- 7354 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SİDNEY E UÇUŞUM -anı (24 saatlık yolculuğumun hikayesi)
SYDNEY E UÇUŞUM(seyahat)
Bebek beklediğinin müjdesini verirken kızımın, “anne sen yanımda olmazsan ben ne yaparım! ” diye gurbetlerden benim yardımımı isteyen sözleri üzerine gitmeye karar verdiğim Avustralya’dan vize almak oldukça uğraştırmıştı bizi…
Çeşitli engellere takılarak, yılan hikâyesine dönen vizemin, bin bir nazla gelişinin hemen ertesi gün yani 6.09.2009 pazar günü saat 23.30 da Singapur’da aktarma yapacak olan Türk Hava Yolları uçağıyla havalandım Sydney’e.
İki kızımı sekiz yıl evvel üniversite okumaları için gönderdiğimiz yıllarda, “asla yurt dışına çıkmak istemem’’ diyen ben, şimdi pek hevesli görünüyordum. Türkiye’de bıraktığım iki çocuğumla vedalaşmanın hüznü ve diğer ikisine kavuşma sevinci arasında gelgit yaşamıştım uçağa bininceye kadar.
İlk defa yurt dışına çıkıyor olmama rağmen son derece rahattım. İçimde yola çıkmanın verdiği heyecanlı, ürpertili duyguları hissetmedim nedense? Belki de uzun zamandır kendimi bu yola hazırlamış olmamdan kaynaklanıyordu. Cam kenarında oturarak yeryüzünü 33000 feet yükseklikten kuşbakışı seyretme şansını elde etmek muhteşem bir duyguydu benim için... İlahi kudreti sanki daha bir yakından hissediyor hatta görüyor gibiydim. İstanbul’un bol ışıklarıyla muhteşem güzelliğini terk ederken gecenin verdiği esrarlı duyguları, Rab gücüne sığınarak, zevke dönüştürdüm kendimce. Yan koltuğumun boş oluşu yolculuğuma daha bir güzellik vermişti. Özgür davranışlarım ve yüce kudrete bağı her geçen gün güçlenen bir ruh halimle inanılmaz güzellikte tefekkürle yol alıyordum. Normalde yarım saat bile hareketsizliğe tahammülü olmayan bacaklarımın varlığından bile haberim olmadı nedense.
Tek endişem, çok kısıtlı olan İngilizce bilgimle Singapur ve Sydney havaalanına girince işlemlerimi nasıl yaptıracağım endişesiydi. Bunları düşünürken yüreğimin sesi: ’’seni bu uçağa bindiren kuvvet orada da seni yalnız bırakmaz korkma!’’ diyordu. Endişelerimin yersizliğine kendimi inandırıp tefekkürümün tadını çıkararak Singapur’a doğru uçuyordum. Önümdeki ekrandan hangi noktada olduğumuzu takip ederken arada bir pencereden zifiri karanlığın içinde uyuyan Anadolu’mun üzerinde uçuyor olduğumu bilmek şair ruhumu coşturuyordu arada bir. Ne zaman ki, İran sınırından geçip Asya’ya doğru ilerlemeye başlayınca yavaş yavaş gözlerimin kapandığını, uyku saatimin geldiğini anladım. Ekrandan uçuş haritasını takibim, İran sınırını geçinceye kadar iyiydi ama aniden bastıran uykumu açamadım bir türlü. Yan koltukla birlikte kendi koltuğuma kıvrılarak uyumak için yatma hazırlığımın sonlarını çok az hatırlıyorum. Hemen bayılıvermişim.
Bütün günün koşturmacalı hazırlık ve yola çıkma telaşının verdiği yorgunluğu öyle bir atmışım ki üzerimden, dört -beş saatlik tatlı uykudan uyandığımda önümdeki ekranda harita Nepal üzerinde olduğumuzu gösteriyordu. Singapur’a dört saatlik yolumuz kalmıştı. Türkçe bilen birini bulmalıyım derken, ön koltukta oturan bir beyefendinin Türkçe konuştuğunu duyunca sevinmiştim. Nereye gittiğini öğrenmek için yönelttiğim bir sorudan sonra gelişen karşılıklı soru ve cevaplar yerini sohbete bıraktı bir süre. Bacaklarının tutulmasını açmak için koridor turu yaparken arada bir benimle dertleşiyordu genç adam. Merlbourn’de 15 yıldır yaşayan bir Türk vatandaşının sohbeti ne olabilir ki. Hele de vatanperver, milliyetçi birisiyse. Memleket sorunları, hükümet, devlet, gelecek kaygısı, PKK, Ergenekon derken yolculuğun monotonluğu da kırılıyordu ara sıra. İngilizcemin yetersiz olduğunu, ne yapmam gerektiğini bilmediğimi öğrendiğinde, öyle babacan ve yardımsever bir ses tonuyla:’’işlemlerinizi yaptırmadan bir yere gitmem, merak etmeyin’’ deyişi vardı ki, ’’işte bu benim insanım ’’dedirtti bana.
On bir saatlik uçuştan sonra Singapur havaalanına inerken, babasının peşine takılan bir çocuk gibi adamcağızın peşine takılmıştım. Pasaport işlemlerimi özveriyle hallettikten sonra internetten aileme mesaj göndermemi bekleyen, para bozdurma ve havaalanının gerekli yerlerini tanıtan dost yürekli yol arkadaşımın tercümanlığı ile her şey yolunda gitmişti ama tek bir olumsuz şey vardı. Pasaport işlemlerimi yaptırırken eşyalarımın fazlalığı nedeniyle benden talep edilen 650 dolar yüzünden üzülmüştüm doğal olarak. İstanbul’dan eşyalarımı yüklerken yükümün ne kadar fazla olduğunu ve bunun bedelinin Singapur’da sorulacağı bilgisini bize vermedikleri için ağırlığı fazla olan eşyalarımı çıkartma ihtiyacı duymamıştım. THY uçağıyla rahat bir yolculuk yapmamın acısını burada çıkarmışlardı. Bu olay da yine bizim personel ve görevlilerimizin ağzını kiraya verip konuşma özürlü oluşları sonucuydu her zamanki gibi. Meğer Türk Hava Yolları ve Quantas Hava Yolları şirketleri arasındaki anlaşma böyle imiş. İstanbul’da binen kişinin eşya fazlalığının hesabı, Quantas’a binerken ödeniyormuş. Hiç duymadığımız bir uygulama olduğu için biz de torunum ve kızlarım için hazırladığım hediyelerin hepsini ağırlık sorunu yapmıyorlar diyerek yüklemiştik uçağa. Hatta el bagajımı bile uçağa vermiştim… Yapacak bir şey yoktu ödedim tabi ki. Ama ya o kadar param olmasaydı acaba sonum nice olurdu? Bunu yetkililerin izanına sunmak lazım!
Sydney uçağına gidilecek kapıya kadar beni bırakan dost yürekli insandan teşekkürler ve dualarla ayrıldıktan sonra dört saatlik bekleme süresinde masaj koltuğuna oturup bacaklarımı dinlendirirken bir süre yanımda getirdiğim kitabımı okurken arada başımı kaldırıp çeşitli milliyet ve ırklara sahip insanları inceliyordum. Allı morlu değişik model ve biçimde kıyafetler içinde siyaha yakın veya çok koyu esmer tende insanlar önümden gelip geçerken ’’kimi Hindu, kimi yamyam kimi bilmem ne bela’ diyen Mehmet Akif Ersoy’un acı çekişini, içinde bulunduğu ruh halini, Çanakkale Savaşı’nda ülkemize gelerek savaşanları düşündüm ve ’Elhamdülillah!’ dedim kendi kendime. Barış ve huzurumuzun ebedi olmasını diledim Allahtan. Avrupalı ve Asyalı milletlerin hemen göze çarpan farklı davranışlarını inceledim uzun bir süre. Bazen tarihçi, bazen psikolog, bazen sosyolog gözüyle gözlemler yapa yapa dört saati geçirmişim.
Sydney’e kalkış saatim gelince insanlar ne yapıyorsa onları takip ederek, arada bir doğru yapıp yapmadığımı onaylatmak için yarım yamalak İngilizcem ile elimdeki pusula vazifesi gören, uçuş rotamı gösteren biletimi her gördüğüm görevliye ve bazı yolculara ’is it right? ’ diye sorarak, doğru yolda olduğumu sık sık teyit ettiriyordum. ’Oh! yee...yee...you are right! ’ dediklerini çoğunluk beden dillerinden anlıyordum. Aynı dili konuşsalar bile aksan ve şive farkı var her birinde. Ayrıca ben de çok iyi bilmiyorum zaten İngilizceyi. Yazılı halde biraz çözsem bile konuşma dilini anlayamıyorum. Sorduğum soruyu onlar anlıyorlar ama komik olan benim onları anlayamıyor oluşumdu. Ama beni bu yola çıkaran kuvvet beni yalnız bırakmıyordu, bunun çok iyi farkındaydım.
Qantas Hava Yolları uçağıyla Sydney’e giden uçağıma binince daha bir rahatça oh çekmiştim. Bundan sonrası çok önemli değildi artık. Bu uçakta da yine yanımdaki koltuk boştu. Yanımın yanındaki koltukta, sorarak Tayvanlı olduğunu öğrendiğim genç bir kız oturuyordu.
Göz göze geldikçe çat-pat konuşup, gülüşüyorduk birbirimize. Kafamda üç-beş dakika düşünerek kurduğum İngilizce cümleleri ona yöneltiyordum. Evet anlamına gelen ’ya! ... ya! ’ diyerek anladığını ifade eden tepkilerinden sonra onun bana yönelttiği sözler karşısında ben aptal aptal yüzüne bakıyordum. Çaresiz bir tavırla ona sadece ’I don’t understant you’ (seni anlamıyorum) deyince karşılıklı gülüşüyorduk. Yolculuğumun tek kötü tarafı yapılan yiyecek ikramlarıydı. Son derece güler yüz ve ilgiyle önümüze getirdikleri yemekleri yiyebilmemin imkânı yoktu bu uçakta. İstanbul’dan Singapur’a kadar Türk Hava Yolları uçağıyla geldiğim için mis gibi su böreğimizi, salata ve kahvaltı çeşitlerini yemenin zevki başkaydı tabi ki. Buradaki ikramların sadece çay ve ekmeklerinin tadına bakabilmiştim. Bize çok yabancı olan bir koku içimi bulandırmıştı. Damak alışkanlıklarımızın farkından kaynaklanan itici bir lezzet vardı her bir ikramda. Yolcuların büyük bir iştahla yiyişlerini seyrederken burnumun gayri ihtiyari kıvrıldığını fark ediyordum. Çantamda getirdiğim kuru yemiş ve krakerlerle idare etmek zorunda olsam da sorun değildi benim için. Dört senedir okul ve iş durumları sebebiyle Türkiye’ye gelemeyen çocuklarıma kavuşmam için süre azaldıkça heyecanım da artıyordu… Uçak penceresinden kapkaranlık görünüyor her taraf ama önümdeki ekrandan öğrendiğime göre güneye doğru uzayıp giden Malezya ve Cakarta adaları üzerinden sonra uçsuz bucaksız Hint Okyanusu’nun üzerinde uçuyor olmak dehşet bir duyguydu. Bir kaç saat sadece okyanus üzerinde uçtuktan sonra dünyanın altıncı kıtası olan Avustralya üzerinde uçtuğumuzu görünce ’kara göründü’ diye çığlık atan gemiciler gibi hissettim kendimi. Koskoca kıtadan bir ışık göreceğim diye pencereden gözümü ayırmadım ama okyanustan pek farklı değildi görüntüsü. Hava henüz aydınlanmamıştı çünkü. Ama en uzun süre de burada geçti sanki. Kıta üzerinde dört saatten fazla uçtuktan sonra güneyde Sydney Şehrine geldiğimizi gösteriyordu uçuş haritası. Sydney’e inme süresi tüm sürelerden uzunmuş gibi gelmişti bana. Gece görüntüsü bol ışıklı dehşet güzellikte olan İstanbul’dan sonra sadece caddelerinin ışığını görebildiğimiz Sydney evlerinin genellikle villa tipinde olması ışıklarını yeşillikler arasında saklıyor olmalı ki ölü bir şehir görünümündeydi. Uçağımız doğuya giderken dünyamızın batıya doğru dönmesi sebebiyle fazla bir gün yüzü göremeden yirmi üç saatten fazla süren yolculuğum bitmişti. Sabah ışıklarının henüz gelmeye başladığı saatlerde indik Sydney Hava alanına.
Singapur’dan sonra çok zevkli, heyecanlı, komik ve sabırsızlık dolu bir yedi buçuk saatten sonra hava alanı işlemleri bitmek bilmiyordu. İşaretlerle ve yarım İngilizcemle konuşmaya çalıştığımı görenlerin yardım edişleri gerçekten takdire şayandı. İnsani duyguları gelişmiş son derece kibar insanlar çıktı sürekli karşıma hamdolsun.
Kuyrukta bekleyip pasaport onaylatma, valizlerimin gelişini bekleme, iki defa kontrolden geçme gibi işlemler yarım saatten fazla sürdü. Çekçek arabasına yüklediğim eşyalarımla yolcu bekleme salonuna girer girmez dört tane gülerek el sallayan gençlerin içinden ikisinin ’anneeee! ’ diye çığlık atarak bana doğru koşuşları görülmeye değerdi. Çok şükür beni bu yola çıkaran kuvvetin yardımlarıyla muhteşem diye tabir edeceğim bir yolculuğu tamamlamıştım. İki kızım ve damatlarımla hasret giderdikten sonra evlerine doğru yol alırken kendimi son derece dinç hissediyordum.
Benim ’zevkliydi çok hoştu yolculuğum’ diye anlatışım karşısında çocuklar şaşırıyorlardı ’’Anne maşallah hiç sarsılmış gibi görünmüyorsun. Türkiye’den gelenler çok bitkin oluyor genellikle’’ diyorlardı. Ben de ’’Ne kadarda abartınız bu yolları. Ankara’ya gitmek kadar kısaydı. Yolların böyle kısa olduğunu bilseydim daha önce de gelirdim. Artık bundan böyle canım istedikçe kaçar gelirim buraya’’ diyerek hava attım onlara kendimce...
-Sizden daha gencim ben, çünkü yakında bir torunum olacak! ! !
Eylül-2009-Sydney
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
YORUMLAR
Kuyrukta bekleyip pasaport onaylatma,valizlerimin gelişini bekleme, iki defa kontrolden geçme gibi işlemler yarım saatten fazla sürdü.Çekçek arabasına yüklediğim esyalarımla yolcu bekleme salonuna girer girmez dört tane gülerek el sallayan gençlerin içinden ikisinin ’anneeee! ’ diye çığlık atarak bana doğru koşuşları görülmeye değerdi..Çok şükür beni bu yola çıkaran kuvvetin yardımlarıyla muhteşem diye tabir edeceğim bir yolculuğu tamamlamıştım. İki kızım ve damatlarImla hasret giderdikten sonra evlerine doğru yol alırken kendimi son derece dinç hissediyordum Çocuklar şaşırıyorlardı benim ’zevkliydi çok hoştu yolculuk’ deyişime...’’Anne maşallah hic sarsılmış gibi görünmüyorsun.Turkiye’den gelenler çok bitkin oluyor genellikle’’ diyorlardı. Ben de ’’Ne kadarda abartınız bu yolları. Ankara’ya gitmek kadar kısaydı.Yolların böyle kısa olduğunu bilseydim daha önce de gelirdim. Artık bundan böyle canım istedikce kaçar gelirim buraya’’ diyerek hava attım onlara kendimce..Sizden daha gencim ben çünkü yakında bir torunum olacak! ! !
güzel bir paylaşımdı.
nine olmak başka bir duygu olmak gerek.
saygımla.