- 976 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ASR SÜRESİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ !
1. سورة العصر بسم الله الرحمن الرحيم ٛــــ والعص ر Asra yemin olsun ki,
2. ان الانسان لفي خسر İnsan mutlaka ziyandadır.
3. الا الذين امنوا وعملوا الصالحات وتواصوا بالحق وتواصوا بالصب Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır
Bana en yakın gelen düşünce, direkt M.ESED’in DÜŞÜN!..ZAMANIN AKIP GİDİŞİNİ.. şeklinde kapsamlı görüşü..
Neden ÇAĞA yemin olsun(ASRA YEMİN OLSUN) şeklinde YEMİN ile başladı acaba rabbimiz ?
Acaba BU çağ’ dan kasıt şu olabilir mi :
Eyy insanlar! Size örnek olarak , sizden önceki ümmetleri, sizden önce yaşayan çagları ibret vesilesi olarak gösteriyorumm.. Sizden önceki çagda yaşayanlara dönüp bir bakın..İyi işler yapanlara , benim dinim üzerinde kendilerini muhafaza etmegayretinde olanlara nimetlerimi görüyor musunuz ?... Onlara vediğim, dünyada verdiğim güzellikleri görüyor musunuz..
Eyy insanlar ÇAĞA YEMİN OLSUN!.. Hani.. Sizden önce yaşayan bir Ahsabı_ Meşeme vardı.. Hani meşum olanlar vardı.. Hani Kötülüğün sahipleri olanlar vardı..Hani vakia süresinde geçiyor Ve ashâbülme’emeti mâ aeshâbülmeş’emeh şeklinde bir ayet var..Hani kötülüğün sahibi olanlar, hani Nefsen şeytana kendilerini satmışlar. Bunlar kâfirler... Şeytana ulaşmış olanlar...Şeytanla dost olduklarının çoğu kez farkında bile olmayanlarvar ya.. Görüyormusunuz çağa dönüp baktıgınızda ?? İşte siz sakınn ama sakınn onlara benzemeyin.. diyor sanki.. Rabbimiz... Kör olmayın, görün farkında olun diyor..Bana hep yemin edilen ayetler sanki o yemini kulum yeminime dikkat et,sakın kör olma.. seni uyarıyorum, ben yemin ederek sana bir ikazveriyorum, seni hatalardan korumak istiyorum diyormuş gibi hissederim..
Şimdi bu düşüncemi burada bırakıp, ardı sıra gelen ayeti izleyelim..
İnsanlık hüsranda.. İnsanlık ziyanda.. demiş rabbim...Sanki bu yeminin ardından bizlerin ne kadar kör oldugunu gözümüzün önünü sermiş..Görenlere.. körlere ne ki!..
Bizim toplumumuzda yahut islamla şereflenmiş toplumların her birinde,bir topluluk bir araya geldikten, hep beraber islami sohbet yaptıktansonra, genellikle kardeşlerimizden biri çıkar ve der ki:
’’Sahabiler bir arada olduklarında, sohbet veyatoplantılarının sonunda heeepp ASR süresini okuyarak dağılırlarmış, bizde öyle yapalım,sohbetimiz sonunda ASR süresini okuyarak evlerimize dagılalım’’ ....
... Okurlar ve dağılırlar.. Haydaaa !... Görünüşte, ortada yanlış bir şey yok.. değil mi? Asr süresini okudular ve dagıldılar.. Sahabiler gibi..
Şimdiiii duralım bakalım burada ve bir soru sorayım size : SİZCE SAHABİLERİN ASR SÜRESİNİ OKUYUP DAGILMAKTAN ANLADIGI NEYDİ ? ONLAR BİZİM GİBİ DÜŞÜNÜP, OKUYUP MU DAĞILIYORLARDI ACABA?..
Bu sorumun cevabını çok uzaklarda da aramayın dostlar; sorunun cevabı hemen arkasından gelen ayette...
Ne diyor ayetin devamında ????
Dikkat !...
Hani İNSANLAR HÜSRANDADIR demişti ya.. arkasından Bu hüsrandan mütesna olanları sıralamıştı..
İman edenler
İyilik, güzellik, doğruluk için çalışanlar
Hakk ve adalet için el birlik olanlar...
Güçlüklerde el birliği ile göğüs gerip, acıları paylaşanlar...
Yani sanki resmen diyor ki bize..
Asr süresini okuyup dağılan ama nasipten yana kör olanlar eeyy !!!
Eyy iman edenlerr İMAN etsenize !...
Bir köleyi özgürlüğüne kavuştursanıza...!!!
Acaba bu sohbet toplulugunuzun içinde acısı yarası olan var mı...Belki parasız.. Belki çocuguna iki lokma götürecek bir kardeşiniz var !
Kör olmayın...İhtiyaç sahibine verin...!!!
Öksüz var.. Başını okşayın...!!!
Düşmüş var, elinden tutun!...
İslam davası adına toplumda bir güçlük var, kaos var, güçlüklere sabredin...birbirinize sabretmeyi tavsiye edin....
Hakkı tavsiye edin, dosdoğru olanı yapmayı tavsiye edin..
İşte ondan sonra dağılın...İşinize gücünüze evinize...diyor sanki..
Ah rabbim...
Ah... Rabbim..
YAĞMUR SANCAK
09.10.2008
Dipnot:
İmâm-ı Şâfiî buyurmuş ki:
"Kurân-ı kerîmde başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, şu pek kısa olan Asr sûresi bile, insanların dünya ve âhiret saadetlerini temine yeterdi. Bu sûre, Kurân-ı kerîmin bütün ilimlerini içine alır."...
Ne kadar MANİDAR değil mi?...
YORUMLAR
“Asra andolsun.” diye yemin ediyor Âlemlerin Rabbi Allah!.. Yaratmış olduğu “Asr”a, yani bütün zamana yemin eden Rabbimiz Allah Teâlâ, zaman içinde işlenen olaylara dikkat çekmektedir…
“Ayette geçen, ‘Asr’ kelimesi, Abdullah b. Abbas (r. anhuma) tarafından:
- Gündüzün bir bölümü,
Hasan el-Basrî (rh.a.) tarafından:
- Günün son yarısı, şeklinde izah edilmişse de Taberî (rh.a.)’in de tercih ettiği görüşe göre bu kelimeden maksad:
- Mutlak zaman, demektir.
Allah Teâlâ burada, zamana yemin etmektedir. Bu ifadenin içine gündüz de, gece de girmektedir.”
Üzerine yemin ederek yarattığı zamana dikkat çeken Rabbimiz Allah, zaman içinde imtihan olunan ve yalnızca kendisine ibadet etsinler diye yarattığı insanın, imtihanda başarısız olup ziyanda olduğunu beyan buyurur:
“Gerçekten insan, ziyandadır.”
İslâm Milleti’nin mutlak müctehid ulemâsından İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) şöyle diyor:
- Cenab-ı Hakk, pazar zamanının sona ermesinin, ticaretin ve kazancın sona erdiklerine dikkat çekmek için işte bu vakte yemin etmiştir. Şimdi sen, bir şey kazanmadan eve girersen, çoluk-çocuğun da etrafını sarar da, herkes kendi payına düşeni senden isterse (ve de bunları veremezsen), o anda mahcub olur, ziyan içinde olanlardan olmuş olursun.
İşte aynen bunun gibi, biz de diyoruz ki, “Ve’l-Asr” yani dünyanın ömrünün ikindi zamanına yemin olsun ki, kıyametin kopması yakındır. Halbuki sen, henüz hazırlıklı değilsin. Ve sen, yarın, bir gün, dünyada iken, içinde bulunduğun nimetlerden, halka karşı yaptığın muamelelerden sorgulanıp hesaba çekileceğini biliyorsun. Ve zulme uğramış herkesin, senden alacağının takibçisi olacağını da kesin olarak biliyorsun. O hâlde bu demektir ki sen hâsirsin.
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) de, “Tefsir-i Kebir – Mefatihu’l–Gayb” adlı meşhur tefsirinde şunları beyan eder:
“Husr, ana sermayeyi zayi etmek, elden çıkarmak demektir. Kişinin ana sermayesi ise, ömrüdür. Binaenaleyh kişinin, ömrü zayi etmekten uzak durabilmesi hemen hemen imkânsızdır. Bu, böyledir! Zirâ her an ve her dakika, daima insanın üzerinden geçmektedir. Şimdi bu anlar ve dakikalar, insan tarafından günah için harcanmışsa, bu kimselerin bir hüsran içinde olduğunda şübhe yoktur. Eğer bu anlar ve dakikalar, mübah olan işlere harcanmışsa, yine hüsran söz konusudur. Çünkü o mübah olan şeyler bittiğinde, ondan geriye hiçbir eser kalmamıştır. Halbuki insan, bu anlar ve dakikalar içinde, eseri devamlı olacak birtakım işler yapabilirdi. Yok eğer, o an ve dakikalar, taatla geçmiş ise, hem yaptığı o taatın, ya da başkası bir taatın en güzel bir biçimde yapılması da mümkün idi. Çünkü, Allah için olan huşunun mertebesi sınırsızdır. Zirâ Cenab-ı Hakk’ın, celâl ve kahrının mertebeleri de sınırsızdır. Binaenaleyh insanın bu konudaki bilgisi çok ve ne kadar ileri olursa, o kimsenin, Allah’a saygısı da o nisbette ileri olur. Dolayısıyla, bu kimsenin, o taatleri yaparken Allah’a olan tazimi de, o nisbette tam ve en mükemmel olur. Şimdi en üstünü bırakıp da, en düşük ibadet ile yetinmek de, bir çeşit hüsrandır. Böylece insanın, bir tür hüsrandan asla uzak kalamayacağı sabit olmuş olur.
Bil ki bu ayet, insanda temel olanın, onun bir hüsran ve pişmanlık içinde olduğuna bir dikkat çekmek gibidir. Bunun izahı şöyle yapılabilir:
İnsanın mutluluğu, ahireti sevmesinde, dünyaya iltifat etmeyişindedir. Çünkü ahirete götüren sebebler gizli, dünyayı sevmeye götüren sebebler ise, zahir ve açıktır. Bunlar, beş duyu organları, şehvet ve gazabtır. İşte bu yüzden, insanların ekserisi, dünya sevgisiyle meşgul olmuş, dünyayı elde etmeye kendini vermiştir. Bu yüzden de, hep bir hüsran ve bir helâk içinde olmuşlardır.”
İki imamın açıklamalarından anlaşıldığı gibi, insanlar bir hüsran içindedirler… Özellikle bu çağda bu hüsran, yani zarar ve ziyan meselesi, ulaşabildiği en uç noktaya ulaşmış görünmektedir… İnsanlık âlemi, insan olmak konusunda iflâs etmiş ve korkunç bir bunalımın içine saplanmıştır… Kendi korkunç intihar sonunu hazırlamış, darağacındaki urganın ilmiğini boynuna geçirmiştir… Yaratılış gayesi olan “yalnızca Allah’a kul olup ibadet etmek” gerçeğine sırt çevirmiş, her gün ölenleri gözleriyle görüp kendi elleriyle mezara gömdüğü hâlde hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmıştır… Elde etmiş olduğu dünyalığı hiçbir insan cinsiyle paylaşmak istemediği gibi, diğerlerinin ellerinde bulunana nasıl sahip olabileceğinin şeytanî planlarını yapmakta ve diğerlerine hain tuzaklar kurmaktadır…
Dünyanın ve insanlık âleminin tek ağası, tek patronu, eşsiz ve benzersiz biricik sahibi olmak isteyen yeryüzünün süper zalim tağutlarının yaptığı zulüm ve sömürü yüzünden, bütün insanlık âlemi zarar içine atılıverilmiştir… Müslümanı da, gayr-ı müslimi de ziyan içindedir… Özellikle cahiliyye kültürünün ve zalim tağutların egemen olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarındaki hayat, bir zillet, bir hüsran hayatıdır!.. Sanki fetih öncesi Mekke’nin durumu gibi… Şirkin, küfrün ve cahiliyyenin egemen olduğu, putçuların hevalarının ilâhlaştığı ve öylece yönetilen Mekke!.. Yönetimi, ekonomisi, ticareti, hukuku ve sosyal hayatı, şirk ideolojisinin ilkeleriyle gerçekleştirilen Mek-ke’de, başta Rasulullah (s.a.s.) olması üzere iman etmiş muvahhid mü’minler, müşrik ve zalim egemen tağutlar tarafından en korkunç işkencelere tabi tutuluyorlardı!..
Hüsrana uğrayan bu müstekbir zalimler, onlar gibi olmak istemeyenlere zulüm ediyor, hayatı kendilerine zindan hâline getiriyorlardı… Şirk ve cahiliyye toplumlarının içinde mü’min ve müslüman olup bütün pisliklerden temizlenmek isteyenlere tahammül etmiyor ve razı olmu-yorlardı… Ya kendilerine döndürecek, ya öldürecek, ya da terk-i diyâr edeceklerdi… Çünkü şirkle, küfürle, cahiliyye adetleriyle ve her türlü isyan ile kirletmiş oldukları toplumlarında, muvahhid, mü’min, müslüman, muttaki, ilim sahibi ve temiz–güzel ahlâklı şahsiyetler istemiyorlardı… Lut (a.s.)’ın kâfir ve müşrik kavmi gibi…
“Hani Lut da, kavmine şöyle demişti: ‘Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız–çirkinliği mi yapıyorsunuz?
Gerçekten siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavim-siniz.’
Kavminin cevabı: ‘Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar, çokça temizlenen (fuhuştan arınan–eşcinsellikten kaçınan) insanlarmış!’ demekten başka olmadı.”
“Lut da, hani kavmine demişti ki: 'Siz, açıkca gördüğünüz hâlde, yine de o çirkin utanmazlığı yapacak mısınız?
Siz, gerçekten kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz (yaptığı şeyi) bilmeyen bir kavimsiniz.'
Kavminin cevabı: 'Lut ailesini şehrimizden sürüp çıkarın, temiz kalmak isteyen insanlarmış.' demekten başka olmadı."
Tek başına bir ümmet olan ve İslâm Milleti'nin atası İbrahim (a.s.)'ın müşrik, kâfir ve azgın kavmi gibi...
“(İbrahim, Kavmine) dedi ki: 'O hâlde Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?
Yuh size ve Allah'dan başka taptıklarınıza. Siz, yine de akıllanmayacak mısınız?'
Dediler ki: ‘Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilâhlarınıza yardımda bulunun.”
“Bunun üzerine kavminin (İbrahim’e) cevabı yalnızca: ‘Onu öldürün, ya da yakın’ demek oldu. Böylece Allah onu, ateşten kurtardı. Şübhesiz bunda, iman eden bir kavim için ayetler vardır.”
Kendilerinden birisi olanı başlarına kral yaptıktan sonra onun şirk ve küfür olan yasalarına itaat etmekle ona tapınıp ilâh ve rab kabul eden müşrik Mısır halkı ile başlarındaki Fir’avn gibi, yani Musa (a.s.)’ın kâfir kavmi gibi...
“Fir’avn dedi ki: ‘Âlemlerin Rabbi nedir?’
(Musa) dedi ki: ‘Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer kesin bilgiyle inanıyorsanız (böyledir).’
Çevresindekilere dedi ki: ‘İşitiyor musunuz?’
(Musa) dedi ki: ‘O, sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.’
(Fir’avn) dedi ki: ‘Şübhesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.’
(Musa): ‘Eğer aklınızı kullanıyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir.’ dedi.
(Fir’avn) dedi ki: ‘Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.”
“Fir’avn dedi ki: ‘Bırakın beni, Musa’ya öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden, ya da yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum.’
Musa dedi ki: ‘Gerçekten ben, hesab gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım.”
İşte hüsrana uğramış kavimlerin, kendilerini hüsrandan kurtulmaya davet eden ve onların kurtuluşu için çalışan Allah’ın Rasul ve Nebîlerine karşı tavırları böyle idi... Bugün işgal edilmiş İslâm topraklarında esaret altında yaşayan muvahhid mü’minler, Rasullerin izi üzere yürümeye ve onlar gibi davranmaya çalışırken, işgalci zalimler tarafından aynı tepki ile karşılaşıyorlar... Yine tehdid, yine zulüm, yine zindan, yine işkence, yine sürgün ve yine ölüm!.. Ya ferd ferd, ya da topluca öldürülmeler, yani şehadet!..
Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yok!.. Ve küfür, tek millettir!..
Küfür, şirk ve zulüm cephesinde olanlar, tarih boyu ziyan içinde olmuşlardır, çağımızda bu hüsranları devam etmektedir... Zararları, yalnızca kendilerine değil, hadlerini aştıklarından dolayı bütün insanlık âlemine zarar vermektedirler... Madde planında süper bir güce sahib oldukları ve dünya patronluğunda egemen bulundukları için, esaretlerinde bulunan sömürdükleri ülkeleri ve halkları da beraberlerinde hüsran içinde sürüklemektedirler!.. Kendilerini yaktıkları gibi, başkalarını da yakmaktadırlar... Bundan dolayı yangının alanı çok geniş, alevi çok yüksek ve ateşi çok yakıcıdır...
Yegâne Rabbimiz Allah, hüsran içinde olanların içine düştükleri bu korkunç durumun sebeblerini şöyle beyan buyurur:
“Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.”
“Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: ‘Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize.’ derler. Dikkat edin! O işleyip yüklendikleri ne kötüdür.”
“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?”
“De ki: ‘Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?
Onların dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.’
İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp ettikleri boşa çıkmıştır. Kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.
İşte, inkâr etmeleri, ayetlerimi ve Rasullerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir.”
“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa, yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıbtır.”
İmam Kurtubî (rh.a.), tefsirinde şunları beyan eder:
“Yüce Allah’ın: ‘Kim Allah’ı bırakır da, şeytanı veli edinirse, yani, kim Allah’ın emrini bırakıp şeytana itaat ederse, ‘şübhesiz o, apaçık bir zarara uğramış demektir.’ Yani, şeytana, Allah’ın hakkı olan bir şeyi vermek ve şeytan dolayısıyla Allah’a itaati terk etmek suretiyle kendisini zarara sokmuş ve aldatmış olur.”
Şeytan, hem cinlerden olur, hem de insanlardan... Allah’a ait olan herhangi bir hakkı, cinlerden veya insanlardan şeytanlaşmış olanlara vermek ve bundan dolayı Allah’a itaat etmeyi terk edip o şeytanlaşmış tağuta itaat etmek, apaçık bir hüsrandır... Günümüz dünyasına bakıldığı zaman, bu hüsran hâli apaçık görülecektir... Yeryüzüne ve insanlık âlemine egemen olan güçlere dikkat edildiğinde Allah’ın insan kulları, Allah’ın hükümlerini bir yana bırakmış ve kulları üzerinde yegâne hüküm koyucu Allah’ın bu hakkını, insanlara vermişlerdir... Böylece Allah’a itaatı terk edip, onlara itaat etmiş, gerek ferdî hayatı, gerekse sosyal hayatı onların hevalarına göre koydukları hükümlere tabi olarak düzenlemişlerdir... Fir’avn’ın ve Nemrud’un egemen olduğu toplumlarda işlenen zulüm ve sömürü, bundan başkası değildi... O toplumlar, cahilî olan bütün anlayışları yükseltmiş ve hayata hakim kılmışlardı... Allah’ın Rasulleri olan İbrahim (a.s.) ve Musa (a.s.)’ın, yegâne Rabbleri olan Allah’dan getirdikleri hükümleri reddetmiş, hüküm koyma hakkını Fir’avn ve Nemrud’a vermiş ve onların ilâhlaştırdıkları hevalarından ortaya koymuş oldukları hükümlere tabi olmuşlardı...
Cahilî toplumlarda insan, ilâhlaştırılmış ve rableştiril-miştir... İnsan, insanın kulu ve insan, insanın ilâhı olmuş-tur... İnsan, insanı rab edinmiştir... İnsan, insana tapınmış ve insan, insanı kul etmiştir... İnsan, kendisini yaratan ve yegâne Rabbi olan Allah’a kul olmayı, yani O’nun emirle-rine itaat edip hayatını Allah’ın hükümlerine göre düzenle-meyi terk edib bir yana bırakınca, kendisi gibi bir insanı ilâhlık ve rablik makamına oturtmuş, onun emirlerine itaat edip, hayatını bu emirlere göre düzenlemiştir... Kula, kul olmuştur...
Yegâne hayat nizamı olan İslâm, insanı, kula kul olmaktan kurtarıp, yegâne Rabbi Allah’a kul yapmak ve böylece yaratılış gayesine uygun bir hâle getirmek üzere inzâl edilmiştir... İslâm’ın gayesi, yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanı, içine düştüğü bu “Esfeli’s-sâfilin” den kurtarıp yine fıtratına uygun olan “Ahseni’t-takvim”e ulaştırmaktır...
Bundan dolayı Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“De ki: ‘Ey Kitab Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (Tevhid’e) gelin. Allah’dan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.”
Şu tarihî olay da, muvahhid mü’minlerin, yegâne Rabbleri Allah Teâlâ’nın bu emrini nasıl ciddî bir şekilde uyguladığının apaçık bir delilidir:
“Sa’d (b. Ebi Vakkas), Rüstem’in talebi üzerine ikinci elçi olarak Rib’i b. Amir’i gönderdi. Rib’i, Rüstem’in makamına girdi. Meclisini, altın işlemeli halılar ve ipek minderlerle döşeyip süslemişlerdi. Kıymetli yakut ve incileri, muazzam süsleri sergilemişlerdi. Üzerinde tacı ve diğer kıymetli eşyaları vardı. Altından bir taht üzerinde oturmuştu.
Rib’i ise, eski elbiseler giymiş olarak makama girdi. Amma üzerinde kılıcı ve kalkanı vardı. Kısa boylu bir ata binmişti. Makama yaklaşıp atının toynağı halının ucuna basıncaya kadar at üzerinde durdu. Sonra indi. Atını, oradaki minderlerin dayalı olduğu yerlerden birine bağladı. Üzerinde silahı, zırhı ve başında miğferi olduğu hâlde Rüs-tem’e yöneldi.
Muhafızlar, ona:
- Silahını indir, dedilerse de,
O:
- Ben, size gelmedim. Siz, beni çağırdığınız için geldim. Bu şekilde içeri girmemi kabul ederseniz ne âlâ, yoksa geri dönerim, dedi.
Rüstem:
- İçeri girmesine izin verin, dedi.
Bunun üzerine o da, mızrağına dayanarak Rüstem’in tahtına doğru yürüdü.
Ona:
- Sizi, buralara kadar getiren sebeb nedir? diye sordular.
O da, şöyle cevab verdi:
- Cenab-ı Allah, bizi gönderdi ki, O’nun dilediği kimseleri, kullara kulluk etmekten kurtarıp Allah’a kul yapalım. O kimseleri, dünya sıkıntısından kurtarıp genişliğe kavuşturalım. (Batıl) dinlerin zulüm ve baskısından kurtarıp İslâm’ın adaletine kavuşturalım. Cenab-ı Allah bizi, kendisine imana davet edelim diye, dini ile yaratıklarına gönderdi. Bu dini kabul eden kimsenin durumunu kabulleniriz ve kendisine dokunmadan geri döneriz. Amma bu dini kabul etmeyen kimselerle, Allah’ın va’dini gerçekleştirinceye kadar savaşırız.
- Allah’ın size va’dettiği şey nedir?
- Cennettir. İmana gelmeyen kimselerle savaşarak ölen kimse için cennet vardır. Hayatta kalan gaziler için ise, zafer vardır.”
İşte, yegâne hayat nizamı İslâm’ın gayesi ve işte, Allah’dan başka bütün ilâhlaştırılan tağutları reddeden, yalnızca Allah’a kul olan muvahhid mü’minlerin vazifesi!.. Bu gaye ve bu vazife, ilk gündeme geldiği günden kıyamete kadar aynı gaye ve aynı vazifedir... Asırların geçmesi, çağların değişmesi, bu gaye ve bu vazifeden hiçbir şeyi değiş-tirmez... Bu gaye ve bu vazife, gündeme geldiği an kadar taze ve canlıdır... İlk günkü kadar güçlü, hareketli ve bereketlidir!..
Her biri, Hak Din olan İslâm’ın yerine geçip Allah’ın kullarına egemen olmak isteyen batıl, beşerî ve tağutî ideolojilerin zulüm ve baskılarından insanlık âleminin nasıl kurtulacağının yolunu ve programını beyan buyurmuştur Allah Teâlâ... Cahiliyye hükümleriyle düzenlenen hayatın, bu hüsrandan nasıl kurtulup İslâm’ın adalet nizamına kavuşacağının yolu ve programı, yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ’nın emirlerine ve O’nun, insan kullarına hidayet rehberi olarak vazifeli kılıp gönderdiği Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’in Sünneti’ne sarılıp itaat etmektir!..
Asra yemin ederek, insanların zarar ve ziyan içinde olduklarını beyan buyuran Rabbimiz Allah, bu hüsrandan kurtulmuş olan kullarının vasıflarını şöyle beyan buyurur:
“Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.”
Ayet-i Kerime’de beyan edilen dört vasfı üzerlerinde bulunduranlar, yani muvahhid mü’minler, hüsrandan, zarar ve ziyandan kurtulmuşlardır... Bu muvahhid mü’min-ler, bu muttaki müslümanlar, Tevhid’in nuruyla ihya olmuş, İslâm’ın şerefli ve izzeti ile şereflenip izzet bulmuşlar-dır... İhya olan bu mü’min müslümanların herbiri birer in-san-ı kâmil olmuşlardır... İnsan-ı kâmil, mü’min-i kâmil demektir...
İşte bu ihya olmuş muvahhid şahsiyetlerin, diğer insanların hidayet bulmasına vesile olmaları ve onları ihya etmeleri gerekir... Bu, onların kaçınılmaz ve ertelenmez a-nın vacibi olan vazifeleridir...
Katıksız iman sahibi olan muvahhid mü’minler, imanlarının gereği olan salih amelleri gereği gibi işlerler... Birbirlerine hak olanı ve Hakk’dan geleni tavsiye eder, hak ola-nı hayatında yaşamaya gayret ederken önüne çıkan bütün engelleri aşmak için direnmeyi, çalışmayı, çabalamayı, yani sabrı tavsiye ederler... Bu konuda birbirleriyle tavsiyeleş-tikleri gibi, bütün imkânlarınca yardımlaşmaya da gayret ederler...
Ubeydullah b. Hıns (rh.a.) diyor ki:
- Rasulullah (s.a.s.)’in sahabîlerinden iki kişi karşılaşınca biri, diğerine Asr Sûresi’ni sonuna kadar okumadan ayrılmazlardı. (Sûre bitince) biri, diğerine selâm verir ayrılırlardı.
Yeryüzünün en hayırlı nesli olan Ashab-ı Kiram’ın (Allah cümlesinden razı olsun) tavrı böyle idi... Onlardan sonra gelen, ihya erleri olan muvahhid mü’minlerin de tav-rı böyle olmalıdır!.. Birbirlerine vazifelerini hatırlatan ta-vır!..
Selam ve dua ile...