- 790 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Düş(ünce)lerim
Orhan Veli’nin değerli anısına…
Boğazın kıyısında, herkese ait bir bankta oturuyorum, o bankın bana ait olduğu kadar herkese ait oluşundan kolay kolay anlaşılamayacak, bazılarınca delilik olarak karşılanacak huzur dolu bir mutluluk duyuyorum. Düşüncemi delilik olarak yorumlayacak bir dolu insanın içinde bulundukları toplumsal yabancılaşmanın farkında bile olmadıklarını ve büyük olasılıkla bu yabancılaşmanın farkına varamadan ölüp gideceklerini düşünüyor ve kendi adlarına mutlu olan bu insanlar adına üzülüyorum. Nasıl olabiliyordu bunca yabancılaşma, bunca duyarsızlaşma… Olmuyordu aslında, “olduruluyordu”. Düşüncelerimin rüzgarında içim titredi, düşüncelerim bana bir çok bireyin aksine sıcak kuytular sunmamakta idi. Düşüncelerim, hayatlarındaki sıcaklığı yitirmiş, belki de hiçbir zaman sıcak bir hayata sahip olamamış insanlar adına hayatımdaki sıcaklığa rağmen beni üşütmekteydi.
Düşüncelerimin serin rüzgarlarında üşüyedururken, gözüm masmavi sulara bembeyaz köpükler armağan ederek geçen, geçerken bembeyaz martıları peşine takıp sürükleyen bir gezi vapuruna takıldı, güzel ülkemde kim bilir, denizin üzerinde süzülen bir gemi, bir vapur, bir kayık görmeden büyüyüp giden kaç çocuk ve böyle güzel bir manzaraya şahitlik edemeden ölüp giden ve gidecek olan kaç insan vardı? Düşüncelerime yeni düşünceler ekleyerek ve düşüncelerime yeni düşünceler eklendikçe daha da üşüyerek bakakaldım giden vapurun ardından. Orhan Veli’nin:
“Bakakalırım giden geminin ardından,
Atamam kendimi denize, dünya güzel” beyiti düşüncelerime eşlik etti.
O an hissettiklerim tarif edilemezdi.
Kıyıda İstanbullular balıktan yana şanslarını deniyordu, oltalarıyla balık tutmaya çalışanlar bana, karışık düşüncelerimin arasında balıkçı teknelerini çağrıştırdı. Bu çağrışımların sonucu zihnimde oluşan hayal ve bu hayali takip eden düşlerim tıpkı Orhan Veli’nin şiirindeki gibiydi:
“…
Ağları silkeledikçe
Deniz gelecek eline pul pul…
Ruhları sustuğu vakit martıların
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Deniz kızları mı dersin, kuşlar mı dersin,
Bayramlar, seyranlar mı dersin,
Şenlikler, cümbüşler mi,
Gelin alayları, teller duvaklar, donanmalar mı.
Heeeey!!!
Ne duruyorsun be, at kendini denize!
Geride bekleyenin varmış, aldırma!
Görmüyor musun her yanda hürriyet.
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol,
Git gidebildiğin yere!”
Atamadım kendimi denize… Gidemiyorum hiçbir yere…
…
Artık dönüş zamanı gelmişti. Eve vapurla dönmenin içinde bulunduğum ruh haline en uygun seçenek olduğuna karar verdim. Vapura son anda binmeye çalışan İstanbulluların telaşına inat hava ve deniz sonsuz bir sükunet içindeydi, benim içimdeyse yüzüme yansımayan düşsel ve düşünsel fırtınalar kopmakta idi. Çımacının gemiyi iskelede tutan halatları sökmesini, iskeleden ağır ağır uzaklaşışımız izledi. İskeleden ayrılışımız, sanki tüm ayrılıkları(mı)n sembolik bir ifadesi gibiydi. Göğün rengini kendine renk edinmiş masmavi sulara, bembeyaz köpükler armağan ederek geçen, geçerken bembeyaz martıları peşine takıp sürükleyen bir vapurda olmanın heyecan dolu mutluluğuyla beynimdeki düşünce bombardımanından bir süreliğine uzaklaşabildim-ya da bana öyle geldi. Batmaya yüz tutan güneşin çekingen aydınlığı altında Avrupa Yakası gri, gizemli bir siluetti; İstanbul’u İstanbul yapan asıl şey Sultanahmet Camii, Ayasofya Müzesi ve Topkapı Sarayı’ndan Galata Kulesi’ne doğru uzanan bu eşsiz siluette gizliydi.
Düşüncelerimdeki yoğunluğa, duygularımdaki yoğunluğun eklenmesi bir de rüzgarlı vapur yolculuğuyla birleşince ruhumu sarhoş etti. Hüzün dolu bir mutluluk ya da umut dolu bir çaresizlikti hayat o an ve ben hayatın geçici ama vazgeçilmez bir parçasıydım, düşündükçe daha da çok var olan. Ben herşeydim ve hiçbirşeydim herşey olduğum kadar… Ben hayattım, hayat da ben, ben hayat olduğum kadar... Ve daha da önemlisi… Ben İstanbul’u seviyordum, İstanbul da beni. Bundan daha büyük bir aşk olabilir miydi ki?..
SERAY ANIL, 2007