratında da komik bir ifade var . Oysa içten içe berbat hâlde…”
Deniz kıyısında dolaşırken , geriye doğru tam karşıdaki tepeye baktığımda , yine irili ufaklı ağaçların arasına gizlenmiş kalıntılar gözüme çarptı ve hemen farklı açılardan fotoğraflar çektim. İşte tam da Olimpos’u çekici kılan noktada duruyordum : Deniz , doğa ve tarih olabilecek en iyi biçimlerde ve renk tonlarında bir araya geliyordu .
“İyi ki gelmişim !” dedim kendi kendime .
Birçok fotoğraf çekmiştim . Ama bir tanesi var ki , Olimpos’u çok iyi bir şekilde özetliyor : Bir yapıya ait kalıntılar ağaçların arasına öylesine iyi saklanmış ki , güçlükle seçilebiliyor ve ağaçların dalları ile yaprakları arasından masmavi bir deniz görünüyor . Bu derin anlamlar içeren fotoğrafın ardından yavaş yavaş geri dönmenin zamanının geldiğini düşündüm . “OLYMPOS” yazan büyük levhayı geride bıraktım ve hızlı adımlarla yürümeye başladım . Görüp keşfettiğim yerlerde daha fazla oyalanmamak için yapıyordum bunu . Bir süre sonra yavaşladım . Dönüşte gezmeyi düşündüğüm yerler vardı sırada . Sıra bu yerleri keşfetmeye gelmişti . Ağaçtan yapılmış o levhalardan birine daha rastladım . Sağ taraf , “A Kilisesi” ve “Roma Tapınağını” , ilerisi ise “Güney Nekropolü” gösteriyordu . Sağa döndüm ve ağaçların arasında heybetli Roma Tapınağı ve bütünlüğünü önemli ölçüde yitirmiş , Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında dinî işlevlere hizmet vermiş olan transeptli bazilikal planı şemasındaki A Kilisesine rastladım . Burada yalnızca fotoğraf çekmedim , kamera kaydı da yaptım . Birbiriyle bağlantılı olan birçok kalıntı bir aradaydı çünkü . Bu esrarengiz yerden çıkıp aşağıya doğru yürüdüğümde , levhanın gösterdiği gibi “Güney Nekropol” kalıntılarını bulacaktım . Keşif gezimin son durağı da bu kalıntılar olmuştu . Tekrar Olimpos’un girişine ulaştığımda , garip bir his sardı tüm benliğimi . Sanki Olimpos’ta dolaşırken , kalbimde ve ruhumda da içsel bir keşif yolculuğuna çıkmıştım . Ruhumun içerisinde yer alan kiliseleri , tapınakları , kaleleri gezmiş ; kalbimin “Kuzey Nekropol” ve “Güney Nekropol” kalıntılarında dolaşırken bazı insanlara ve hayata karşı artık hissetmediğim , yıllar önce ölmüş duygulara ait mezarları bulmuştum . Fakat deniz kıyısına ulaştığımda , parçalar birleşmişti ve ben kişisel geçmişime doğru uzanırken bu güzel duygular denizinde mavinin tonlarının tadını çıkarmıştım . Geçmişten arınma anının senfonisi kulaklarımda çınlıyordu . Neşeli , neşeli olduğu kadar da hüzünlü bir müzikti bu . İnsanın derin ve dengeli bir müzikle kendi geçmişinden arındığı anlar vardır . İşte ben tam da o anı yaşıyordum . İstesek de , hiçbir zaman geçmişle bağımızı koparamayız . Çünkü bizi şu anda “biz” yapan , geçmişimizdir . Günümüzün “anı yaşama” felsefesi koca bir saçmalıktan ibarettir yani anlayacağınız . Anı yaşadığımızda , bizi o ana getiren geçmişi ve bizi ileriye sürükleyecek olan geleceği de yaşarız aynı zamanda farkında olmadan. Lâkin şu da var : İnsan bazı anlarda geçmişin kirlerinden arındığını ve gelecek kaygısından kurtulduğunu hisseder . İşte şimdi ben o anı yaşıyordum . James Dean ekolünden ilham alarak yaşayan her erkek gibi , aslında dünyada yaşayan her erkek gibi denge anlarında durmam gereken yerde duruyordum : Güçlü bir öfke ile güçlü bir sevginin tam ortasında . Hayata karşı sürekli güçlü bir öfke besliyordum içimde yaşadıklarımdan ötürü . Ama aynı zamanda aynı güçle , aynı istekle seviyordum hayatı bana yaşattığı güzel anlardan ötürü… Ve Rock müziğin efsane isimleri Roy Orbison ve Elvis Presley’den ayrı ayrı dinlediğim “You Were Always On My Mind !” ( Her zaman aklımdaydın ! ) adlı büyüleyici şarkıyı hatırlamayı her zaman istediğim birisini düşünerek söylüyordum…
Antalya-Kumluca karayolu boyunca ilerlerken hava kararmak üzereydi . Kumluca’ya doğru gelirken bize arkadaşlık eden sakin deniz manzarası , dönüş yolunda , Antalya’ya doğru giderken sanki batmakta olan güneşin söylediği şarkıyla dans eden bir deniz manzarasına bırakmıştı yerini . Akşam rüzgârı ise , bu şarkıya en uygun dans figürlerinin hangileri olduğunu kulağına fısıldıyordu sanki denizin . Akşama doğru dönüş yolculuğunda güneşin , denizin ve rüzgârın el ele , kol kola söyledikleri bu şarkı alıp götürmüştü beni… O an içimde bir hazine bulduğumu , hayatta yaptığım iyi ve güzel şeyleri bana yaptıran o paha biçilmez şeyi bulduğumu fark ettim . İçimde daha önce farkına varamadığım bir sıcaklık hissettim . Olimpos antik kenti ruhumu sürekli sıcak tutan o şeyin , beni çoğu insandan farklı kılan o şeyin farkına varmamı sağlamıştı . Doğanın gücüyle kendi gücünü birleştirerek yapmıştı bunu . Artık söyleyebiliyorum : “İçimde Olimpos ateşi gibi sürekli yanıp duran bir ateş var . Geniş kalabalıkların içinde bile kendimi yalnız hissetmem , Tanrının yalnız adamlarından birini oynamam hep bu yüzdendir…”