RAMAZAN DUA ve KULLUK
Ramazan-ı şerîf; oruç, tasadduk, Kadir gecesi, hatm-i Kur’an, teravih ve gece ibadetleri vesilesiyle Müslümanlar için apayrı bir fırsat mevsimi. Bu mevsimde Müslümanları saran manevî telaş firmaların yılsonu çalışmaları sırasındaki telaşlarını andırıyor. Ticarethaneler yılsonu gelince yoğun bir muhasebe faaliyetine girdiği gibi müminler de bu mevsimde hem geçmiş senenin muhasebesini yapma, hem de takva, huşû ve derûnilik kuşanarak “an”ı bereketlendirme ve gelecek zamanlara yetecek metanet-i diniyye biriktirme fırsatı bulmuş oluyorlar.
Türkiye’den Ramazan manzaralarına baktığımızda hem yukarıda arz edilen keyfiyete uygun hem de kendine özgü bir müslüman ülkesi olarak Türkiye’nin din-dünya, tarih ve bugün dengelemesindeki görüş ufkunu serimleyen garip haller görmek de mümkün.
Ramazan Türkiye için de elbette dindarlık muhtevası yoğun bir mevsim. Camilerde okunan mukabeleler, vaaz-irşad programları, Ramazan kumanyaları, iftar çadırları bu muhtevanın muhtelif tezahürleri kabul edilebilir. Ama umumi vaziyet, dindarlık kadar –bazı çevreler için munhasıran- dindarlığın şeklî ve kültürel unsurlarının hâkim olduğu –dileyen buraya “tüketildiği” kelimesini de koyabilir- dinin kültürleşmesidir. Üstelik buradaki kültürleşme modern kültüre alternatif olarak hali hazır duruma hükmetme iddiasında gerçek bir kültürleşme de değildir. Belki Ramazan ayıyla sınırlı biçimde, tarihe ait olan bir kültürün nostalji tadında sahnelenmesidir. Televizyon kanallarının hemen her birinde dinî içerikli programlar, Ramazan hatipleri, gazetelerin Ramazan sayfaları, dinî içerikli promosyonları, Coca Cola reklamlarındaki Ramazan motifleri vb. unsurlar bilhassa Türkiye’ye meydanlardan ve medyadan bakıldığında umumi Ramazan manzarasının etkin karelerini oluşturuyor. Yine buradan bakıldığında dindarlarından sekülerlerine kadar toplumun ve özellikle toplumla “işi” olan hemen hiçbir kesimin Ramazan’dan bigâne kalamadığı görülüyor.
Konumuz genel anlamıyla Türkiye’nin Ramazan manzaraları ve bu manzaralar üzerinden Türkiye Müslümanlığı üzerine tespitler olmadığı için bu bahsi şimdilik geçelim. Asıl meselemiz dua kulluk ilişkisidir ve bu konuyu ele almayı gerekli kılan da, Türkiye’nin Ramazan gündeminde yer yer bazı hatiplerin dindarlık tasvirlerine sirayet eden yer yer sekülerlerin uygulamalarında görülen duanın özünden çıkıp da adeta fırsatçılığa dönüştürülmesi sorunudur.
Duayı sıradan bir insandan değil de “kul”dan sadır olan özel bir uygulama bildiğimiz için olacak ki, onun, gitgide bütün derdi istediğini elde etmek olan kimselerin elinde bir fırsat aracına dönüşmesi vicdanımıza dokunuyor. Ramazan, orucu, gece namazlarını, tasadduku ve diğergamlığı hatırlatmıyor da sadece duahanlara taş çıkartan hatiplerin o dört köşe dualarını hatırlatıyorsa burada durup dinimizde duanın anlamı üzerinde düşünmek zorundayız. Ve şu soruyu sormalıyız: Ramazan bizim için sahih dinî anlamı bir kenara itilerek her ne koşulda olursa olsun duaların kabul edildiği; dolayısıyla hazır fırsat oluşmuşken bütün emellerimizi ardı sıra dizip dualara dökeceğimiz “dua festivali” midir? Daha doğrusu dua sadece yalın cümlelerde ifadesini bulan bir yakarış biçimi, bir söz dizisi midir? Dua ile hayat, dua ile duygu ve düşüncelerimiz arasında bir bağ olması gerekmiyor mu? Bu soruların sağlıklı cevap bulması önce duanın kitabî anlamı ve muhtevası üzerine düşünmeyi gerekli kılıyor. Bu bakımdan söze önce gerek lügavî anlam gerekse ıstılahî anlam üzerinden duanın mahiyetine dönük soruyla başlamalıyız.
Dua nedir?
Dua aslen Arapça bir kelime ve haliyle kelimenin lügavî anlamına dair inceleme bizi Arapça sözlüklere yönlendiriyor. Sözlükler arasında bilinçli olarak Asım Efendi’nin el-Kâmûsü’l-Muhît tercemesi Okyanus’unu kullanmayı tercih ettim. Meselem bu toprakların hali hazır dindarlığının bir parçası olarak dua anlayışımız olduğu için kaynağım yine bu topraklardan olsun istedim. Asım efendi Okyanus’ta dua ve davet sözcüklerinin aynı anlama geldiklerini ve özde bu iki kelimenin “çağırmak” manasında kullanıldığını belirtiyor. Kitabın ilerleyen satırlarında dua “rağbet ilellah” diye manalandırılıyor. Bu da Allah’a dönmek, Zat-ı Kibriya’ya yönelmek demek oluyor. Tarifin bu kısmının altını çizmeliyiz. Zira duayı sadece bir ihtiyaç giderme işlemi olarak göremeyeceğimizi, esasta duanın bir yöneliş olduğunu ifade ediyor burası ve dua ile ibadet; dua ile kulluk arasındaki bağın da bu damardan beslendiğini işaretliyor. Asım Efendi daha sonra duayı şöyle tarif ediyor: Dua, niyaz ve ibtihalle [yakarışla] Hak Teâlâ dergâhından hayır ve rahmet recâsından ibarettir.[1]
Dilimize bakarsak “davet” kelimesi öz anlamında kalmış. Her ne kadar davet dendiğinde ilk akla gelen yemek ziyafeti olsa da, kelimenin hala geniş manada çağrı anlamı taşıdığı söylenebilir. Nitekim bir programa ya da bir geziye davet dendiğinde kelimenin çağrı anlamında kullanıldığı aşikâr. Ancak dua kelimesi böyle değil. Dilimize intikal ederken kelimenin dinî muhtevası esas kabul edilmiş olmalı ki dua Türkçede munhasıran kulun Cenab-ı Allah’a niyazı anlamında kullanılagelmiştir. Kelimenin ıstılahî anlamı da Asım Efendi’nin verdiği tarifle örtüşüyor: Istılahta dua, Cenab-ı Allah’a niyazla ve yakarışla yönelip O’ndan hayır ve rahmet istemektir.
Asım Efendi’nin zikrettiği tarifte dikkat çeken bir incelik var: Duanın Allah Zülcelal’den alelade bir isteyiş olmadığı, niyaz ve ibtihalle yani yakararak istemek olduğu vurgusu dua ile belki sıradan talepleri birbirinden ayıran sınır çizgisi.
Dua ve kulluk
Yakarış duanın temelde kulluk bilinciyle alakasını da ortaya koyuyor. Yakarmak; Allah Zülcelal’i, huzurunda yakarılmaya layık bilmekle, ihtiyacının ancak O’nun tarafından karşılanacağına inanmakla olur ki bütün bunlar kulluk ve tevhid inancının gereği duygu ve düşüncelerdir. Şu halde dua ile ibadet arasında sanıldığından daha güçlü bir bağ söz konusu olduğu muhakkak. Bu gerçek, duayı sadece ihtiyaç anında, dara düştüğümüzde çalınacak bir kapı olarak göremeyeceğimizi; bizi yarattığı, sonsuz nimetleriyle mükerrem kıldığı için bir kulluk borcu olarak da Cenab-ı Allah’a dua etmemiz, Zat-ı Kibriya’sına yönelmemiz gerektiğini gösteriyor. Belki Kur’an-ı Kerim’de sık sık tekrarlanan Allah’ı çokça zikretme hakkındaki ilahî emirler de bu yönde anlaşılabilir. Allah’ı çokça zikretmek, O’na çokça yönelmek, Zat-ı Celil’ine kalbimizden olabildiğince yakarmak hem zikrullah hem dua hem de kulluk ifadesi olarak birbirlerini bütünleyen dinî uygulamalardır.
Burada niyetimiz dara düştüğümüzde dua etmenin meşru bir davranış olduğunu tartışmak değil. Elbette kul dara düştüğünde Cenab-ı Allah’ı anacak, O’nun kudretinden, rahmetinden, bitmez hazinesinden medet umacaktır. Sıkıntımızı, ihtiyacımızı başka kime açabiliriz? Tabi ki O’na açacak, çareyi, çözümü haliyle O’ndan bekleyeceğiz. Burada asıl dikkat çekmek istediğimiz husus, duanın sadece ihtiyaç giderme amaçlı bir yakarış olmadığı, aksine ihtiyaç olsa da olmasa da duanın kulluk ifadesi olarak daima kuşanılması gereken bir tavır telakki edilmesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda da duanın ibadete eşitlendiğini görüyoruz. Bazı ayetlerde “Allah’tan başkasına dua edenler” vb. cümlelerin yer aldığını görüyoruz. [Örn. Nisa, 117; Yunus, 66; Hûd, 101] Bu ayetlerde müşrikler anlatılmaktadır ve onların Allah’tan başka ilahlara tapınmaları dua etmek şeklinde ifade edilmektedir. Ayetler müşriklerin bu tavrını doğrudan tapınmak değil de, dua etmek şeklinde tanımlayarak duanın tapınmadan ayrı düşünülemeyeceğini göstermektedir.
Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)’in mübarek sözlerinde bu durum daha net ifadesini bulmuş, duanın bizzat ibadet olduğu bildirilmiştir. Hz. Nu’mân b. Beşîr (radıyallahü anh)’ın naklettiği bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) duanın ibadetin kendisi olduğunu ifade etmiş ve ardından bunu destekleyen şu ayet-i kerimeyi okumuştur: “Rabbiniz: «Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir» buyurmuştur.” (Mü’min, 60) [2] Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)’in irşadında olduğu gibi, ayet-i kerimede dua emrinin ardından müşriklerin duadan değil de Allah’a kulluktan imtina edişlerinin bildirilmesi dua ile ibadetin aynı şey olduğunu göstermektedir.
Hz. Enes’ten nakledilen diğer bir hadis-i şerifin ifadesinde duanın ibadetin özü olduğu belirtilmiştir.[3] Bu hadis-i şerifte yer alan nebevî teşbih dua ile ibadet arasındaki bağın kemikle kemiğin içindeki öz, ilik gibi olduğunu, ibadet dış bünye ise eğer duanın ona hayat veren öz olduğunu gösteriyor. Bu teşbih konumuz açısından özellikle incelenmelidir. Teşbihten anladığımıza göre ibadet adeta et ve kemikten müteşekkil cesedi temsil ederken, dua cesede canlılık veren damarlardaki kan gibi hayat verici özü temsil etmekte; duadan mahrum, yani içten yöneliş ve yakarıştan yoksun ibadetlerin tıpkı ölü cesetleri andırdığı dolaylı biçimde anlatılmaktadır. Hakikaten rukû ve secdeye varıp da kalbi Allah’a yönelmeyen, okuduğu ayet ve dualara yürekten bir yakarışla ritim tutmayan kimsenin ibadeti ne kadar canlıdır, ne kadar hayat bahşedicidir? Demek oluyor ki dua ibadete anlam kazandıran, onu Allah katında makbûliyet derecesine çıkartan hayat cevheridir.
İbadetin duayla alakası bakımından burası önemli olmakla beraber mesele sadece bundan ibaret değildir. Dua ile ibadetin aynı şey olması ya da duanın ibadetin özü olması bize ibadet karşısında sadece dua lehine bir ehemmiyet uyarısı olmuyor. Bunun yanında hadis-i şerif ibadetsiz duanın da bir anlam ifade etmediğini gösteriyor. Çünkü özün hariçte tahakkukunu sağlayan ya da özü içine alıp onu muhafaza eden bir bünye, bir iskelet bulunmak zorundadır. Bünye olmadan damarlardaki kanın hiçbir işe yaramayacağı aşikardır. Kan ancak et ve kemikten oluşan bünyeye hayat vermek için vardır ve bünye söz konusu olmadığında kanın da bir anlamı kalmaz. Bünye özün hem tahakkuk sebebi hem de onu koruyan, bekasını sağlayan unsurdur. Şu halde pekala denebilir ki dua ibadetin özü, ibadet de duanın korunağı ve teminatıdır. Duayla bütünlenmeyen ibadet şekilcilik, ibadetle bütünlenmeyen dualar da hayalciliktir.
Dua ve haramlar
Duanın ibadet olması duanın içerik ve keyfiyetine dair sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. Allah’a ibadet ederken nasıl isyandan sakınılıyorsa duanın da isyandan uzak tutulması gerekiyor. Bu durumda duanın haram olan bir şeye ulaşmak için alet edilemeyeceğini söylemeye bilmem gerek var mı? Kişi kıldığı namazın içine haram sokamadığı gibi ettiği duanın içine de haram sokamaz. Kişi bunun bir çelişki olduğunu, bunu yapmakla kaş yapayım derken göz çıkaracağını fark eden fıtrî bir şuur taşımalıdır. Memleketimizde bunun çok uç örnekleri var maalesef. Fatih Kaya hocamın örneklemesinde olduğu gibi yeni albümünü piyasaya süren şarkıcı kadın albümün çok satması için Allah’a dua ediyorsa burada ya densizlik ya da koyu bir cehalet söz konusudur. Dinin açıkça haram kıldığı bir müziğin piyasaya arzı sırasında bereket duası yapılması sadece duaya değil, Allah’a bakışımızın da çarpıklığını ele veriyor. Nasıl bir Allah inancına sahibiz ki, hem O’nun yasakladığı işi işlemeye yelteniyor hem de adeta O’na pişkin pişkin “gel, etme, sen bu ısrarından vazgeç” dercesine işimize ilahî bir boyut kazandırma laubaliliği sergiliyoruz.
Genelde bu konular net ve tavizsiz bir dille seslendirildiğinde verilen tepki şudur: “Adam sen de, ne bilsinler! Herkes senin gibi işin iç yüzünü bilmiyor ki. Ortada yine de bir iman ışığı var ki, dua ediyor. Sonuçta samimiler, ama dinin ölçülerini bilmiyorlar.”
Evet, cehalet payını hesaba katmıyor değiliz. Maalesef memleket insanımızın dinî konularda stratejik olarak bilgisiz ve bilinçsiz kılındıklarını biliyoruz. Bu bakımdan insanları dışlamak, tekfir etmek, yadırgamak değil yaptığımız. Söz konusu ettiğimiz şey, bilinçli islamî kamuoyunun meseleye gereği kadar duyarlı olmaması, adeta verilenle yetinelim dercesine “mutedil bir gayret-i diniyye” sergileyememesidir. Meselemiz İslam’ın haram helal sınırlarını günün uygulamaları muvacehesinde açık ve net ortaya koyamama sıkıntısıdır. Kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir müzisyen yaptığı müziğin İslam’daki hükmünü bilmekle mükelleftir ve âlim bu konuda topluma doğru bilgi sunmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük toplumun dinden uzak kesimlerini dine ısındırmak adına ihmal ya da imhale gelmez. Sonuçta İslam tamamlanmış bir dindir ve burası da gerek hali hazır sakinleri gerekse tarihi ve kültürü itibarıyla Müslüman bir ülkedir.
Toplumun dinden uzak kesimleri demişken şunu da ifade edelim: İnsanların dine yönelik kararlı teveccühü ile konjonktürel ilgisi arasındaki farkı tespit edip her ikisi için iyi hesap edilmiş birer strateji geliştirilmelidir. Ve nihayet İslam’ın özünün ve rengini, biçimini bu özden alan umumî çehresinin muhafazası uğruna üslubu ve dili iyi ayarlandığı kadar ilkeler karşısında ödünsüzlüğüyle de tastamam bir davet stratejisi geliştirmek zorundayız.
Samimiyet ve sorumluluklar
Dua meselesine tekrar dönecek olursak son olarak şunun altını çizmeliyiz: Kuşkusuz duada samimiyet esastır. Ama adına ne denirse densin, sahibi ne kadar iyi niyetli olursa olsun ne için dua yapıldığı meselesi hiçbir zaman duada niyet ve samimiyet unsurundan daha az önemli görülemez. Nitekim Allah Resulü duanın makbul olması için samimiyete işaret ettiği gibi ne için dua yapılacağına da işaret etmiştir. Bir hadis-i şerif bize makbul bir dua için aranan içerik şartını şu cümleyle açıklıyor: “Kul günah olan bir şey için veya yakınlarla ilişkiyi kesmek için dua etmezse acele etmedikçe Allah onun duasını kabul eder.”[4]
Samimiyete gelince o ancak üslup hataları söz konusu olduğunda telafi unsuru olarak ileri sürülebilir. İbadetin özüne ilişkin hayatî unsurlar samimiyet adına gözden çıkarılamaz. Bu bakımdan duada samimiyet kadar duaya yakışır bir hayat biçimi de sorumluluğumuzdur. Dualarımızı kulluklarımızla bütünlemeli, samimiyetimizi kalplerimize gömmeyip hayatımızın bütün karelerine yansıtmalı, ihtiyacımız için rahmet kapısını çaldığımız Yüce Yaratıcı’ya emir ve yasaklarına riayet ederek şükür borcumuzu da ödemeliyiz.
--------------------------------------------------------------------------------
(T.H.ALP/Darulhikme)
[1] Asım Efendi, Okyanûs, c. 3, s 810.
[2] Tirmizî, 3372
[3] Tirmizi, 3371
[4] Sahih-i Müslim, hadis no, 4918.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.